Mustafa Akar: Tahrif ve imha: Solun kimlik paranoyaları

Tahrif ve imha: Solun kimlik paranoyaları
Giriş Tarihi: 19.2.2021 13:17 Son Güncelleme: 19.2.2021 13:17
Adını net koyalım, Türkiye'de kendine ''Solcuyum'' diyenlerin büyükçe bir kısmı ''İslam Paranıyası'' içinde yaşadılar. 28 Şubat, sekülerlerin paranoyalarının en üst noktası idi aslında.

Gazetecilik mesleğine Milliyet gazetesinde başladım. Düzeltmen olarak girdiğim Milliyet'te Haber Merkezi editörlüğü yaptığım sıralarda ayrıldım. Ayrılmamın sebepleri bu yazının dışında kalıyor. Milliyet'te iki binli yılların başında çalışmaya başlamıştım. İşe girerken, elbette o zamanki yazı işleri müdürüne siyasi görüşlerimi söylemiştim. Kendini özgürlükçü biri olarak tanımlayan yazı işleri müdürü, siyasi görüşümün ve geleneğe olan ilgimin çalışacağım tashih servisi için bir avantaj olduğunu düşünüyordu.

Biraz Osmanlıca bilmem, Arapçaya olan yatkınlığım, edebiyattan gelmem doğrusu onlar için bir avantajdı. Benim için de bir avantaj olduğunu söyleyebilirim. Çünkü Milliyet gibi bir gazetede mesleğe başlamak o zaman önemliydi. Ki zamanla düzelti servisinden Haber Merkezi bölümüne kadar da ilerledim.

Milliyet'te çalıştığım yıllar benim için aynı zamanda basın hayatını, gazeteci milletini tanımam için de bulunmaz nimetti. Neden saklayayım, her zaman, kendi adıma, gazeteciliği "düşük" bir yazı üretim işi olarak görüyordum çünkü. Bunda haklılık payımın olduğunu hâlen düşünürüm.

Gazeteciler, entelektüel yazı üretemedikleri için hayatlarını yazarak kazanan insanlardı. Entelektüel yazı faaliyetinin kendi içinde geçeli kuralları olsa da, her yazarın "üslup" dediğimiz o kurallardan ayrıldığı, hatta kendince bir yazım tekniği geliştirdiği yanlar da vardı. Oysa gazetede bir haberin yazılış şekli piramit kuralıyla belirlenmişti. Önce özet, sonra ayrıntı… Bunlar sadece Öztürkçe kelimeleri seçmede gösterilen inatla, Nurullah Ataç gibi "ve" bağlacını kullanmamakta gösterilen imtina ile de çoğaltılabilir.

Şimdinin okuruna garip gelecek inatlar bunlar, öyle ama şunu da unutmayalım; entelektüellerin büyükçe bir kısmı takıntıları sayesinde yazar olabilmiş insanlardır. Hemingway'in ayakta yazma alışkanlığı gibi uç örneklerle birlikte, bizde de geleneğe olan düşmanlıktan beslenen bazı kötü örnekler de vardır. Misal, Tahsin Yücel'in Yalan adlı romanındaki edebiyat öğretmeni olan kahramanına "yazın öğretmeni" deme tercihi gibi. Nedense hepimiz bu ülkede o öğretmen grubunun "edebiyat öğretmeni" olarak tanımlandığını biliriz.

Peki, romancı neden "yazın öğretmeni" diyor. Şundan: Çünkü toplumu kendine göre daha aşağıda bir yerde görüyor, geldiği sınıftan ötürü, onu geliştirebileceğini, kafasındaki "tez"lerle okuru kendi çıtasına yükselteceğini düşünüyor. Ülkemizde bu işin ilk pirlerinden Ataç en azından öyleydi. Tahsin Yücel de tutumunu tercümelerine kadar sürdürdü.

"Geri zekâlı halk"ı eğitmek

Gazeteci milleti de aslında edebiyata "yazın" demekten hoşlanan edebiyatçıların entelektüel üretim yapamayan bir türü olduklarından "tez"li tutumlarını hep sürdürdüler. Gazeteciler özellikle Aydın Doğan'lı doksanlarda herkesin "sağcı"laştığı bir ülkede solcu olduklarını düşünerek, "geri zekâlı" halkı eğiteceklerdi. Çetin Altan ve Hasan Pulur yıllarca bunun için yazdılar. Yazılarındaki "köylü", "kasketli" adam Halk Parti'sinin oydaşıdır en fazla. Bu ülkede dindar insanların da yaşadığı gerçeğini görmezden geldiler. Görüyorlarsa da, o tarafa bakmak istemediler.

Gel gör ki, hepsinin hayatında bir tekke meselesi, bir hacı, şeyh baba hikâyesi bulunmaktaydı. (Bunun için iki kitabı hemen tavsiye edeyim: Mine Söğüt'ün Adalet Cimcoz biyografisi ve Güngör Tekçe'nin Zafir Konağında Bir Tuhaf Zaman'ı) Kendileriyle dindar kesim arasında da böylesi bir ortaklık bulmak istiyorlardı ama kendi şeyh babaları zaten Anadolulu dindarlardan farklıydı. Sanırım dindar kesimin gerçeklerini ilk defa merhum Necmettin Erbakan hoca gözlerine sokmuştur, iyi de yapmıştır. Ta ki 28 Şubat'tan sonra geri adım atıncaya kadar.

