Bercan Tutar: KÜLLERİNDEN DOĞAN EJDERHA!

KÜLLERİNDEN DOĞAN EJDERHA!
Giriş Tarihi: 17.5.2022 15:31 Son Güncelleme: 17.5.2022 15:31
Gelişmekte olan ülke” paradoksunu kırarak “gelişmiş ülke” statüsüne yükselen ilk Batı dışı aktör Japonya olmuştu. Bugün Asya Pasifik’te Japonya dışında bu paradoksu aşan ülkelerden biri de Çin. Üstelik kalkınma modeliyle emperyalist sistemin kimyasını bozuyor.

Başını Türkiye, Çin ve Rusya'nın çektiği yeni bir dünya kuruluyor. Bu üç ülke 20'nci yüzyıla demokratik devrimlerle başlamıştı. Bu ülkelerin yüzyıl sonra yine emperyal hegemonyaya karşı mücadelenin en ön saflarında yer almaları elbette bir rastlantı olamaz.

Geçen asır her biri farklı biçimlerde paranteze alınan bu aktörler şimdi Batı'ya karşı daha avantajlı bir konumda görünüyor. Bu üç ülke, son dönemlerdeki jeo-politik dengeleri sarsan çıkışlarıyla Atlantik sistemi üzerinde adeta "Demokles'in kılıcı" gibi sallanıyor. Her biri başlı başına farklı kutupları temsil eden bu üç ülke içinde Çin, kalkınma modeliyle emperyalist sistemin kimyasını bozuyor.

Çin'in özellikle bir alternatif olarak yükselmesi Atlantik'in dünyaya dayattığı jeo-ekonomik sistemi ve bunu temsil eden küresel kurumların meşruiyetini yıpratıyor. Geldiğimiz aşamada dolarizasyonun egemenliğini simgeleyen Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu başta olmak üzere G7 ve diğer küresel ölçekteki finansal kurumlara ait tek tip reçetelerin raf ömrü hayli kısalmış görünüyor.

Zira çok kutupluluk bir realiteye dönüştükçe ABD'nin II. Dünya Savaşı ile birlikte dünyaya dayattığı neo-liberal paradigma ve ekonomik sistem de her taraftan çözülmeye başladı. Bugün insanlık yeni bir dünya inşa etmenin eşiğinde... Bunun doğum sancılarını yaşıyoruz.

"Gelişmekte olan ülke" paradoksunu kırarak "gelişmiş ülke" statüsüne yükselen ilk Batı dışı aktör Japonya olmuştu. Bugün Asya Pasifik'te Japonya dışında bu paradoksu aşan ülkelerden biri de Çin. Hatta bu kategoriye Singapur, Tayvan, Güney Kore'yi ekleyenler de var.

Fakat Çin, emperyalist kalkınma paradoksunu yerle bir ederek Atlantik'in şimşeklerini üzerine çekiyor. Bu da Çin'in izlediği kalkınma modelinin emperyalist paradigmayı tehdit etmesinden kaynaklanıyor. Çin, kapitalist üretim ilişkilerinden farklı bir paradigma ile yükseliyor. Çünkü Çin'in kalkınmasında lokomotif işlevi gören devlet, aldığı tedbirlerle küresel emperyalist sistemin ekonomiye müdahalesini engelliyor.

Emperyal çarkı kıran dişli…

Benzer şekilde geç kapitalizmin kalkınma modelleri olarak anılan Almanya, Japonya ve İtalya'da da devlet öncü rol oynamıştı. Ancak bu ülkeler en nihayetinde küresel emperyal zincirin birer halkası haline getirilerek sistem içinde asimile edildi.

Çin ise hem sistemin asimilasyonuna karşı koyabiliyor hem de kapitalist ülkelerden ve emperyalist piyasalardan bağımsız bir kalkınma modelini temsil ediyor. Unutmayalım ki emperyalizmin en büyük hedefi mili devletleri zayıflatarak başta çalışan kesimlerin kazançları olmak üzere bütün ekonomik ve siyasi hayatı vesayet altına alarak sömürmektir.

Devletin zaafa uğraması emperyal güçlerin toplumsal, siyasi, kültürel, tarihi ve ekonomik fay hatları üzerindeki manipülasyonlarını artırır. Böylece dış mihraklar iç siyasette ve ekonomide kazandıkları mevziler yoluyla hedef seçtikleri ülkenin her tür maddi ve insani zenginliğini sonuna kadar yağmalar.

Bu nedenle milletinin kazanımlarını koruyamayan bir devletin ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmesi muhaldir. Her şeyden önce devletin bütün imkânlarını ekonomik bağımsızlık için seferber etmesi gerekir.

