Barış Ertem: OSMANLI’NIN SON YÜZYILINDA AYDIN-İKTİDAR İLİŞKİSİ VE CUMHURİYET’E BIRAKTIĞI “MİRAS”

OSMANLI’NIN SON YÜZYILINDA AYDIN-İKTİDAR İLİŞKİSİ VE CUMHURİYET’E BIRAKTIĞI “MİRAS”
Giriş Tarihi: 1.3.2023 11:40 Son Güncelleme: 1.3.2023 11:40

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e miras kalan "entelektüel" kitlenin köklerini, Osmanlı'nın 18. yüzyıl sonlarında girmiş olduğu ve imparatorluk dağılana kadar devam eden modernleşme- Batılılaşma sürecine dayandırmak mümkün. 15. yüzyıl sonlarında başlayan coğrafî keşifler, özellikle İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya gibi Avrupa'nın "kıyı" ülkelerine büyük bir maddî servet sağladı. Amerika, Güney Afrika gibi yeni keşfedilen kıtalar, Batılı krallıklar tarafından hızla işgal edildi, sömürgeleştirildi ve tüm varlıkları Avrupa'ya aktarıldı. Bu varlıklar arasında, altın, gümüş gibi madenlerin yanında, örneğin mısır, domates, tütün gibi Avrupa'da daha önce bilinmeyen, üretilmeyen değerli tarım ürünleri de vardı. 200 yıldan uzun süren bu vahşi yağma dönemi, Avrupa'ya Osmanlı karşısında ekonomik, teknolojik ve askerî açıdan üstünlük sağladı. 1683'te Viyana'da alınan ağır yenilgi, Batı ile Osmanlı arasındaki bu yeni dengenin ilk işaretiydi.

Osmanlı idarecileri, ilk aşamada Avrupa karşısındaki bu yeni durumun yalnızca askerî teknolojiyle ilgili olduğunu düşünerek askerî reformlara ağırlık verdiler. Yalnızca ordunun iyileştirilmesiyle sorunun çözüleceği umuduyla, Batı'nın silah teknolojisinin Osmanlı Devleti'ne aktarılması için çalıştılar. Osmanlı askerî teknolojisinin ve ordu sisteminin "modernleştirilmesi" için yeni bir süreç başlattılar. III. Selim'in bedelini canıyla ödediği "Nizam-ı Cedid" denemesi ve II. Mahmud'un Yeniçeri Ocağı'nı kan akıtarak lâğvettiği "Vak'a-i Hayriyye", bu sürecin en çok bilinen ve en cesur adımlarındandı.

Yeni "aydın" tipinin ortaya çıkışı


Ancak, 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, sorunun yalnızca "askerî kaynaklı" olmadığı, dolayısıyla çözümün de yalnızca silah gücünün iyileştirilmesiyle sağlanamayacağı anlaşıldı. Batı, yalnızca askeriyle değil, teknolojisiyle, ekonomisiyle, diplomatik gücüyle, kısaca bir devlet için önemli olan her açıdan Osmanlı'dan üstündü. Reform alanı genişletilmeliydi. Osmanlı'nın, bunu yapabilmek için Batı'yı her yönüyle tanıyan insan gücüne, hatta yeni bir aydın kitlesine ihtiyacı vardı. İşte, Osmanlı'nın son yüzyılını yalnızca entelektüel açıdan değil, idarî, diplomatik, askerî vs açılardan da şekillendiren ve Cumhuriyet'e de "miras" olarak kalan yeni aydın kitlesinin ortaya çıkışı bu noktada başladı.

Osmanlı Devleti, zaten bir süredir Batı'daki gelişmeleri yerinde takip edebilmek ve diplomatik faaliyetlerini geliştirebilmek için Avrupa ülkelerine sefirler
göndermekteydi. Bu sefirler, görevli oldukları Avrupa şehirlerine giderken, yanlarında öğrenciler de götürüyordu. Bu öğrencilerin Batı dillerini öğrenmesi, Avrupa üniversitelerinde öğrenim görmesi, bulundukları ülkelerin bilimsel, askerî, ekonomik ya da idarî sistemlerini ayrıntılı şekilde analiz edip Osmanlı'ya dönmesi ve edindikleri bilgileri Osmanlı karar alıcı mekanizmalarına ve topluma aktarması amaçlanmaktaydı.

Kısacası, Osmanlı Devleti'nin modernleşme anlayışı, Avrupa'daki gelişmelerin ve kurumların bilgi aktarma yöntemiyle Osmanlı devlet sistemi üzerine
kopyalanmasına dayanan, yönetici seçkinlerin yürüttüğü "yukarıdan aşağıya" doğru bir Batılılaşma/yenileşme projesiydi. Bu yönüyle, Avrupa'nın yaşadığı, genellikle halkın taleplerine dayalı "aşağıdan yukarıya" doğru modernleşme sürecinden farklı, hatta tümüyle tersiydi. Devlet imkânlarıyla Avrupa'ya gönderilmiş, Avrupa'yı yerinde tanımış, yükseköğrenimli bir "aydın" kitlesi Osmanlı'ya geri dönecek ve topluma nasıl "modern" olunacağını "öğretecekti".

