Ayşe Melek: BİR KENDİNDEN KAÇIŞ YOLU OLARAK ENTELEKTÜEL BYPASS

BİR KENDİNDEN KAÇIŞ YOLU OLARAK ENTELEKTÜEL BYPASS
Giriş Tarihi: 1.3.2023 11:03 Son Güncelleme: 1.3.2023 11:08

Günümüz dünyasında giderek daha çok popülerlik kazanan Narsisizm kavramı ve Narkissos'un hikâyesi kulağınıza çalınmıştır; Narkissos kendine ve görüntüsüne öylesine âşıktır ki sonunda bu aşk ve hayranlık onu canından eder, kendi suretinin büyüsüne kapılarak suya düşerek boğulur. Genel kanı narsist özelliklere sahip kişilerin kendilerini aşırı seven ya da aşırı özgüvenli kimseler olduğu yönündedir, oysa gerçek tam tersidir. Bu kişilik özelliklerine sahip insanın sadece var olduğu için kendini sevemediği, kendine saygı göstermek ya da sevmek için muhakkak bir şeyler yapmak zorunda hissettiği gerçeği gözden kaçırılır. Narsistik yapıya sahip olanlar bir yanıyla kendi benliklerine yatırım yapıyor gibi görünseler de içlerinde yoğun bir dağılma endişesi yaşarlar. Bu sebeple tüm benlik kurguları benliğine yönelik gerçek bir yatırım -sevgi, yakınlık, dostluk- olmaktan ziyade hayranlık uyandırmayı hedefleyen bir sahne şovundan ibarettir.

Karen Horney narsisizm duvarının "kişinin sevgi beklentisini yok ettiği"nden söz eder. Bu, üzerine uzun uzun düşünmeyi hak eden bir söz bana kalırsa. Başlangıçta sözünü ettiğim Narkissos'un hikâyesinin başka bir boyutu tam da burayla ilgili; hayranlık beklentisi içindeki kişi kendinde olan ne varsa gerçek dışı bir biçimde büyütür. Benliğin büyütülmesine dair bu ihtiyaç kendinde var olmayan yetilerle ilgilidir. Buna bir bakıma gerçekkendilik kaybı da diyebiliriz; hayranlık duyulmasına olan açlık, sevgiyi dışlar. Tıpkı Narkissos'un Ekho'nun sevgisini dışlaması gibi.

Narsistin acıklı hikâyesi

Narsisizmi derinden anlamak için sevgiye dair bu reddedişi anlamak önemli. İnsan ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu bir şeyi niçin reddeder? Neden hakiki, doyurucu, çabasız ve dingin bir sevgi yerine her an performans göstermek zorunda olduğu, içten içe kaybetmekten korktuğu, çok sert bir kabukla bu korkuyu örterek hayatta kalabildiği hayranlık denen şaşaalı ama kaybı pamuk ipliğine bağlı olan bir ilgiyi tercih eder?

İşte bu narsistin acıklı hikâyesidir; dayanılmaz derecede can yakıcı olan bir duyguyla durmaksızın mücadele eder; derin bir kayıp ve terkedilme korkusuyla. Bu acıyı hissettiği andan itibaren duygusal yatırımını ikinci bir kişiye yapmak yerine kendini bu kaybın acısından koruyacak yeni bir yol bulur, sevdiği herkes ona ihanet edebilir, öyleyse onu koruyabilecek tek bir kişi vardır; kendi.

Kernberg bu yönüyle narsizmi bir savunma mekanizması olarak görür. Narsizm aslında üç yaşına kadarki evrede bebeğin anne babasını kaybetme veya onlar tarafından terk edilme kaygısını dindirmek üzere geliştirdiği bir mekanizmadır. Bebek anne babadan çektiği duygusal yatırımı kendine yapmaya koyulur. Bu bozulmuş ilişki biçimi, sahte ve büyüklenmeci bir kendilikle yetişkinliğe kadar taşınır ve sonunda narsizme sebep olur.


Kişinin oluşturulduğu bu sahte ve büyütülmüş benlik imajı, çocuklukta yaşadığı "Terk edilecek miyim?" kaygısını tekrar yaşamaktan korunmasına sebep olur. Bu koruma stratejisi kayıptan kaçınmak bakımından bir kazanç gibi görünse de hayati öneme sahip olan "yakınlık"tan mahrum kalmak anlamına gelir çünkü narsistik kişiliğe sahip olan biri için her şey ve herkes yalnızca birer araçtır. Narsisist kendiyle ya da bir ötekiyle yakın ilişki kuramaz. Bu aynı zamanda dış dünyaya yönelik ciddi bir güven kaybını da işaret eder.

"Aykırı" ve "farklı" olma duygusu


Günümüz toplumunda adeta bir zorunluluk haline gelmiş olan kültürel aktiviteler yapma, entelektüel olma ya da görünme çabasına baktığımızda bu çabaların altından gelen bazı narsisistik kokuları duyabiliriz. Sevilmeye dair doyumu yeterince alamamış, dış dünyanın ve diğerinin yeterince güvenli olmadığını hisseden birisi bu yatırımı elbette çözümü sahte bir benlik üzerinden kendisine yapmakta bulabilir.

Okuduğu kitaplarla, izlediği film/ dizilerle, entelektüel derinliğiyle(!) tahakküm kuran, adeta pazardaki bir mal gibi bunları pazarlayan ve muhatabını bu
yolla ezmekten örtük bir haz duyan insanlarla karşılaşmış olabilirsiniz. Kültürel aktivite yaparak ya da entelektüel bazı meraklar üzerinden de kişi içinde var olan derin boşluğu doldurma gayretine ya da diğerlerinin hayranlığını kazanma çabasına girişmiş olabilir.