Bu bağlamda ekonomik kalkınmanın temel gücü millettir, milli birliktir. Asıl olan milletin üretim kapasitesinin en üst düzeye çıkarılması ve ortaya çıkan bu zenginliğin de emperyal merkez tarafından talan

devletin engel olmasıdır.

Gelişmekte olan ülkelerin en büyük çıkmazı işte buradadır. Güçlü bir devlete sahip olamayışlarıdır. Zira emperyal statüko, devletlerin halkın milli iradesine göre hareket ederek ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmesine izin vermez.

Bu nedenle bir milletin enerji ve potansiyelini ülkesi için seferber etmesi ancak ve ancak devletin o milletin örgütlenmiş, cisimleşmiş, vücut bulmuş, eğilmez ve bükülmez siyasi iradesine dönüşmesiyle mümkündür.

Mucizevî başarının dört sütunu

Herkesin bildiği üzere üretim ilişkilerinin merkezinde mülkiyet ilişkileri yer alır. Çin ekonomisi bugün devletin öncülük yaptığı bir karma ekonomidir. Kapitalist kar güdüsü sömürüye dayalı ilişkileri sistemleştirdiği için piyasa güçlerinin insafına terk edilmiş bir ekonomi çökmeye mahkûmdur.

Ekonomik ezberleri bozan Çin, muazzam ölçekteki demografik, coğrafi ve jeo-politik dezavantajlarına rağmen dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik başarı elde etti. Dünya son yıllarda bu başarı formülünün kodlarını çözmeye ve anlamaya çalışıyor.

Uzmanlara göre bu başarının sırrı dört unsura dayanıyor.

1. Ulusal egemenliği ilerletmeye ve dış müdahalelerin etkilerini sınırlamaya yönelik bağımsızlıkçı bir ekonomiyi hayata geçirmek.
2. Devlet öncülüğünde karma bir ekonomik sistemi sürdürmek için tutarlılık ve uzun vadeli planlama yetilerine sahip bir partinin liderliğine dayanmak.
3. Ulusal bilim ve teknoloji stratejisinden beslenen güçlü bir endüstriyel altyapının inşası.
4. Sosyo-kültürel ve ekonomik anlamda daha yüksek bir yaşam standardına erişmeyi gözeten dengeli bir gelişme ile adil bir paylaşım anlayışını sürdürmek.
Çin'in mucizevi başarısı işte bu dört sütuna dayanıyor. "Mucize" ifadesini olur olmaz kullanmaya karşı biriyim. Ancak Çin yönetiminin gerçekleştirdiği kalkınma hamlesi gerçekten de "mucizevi" sıfatını fazlasıyla hak ediyor.

Afrika sıralamasından dünya liderliğine

İşte birkaç neden… Bugün 40 trilyon dolarlık cirosuyla küresel ekonominin neredeyse yarısına hükmeden Atlantik sisteminin uykularını kaçıran Çin, 1949 yılında dünyanın en fakir ülkelerinden biriydi. 1970'lerde kişi başına düşen milli gelirde Afrika ülkeleriyle aynı kategoride yer alıyordu.

Çin, tarımsal ekonominin dayattığı ortaçağ koşulları, zayıf sanayi ve yarı sömürge mirasının felç edici etkisi altındaydı. Küresel nüfusun yüzde 22'sine sahip olan Çin, demografik zenginliğiyle karşılaştırılamayacak bir doğal kaynak kıtlığıyla boğuşuyor. Ülkedeki topraklarının yüzde 65'i hiçbir şekilde tarıma uygun değil. Küresel ölçekte topraklarının sadece yüzde 7'si tarımsal ve sulanabilir niteliğe sahip. Yani dünya nüfusunun yüzde 22'sini beslemesi gereken Çin, dünyanın ekilebilir arazisinin sadece yüzde 7'sine sahip durumda.

Ayrıca artan kentleşme, çevre kirliliği ve çölleşme nedeniyle ekilebilir alanın yılda yaklaşık 2 bin 500 kilometrekare azaldığı da tahmin edilmektedir. Buna rağmen, 1990 ila 2003 yılları arasında Çin'deki tarımsal üretim yüzde 90 oranında arttı.

Benzer şekilde Çin, dünya doğal kaynaklarının sadece yüzde 8'ini elinde bulunduruyor. Üstelik 56 farklı etnik unsurdan oluşan Çin'in topraklarının çok az kısmı insan ikametine uygun. Demografik ve coğrafi zorluklar yanında etnik, sosyal ve siyasi sorunlarla da uğraşan bir ülke.