Yeni "Osmanlı aydını"nın iktidar kavgası


19. yüzyıl ortalarına gelindiğinde, Tanzimat Dönemi ile artık Osmanlı'da, özellikle Fransız İhtilâli'nin fikirlerinden hem siyasî hem duygusal olarak etkilenmiş, Osmanlı Devleti'nin ve toplumunun sorunlarının çözümü için topyekûn Batılılaşma dışında bir çözüm bulunmadığına inanan ve bu düşüncelerini devleti yönetenlere dayatabilecek kadar güçlenmiş, bir kısmı radikal derecede seküler yeni bir aydın/ bürokrat sınıfı ortaya çıkmıştı.

Devlet idaresinde sadrazamlık makamına kadar yükselen, bürokrasiyi kontrol edip yönlendirebilen bu yeni sınıf, zamanla ordu içerisinde özellikle genç subaylar arasında da taraftar bulmaya başladı. Osmanlı idarî sisteminde siyasî açıdan anlaşamadığı padişahlarla bile iktidar mücadelesine girebilecek kadar güçlenen bu yeni yapının gücü, 19. yüzyıl sonlarında, Sultan Abdülaziz'in şaibeli şekilde vefat ettiği 1876 yılında zirve noktasındaydı. Hatta, örneğin William Hale gibi 19. ve 20. yüzyıl Türkiye tarihi üzerine çalışmış birçok siyaset bilimci akademisyen, bu süreci, Hüseyin Avni Paşa ve Mithat Paşa gibi isimlerin etkili olduğu bir "darbe" olarak tanımlamaktadır.

Dönemin Seraskerlerinden (Genelkurmay Başkanı) Hüseyin Avni Paşa ve Sadrazamlarından Mithat Paşa, Osmanlı'daki yeni "aydın" sınıfının liderliğinde ortaya çıkmış siyasî bir yapı olan "Yeni Osmanlı Hareketi"nin devletteki önemli destekçileriydi. Bu iki önemli devlet adamı, daha önce de birçok kez Abdülaziz'i devirerek, meşrutiyet taraftarı olarak bilinen Şehzade Murad'ı tahta çıkarmak için girişimde bulunmuştu. Zaten vefat ettiği sırada Abdülaziz hal edilmiş, önce Topkapı Sarayı'nda III. Selim'in katledildiği odaya hapsedilmiş, birkaç gün sonra da vefat ettiği Feriye Sarayı'na nakledilmişti.

Osmanlı aydınları ile II. Abdülhamid'in savaşı

Ancak, Abdülaziz'in tahttan indirilmesi, meşrutiyet taraftarı bürokrasi-aydın sınıfının amacına ulaşmasına yetmedi. Yeni Osmanlılar tarafından tahta
geçirilen Sultan V. Murad'ın aklî dengesi hızla bozulunca, yalnızca 93 gün süren bir saltanattan sonra tahtı terk etmek zorunda kaldı. Meşrutiyetçi Yeni Osmanlı bürokrasisi ve aydınların tahta uygun gördüğü yeni şehzade, Abdülhamid'di. Şehzade Abdülhamid ile uzun pazarlıklar sonucunda kendisinden parlamento ve anayasa, yani meşrutiyet sözü alan Yeni Osmanlılar, onu 31 Ağustos 1876 tarihinde 34. Osmanlı Padişahı olarak tahta
çıkardı.

Sultan II. Abdülhamid, verdiği sözü tutarak önce 23 Aralık 1876'da Osmanlı Devleti tarihindeki ilk anayasayı yürürlüğe koydu. Kânûn-ı Esâsî'nin yürürlüğe girmesinden hemen sonra da seçim süreci başladı ve 19 Mart 1877 tarihinde Meclis-i Mebusan, II. Abdülhamid tarafından açılarak çalışmalarına başladı. Meşrutiyetçi Yeni Osmanlı bürokrasisi ve aydınları, siyasî kavgalar, darbeler, ölümlere sebep olmaktan, kan dökmekten çekinmeden yürüttükleri iktidar mücadelesini kazanmış ve sonunda meşrutiyeti kabul ettirmişti.