Narsistik kişilik yapısı insana birçok özellik bakımından olağanüstü olduğu düşüncesini verir, bunun gerçekçi temellere dayanması gerekmez, hatta çoğunlukla gerçekçi temellere dayanmaz da. Bu düşünce, sahip olduğu "olağanüstü" özelliklerinden dolayı bireye bulunduğu sosyal ortamlarda "aykırı" ya da "farklı" olduğu duygusunu da verir. Böylece herkesten daha fazla ilgiyi hak ettiğini düşünür. O pek tabii muhteşem fikirleri ve derin dünyasıyla sıradan insanlarla aynı muameleyi görmemelidir(!)

Kültürel ilgi ve merakların geçer akçe kabul edildiği günümüz toplumunda entelektüel çaba, narsisti iç dünyasına sirayet etmeyen yüzeysel bir ilginin nesnesi haline getirebilir. Böylece bir döngü başlar; entelektüel görünümle hayranlığı kazanır, hayranlık kazandıkça bu görünümü sürdürme zorunluluğu yaşar. Her kitap hakkında fikri olmalı, her filmi ucundan köşesinden izlemeli, her akımı bilmeli, her şey hakkında fikri olmalı ki hayranlık
uyandırmaya devam edebilsin.

Dilin ve sembollerin dünyasına geçiş


Burada iki konudan ayrı ayrı bahsetmek gerekebilir. Bunlardan biri kültürel aktivite ya da entelektüel faaliyetlerin bizi doyuma ulaştırması yönünde bir kültürel faaliyetler için sarf ettiğimiz eforun temelde görünme arzumuza dayanmasıdır. Gelişimsel olarak baktığımızda sanatsal, kültürel ya da entelektüel tüm faaliyetler üst düzey bir zihinsel ve duygusal örgütlenmeyi işaret eder. Zihin geliştikçe, yapı olgunlaştıkça kendimizi eylemlerle ifade etmek yerine sembollerle ifade edebilmeye başlarız. Deneyimin dünyasından çıkıp dilin ve sembollerin dünyasına geçiş yaptığımız yer burasıdır.

Bu aynı zamanda beşerden insan olmaya giden yoldur. Acıktığımızda bağırıp ağlamayız da "acıktım" deriz mesela. Daha da ileri gidip açlığı şiirle, resimle ya da müzikle sembolik bir biçimde anlatabiliriz. Bütün bunları yapabilmemiz için ilişkiyle ve besleyici temasla doyurulmuş bir iç dünyaya ya da anlamlandırma kapasitesi oldukça gelişmiş bir zihin yapısına ihtiyacımız vardır. Böylece başımıza gelenlere dürtüsel ve ani tepkiler vermek
yerine ne yaşadığımıza anlam verebilir ve bu anlamı tekrar tekrar üretebiliriz.

İnsan kendi üzerine düşünebilme kapasitesi olan tek canlı... Eyliyoruz ve aynı zamanda eylediklerimize dışarıdan bakabiliyoruz; böylece anlam üretiyoruz. Birbirimizle ilişki kurmamızı, birbirimizi anlamamızı sağlayan şey de bu hatta daha da ileriye gidecek olursak kültürel mirasın aktarılabilmesinin yolu. Bu sembolik sistem bize ölümsüzlüğün de kapısını aralıyor, belki de her şey bunun uğruna. Kendimizin de dışına çıkmış oluyoruz aslında böylece.

Kendini gösterme arzusu


"Kendinin dışına çıkmak" hayal kırıklığını göze almak demek; eksik, zayıf ve muhtaç olduğumuz gerçeğine yaklaşmak. Gılgamış'ın hikâyesindeki gibi, dışarıdan içeriye, başkasına duyduğumuz sevgiyle, başkasının sevgisini almayı kabul etmekle ama aynı zamanda onun kaybının verdiği acıyla yoğrulduğumuz, ölümsüzlüğün peşine düştüğümüz yolda ölümlü oluşumuza razı oluşun getirdiği olgunlaşma uğruna her şey.

İçsel bir merak ve keşif duygusuyla bilmeye ve sanata yönelmek, bu yönelişin bizi dünyayı ve kendimizi anlama noktasında geliştirip zenginleştirmesi
başka bir şeydir. Bu tür bir ilgi dışarıdan görülme mecburiyeti duymaz, sessiz ve sakindir. Görülme ve hayranlık uyandırma ihtiyacıyla ya da toplumun geri kalanına benzememek kaygısıyla yapıldığında yüzeysel ve gürültülü bir eyleme dönüşür. Kendimizle aramıza mesafe koymak, iç dünyamızdan uzaklaşmak için de kimi zaman entelektüel meraklara yönelebiliriz ki bu da içsel bir derinleşmeden ziyade alanında uzmanlaşma ya da en fazla bilgi birikimi kazandırabilir.

Peki, bahsettiğimiz kültürel ya da entelektüel faaliyetlerin bizi doyuma ulaştırması ya da görünür kılması beklentimiz bu hikâyenin neresinde? Görülmemiş çocuğun kendini gösterme arzusu diyebilir miyiz buna? İçeri almayı kayıp korkusuyla reddettiği sevginin yerini doldurmaya çalıştığı sonsuz bir hayranlık arayışı diyebilir miyiz? Sevginin alınamamasının yarattığı boşluğa ve beraberinde getirdiği acıya değmekten korktuğumuz için iyi birer kitap okuyucusu, film izleyicisi ya da sanatsever olmuş olmamız mümkün mü? Bu sorular yazıyı okuyan herkesin kendi iç dünyasına giderek, yargısız bir merakla bakması, araştırması ve dürüstçe cevaplaması gereken sorular olarak burada dursun.

BİZE ULAŞIN