Bu tabloya Atlantik'in dışarıdan uyguladığı jeo-politik ve ekonomik engelleri katınca vaziyet daha da çetrefilleşiyor. Örneğin Çin sırf ideolojik nedenlerle 1971'e kadar BM üyesi yapılmamıştır. Hâlâ da Çin, ABD liderliğindeki Batı'nın bir numaralı hedefidir. Çin'i kuşatma ve dizginleme siyasetinin en açık örneği, ABD Başkanı Donald Trump'ın 2016'dan 2020'ye kadar Çin'e karşı ambargo ve yaptırımlarla yürüttüğü ekonomik savaştır.

Çin'e yönelik savaşın işaret fişeğini ise "Pivot Asia" (Oyunu Asya'da Kurmak) sloganıyla dönemin ABD Başkanı Barack Obama 2009'da ateşlemişti. Obama'dan sonra gelen Trump bu siyaseti daha da derinleştirerek sürdürdü. Trump'tan sonra gelen Joe Biden da aynı çizgiyi devam ettiriyor.

Ne var ki bütün bu iç ve dış zorlukları aşan Çin, gelişen ve gelişmekte olan dünyaya hem ilham hem de direnç aşılıyor.

Unutmayalım ki Çin, 1979 yılından bu yana ekonomik kriz yaşamamış tek ekonomidir. 1979-2018 arasında Çin yıllık yüzde 9,4 büyüme sağlayarak dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline geldi. Daha 2015'te dünyadaki çamaşır makinelerinin yüzde 40'ı, tekstil ürünlerinin yüzde 50'si, düğmelerin yüzde 60'ı, ayakkabıların yüzde 70'i, TV'lerin yüzde 80'i ve oyuncakların yüzde 90'ı Çin'de üretiliyordu.

Çin şu an gelişen ülkelere en fazla kredi sağlayan ülke. Dış yatırımda ise ikinci ülke konumunda… Yeşil endüstride ilk sırada yer alıyor. Dünyanın en büyük elektrikli otobüs üreticisi… Güneş, rüzgâr ve hidroelektrik gibi yenilenebilir enerji üretiminde ise Çin, dünya lideri pozisyonunda.

Batılı yaftaları çürüten hamleler

Batı dünyası Çin'in bu mucizevi ekonomik büyümesini önemsizleştirmek için "ucuz emek gücü" ve "teknoloji hırsızlığı" gibi çeşitli manipülasyonlara başvuruyor. Öte yandan Çin'in Batılı kapitalist sistemle bütünleşerek emperyalist bir strateji izlediği tezi de sakız gibi çiğneniyor.

Çin'in yabancı teknoloji transferine dayanan yatırım anlayışını "teknoloji hırsızlığı" olarak yaftalamak tam da ABD ve Avrupa'ya yakışır bir çarpıtmadır. Şurası açık ki asıl teknoloji hırsızlığı ve casusluğuyla gelişenler bizzat ABD'nin ve Avrupa'nın kendisidir.

Batı kapitalizminin başarısı "30 Yıl, Napolyon, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları" gibi küresel ölçekli emperyalist paylaşım mücadelelerine dayanır. Batı'nın başarısı esas olarak serbest piyasa kapitalizminden ziyade sömürgecilik ve kölecilik aracılığıyla edinilen zora dayalı sermaye birikimi ile emperyalist talan ve yağmaya dayalı servet transferlerine borçludur.

Çin'in ekonomik kalkınmasının bu anlamda Batılı sömürü modeliyle bir benzerliğinden bahsetmek hayli güç… Unutmayalım Çin'in 1978 ila 2015 arasında 30 kat büyüyen ekonomisinde Batılı tarzda bir dış sömürü ve talanın payı hiç yok.

Zira Çin'in 1978'de kişi başına düşen geliri Somali ve Sudan ile Sahra Altı Afrika'sındaki ülkelerden daha azdı. Şimdi geliri kişi başı 11 bin dolar civarında.

Bu bağlamda emperyalist neo-liberal tez karşısındaki tek başarılı alternatif Çin modelidir. "Emek sömürüsü ve "teknoloji hırsızlığı" gibi emperyal yaftaları çürüten Çin, bugün sadece endüstriyel alanda değil yeşil enerji, yapay zekâ ve 5G uygulamalarında görüldüğü üzere ileri teknoloji ve inovasyonda da Batı'yı sollamıştır.

ABD'nin uykularını kaçıran diğer bir gerçek de Çin'in hem bu teknolojiyi hem de kalkınma modelini "Ben başardıysam siz de yapabilirsiniz" diyerek dünyayla paylaşmasıdır. Çin'in mucizevi başarısı ve dünyaya yaptığı bu barışçıl çağrılar, Batı'nın "hegemonik çöküşünü" derinleştirirken, yeni dünyanın ete kemiğe bürünme sürecini de her geçen gün daha da hızlandırıyor.

BİZE ULAŞIN