Ancak, amcası Abdülaziz'in hal edilmesi ve daha sonra ona yaşatılanları bilen, Yeni Osmanlı bürokrasisi ile meşrutiyet çatısı altında uzun süre ülkeyi yönetemeyeceğinin farkında olan Sultan Abdülhamid, 93 Harbi'nde alınan ağır yenilgi sebebiyle ülkenin içinde bulunduğu siyasî ortamın parlamentonun çalışmasını güçleştirdiği ifade ederek, anayasanın kendisine tanıdığı yetkiye dayanarak, 13 Şubat 1878'de parlamentoyu tatil etti. Bu, Osmanlı'nın son döneminde hızlı bir reform süreciyle birlikte, meşrutiyetçi Osmanlı bürokrasisi ve aydınlarıyla Sultan II. Abdülhamid arasında 30 sene sürecek olan bir iktidar kavgasının da başlangıcıydı.

Entelijansiya ve bürokrasi içerisinde büyüyen muhalefet


I. Abdülhamid, 1878'den sonra kendisinden önceki reformcu padişahlardan çok daha hızlı bir reform süreci başlattı. Onun döneminde özellikle eğitim alanındakİ gelişim ve modernleşme dikkat çekiciydi. Okul-öğretmen sayısının artması ve yapılan büyük yatırımlar sonucu modern eğitimin tabana yayılması, Osmanlı toplumunun alt ve orta kesimlerinin çocuklarına öğrenim görme ve bürokraside görev alma fırsatı sundu.

Genel anlamda olumlu sonuçlanması beklenen bu durum, II. Abdülhamid açısından yeni sorunların ortaya çıkması anlamına geliyordu. Ders içerikleri genellikle yeterince denetlenmeyen bu yeni modern okullarda okutulan Batılı bilim ve siyaset ağırlıklı dersler, öğrenci gençler üzerinde kısa süre içerisinde Yeni Osmanlı kuşağına benzer bir etkiye sebep oldu.


II. Abdülhamid'in bürokrasiden tasfiye ettiği meşrutiyetçi klikler, yavaş yavaş eğitim alanını ele geçirip propaganda aracı olarak kullanarak yeni kuşak öğrenci ve bürokratları Abdülhamid iktidarına karşı devşirmeye ve örgütlemeye başladı. Öğrenci, bürokrat ve daha sonra genç subaylardan oluşan bu yeni kuşak muhaliflere zamanla "Genç Türkler" denilmeye başlandı.

Muhalifler, Abdülhamid iktidarı boyunca ona karşı organize olarak yeni örgütler kurdu. 1889'da Askerî Tıbbiye öğrencileri tarafından kurulan İttihad-ı Osmanî ve 1906'da Selanik'te, içlerinde III. Ordu subaylarının da bulunduğu muhalifler tarafından kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, bunlardan en çok bilinenleridir. Daha sonra Osmanlı Devleti'nin en üst yönetici kadrolarını oluşturacak Talat, Cemal ve Enver Paşalar, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin üyesiydi.

Cumhuriyet'e devreden "Osmanlı aydını" mirası


Yakalanan ve Abdülhamid iktidarı tarafından sürgüne gönderilerek Avrupa şehirlerinde yaşamaya başlayan muhaliflerle, Osmanlı topraklarında entelijansiya, bürokrasi ve ordu içerisinde sürekli büyüyen muhalefetin bir süre sonra birleşmesi ve özellikle III. Ordu'yu etkisi altına alması,Abdülhamid için saltanatının sonu anlamına geliyordu. Muhalifler, önce 1908'de Makedonya'da başlattıkları isyanla Abdülhamid'i tekrar meşrutiyete geçişe ikna etti. Ardından 27 Nisan 1909'da III. Ordu'dan gönderilen askerî birliklerin müdahalesiyle tahttan indirerek sürgüne gönderdi.
Abdülhamid'in düşürülmesinden sonra Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı'nın kaybedildiği ve İttihatçı liderlerin ülkeyi terk ettiği 1 Kasım 1918'e kadar, artık muhalefette değil iktidarda olan İttihat ve Terakki Hükümetleri tarafından yönetildi.

I. Dünya Savaşı'nın kaybedilmesi, işgallerin başlaması ve Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde Millî Mücadele'nin kazanılmasının ardından kurulan yeni Cumhuriyet, Osmanlı'nın son yüzyılından kalan bu "aydın" mirasını da devraldı. Batı'yı taklit ve "yukarıdan aşağıya" bir dayatma modeliyle toplumu "modernleştirme" yöntemini terk etmeyen bu seküler aydın grubuyla özellikle muhafazakâr halk kitleleri arasında şiddetli uyuşmazlıklar yaşandı.


Cumhuriyet modernleşmesini geleneksel kültür ve kimlik köklerine bağlı olarak sürdürmenin mümkün ve gerekli olduğunu düşünen Ziya Gökalp, Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri, Fuat Köprülü, Şemsettin Günaltay, Hasan Ali Yücel gibi aydınların da varlığına karşın, istedikleri vatandaş ve yönetim modeline ulaşmak için askerî müdahaleyi bile "meşrû" gören bu "Osmanlı mirası" aydın kitlesi varlığını sürdürmeye devam etti.

BİZE ULAŞIN