Milliyet'te çalıştığım günlerden devam edeyim… Bir gece haber merkezinde bir haber tartışılıyor. Evrim Teorisi hakkında zırva bir şey. Yani teorinin bilimsel tartışmasına katkı sağlamaktan uzak anlamında zırva… Çünkü sansasyon yaratmakla ünlü bir yurtdışı kaynağın ürettiği, evrim teorisinde de çok tartışılan "geçiş kuşağı formunda bir fosil" bulunduğuna dair her yanından bilinçli üretildiği anlaşılan bir haber yani. Haberin zırva olduğunu herkes biliyor bilmesine ama son kararı gece yazı işleri müdürü verecek. Aynen şöyle diyor: "Haber yalan hatta sansasyonel olabilir, farkındayım ama ikinci sayfaya büyük girelim haberi. Çorap kokan dindarların kafalarına çakarız işte."

Özgün olduğundan şüphe duyulan haber gazeteye giriyor. Çünkü gazetedeki orta sınıftan gelme yazı işleri müdürü böylece bir rövanş aldığını düşünüyor. Ancak bir Galeano hikâyesinde hoş duracak olan haberin gazeteye seçilmesini anlatıyor oluşum, Türkiye'deki sekülerlerin hiç bitmeyen "dindar kesim" paranoyalarının patolojik bir vakadan çok bir aşağılık kompleksinin tezahürü olduğunu göstermeye çalışmaktır. O yıllarda sadece temizlik görevlileriyle birlikte üç kişi kullandığımız mescitte bile havalandırma deliği olmamasının altında yatan sır buydu.

Sekülerlerin laisizm patolojisi

28 Şubat, sekülerlerin paranoyalarının en üst noktası idi aslında. Çünkü hep görmezden geldikleri, türlü bahanelerle geçiştirdikleri, bir tarafıyla tarihin tozlu raflarına itelemek için uğraştıkları birileri yönetime talip olmuş ve bir şekilde iktidara gelmişti. O iktidar çok kısa sürdü sürmesine ama seküler paranoyayı patolojik hâle getirdi.

28 Şubat'ın çocukları kendi paranoyalarını yenebilmişken, 28 Şubat'ı alkışlayan sekülerler laisizmin bir hayat biçimi olduğu diskurunu dillendirmeye başladılar. Hatta ve hatta bir "inanç özgürlüğü" olduğunu söyleyenler oldu aralarında. Aydınlanma ve modernitenin sonucu olan laisizm Fransız ve ekim devrimlerinin içinden geçerek gelişmişti. İnsanın özgürleşmesi, aynı zamanda kilise karşısında insanın ihya edilmesi demekti. Ama mesela 28 Şubat'tan hemen sonra Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin bir faaliyetine katılan bir arkadaşım, adının Furkan olduğu öğrenildikten sonra öğrenci kulübünden dışlanacaktı.

Yine bir TV programında, neden başörtülü öğrencileri derslere almadıkları sorulan birtakım üniversite hocaları, çağdaş yaşamı baltalamamak, Atatürk ilke ve inkılaplarını çiğnetmemek için bunu yaptıklarını söyleyeceklerdi. Meselenin aydınlanma ile, laikliğin tanıdığı inanç özgürlüğü ile bir alakası yoktu çünkü. Ki o zamanlar meşhur olan bir derginin manşetinde şu satırlar yazıyordu: Din devlete karışmıyor; ama neden devlet dine karışıyor…

Özel TV'lerin yayılmasıyla birlikte hız kazandı böylece; İslam ve demokrasi, meal, tefsir ve modern düzende dini yaşamak terkipleri. Gelsin "orucu nelerin bozduğu", gitsin "başörtüsüne türban mı yaşmak mı diyeceğiz" tartışmaları. Gelsin "içki içmek benim modern özgürlük alanımdır" tartışmaları, gitsin "her mahallede bir cami var, neden vergilerim Diyanet'e gidiyor" şikâyetleri… Süreç ilerledikçe hep şunu görüyorduk, ne kadar tartışırsak tartışalım hiçbir mesele çözülemiyor. Çünkü tartışmak, karmaşık olanı daha da karışık hâle getiriyor.

Kendi paranoyası içinde kendisi için bir yer

Adını net koyalım, Türkiye'de kendine "solcuyum" diyenlerin büyükçe kısmı bir "İslam paranoyası" içinde yaşadılar. İsmet Özel'in dediği gibi "Sosyalist düşüncenin Türkiye'de 'Batılılaşma' dışında bir toplumsal rantı yoktur. Sosyalizm varlık teminatını dünyadaki hâkimiyet sisteminin Türkiye'ye mümkün olduğu kadar çok müdahale etmesinde bulur." Sol varlık sebebini bir "eve dönme" mücadelesi üzerinden konuşmaz, evin reddi üzerinden tartışmak ister. Öyle ya, özgür düşünce itirazlardan, aykırı çıkışlardan beslenmektedir.

"Doğu Sorunu"na hiçbir çözüm getirememiş sosyalizm, doğudaki sosyalistlerini evin dışına itmiştir aslında. Kemal Tahir ve onun etkisi altındakiler "yerli bir sol" talep ederler bu yüzden. Attila İlhan ve İlhan Selçuk gibi Kemalist solcular ulusalcılığın altını çizerler. Aydınlıkçı Kemalist Cumhuriyetçi solculuk da vardır, yönümüzü Rusya'ya ve Çin'e dönmemiz gerektiği teklifinde bulunurlar.

Sol hep kendi paranoyası içinde kendisi için bir yer uydurmak ister. Arada yersiz kalanlar ise zaten sınırların insanları hapsetmek için uydurulduğunu söyleyen romantiklerdir. Nerede doğduklarının ve kim olduklarının pek de önemi yoktur onlar için. Brüksel'de yaşamakla Roma'da yaşamanın arasında bir fark görmezler. "Hiç olmazsa Batılılar" insanlardır. Bizim Türk halkına ise her şey müstahaktır. Ne hâlleri varsa görsünlerdir"; içlerinden bazıları tam da bu sebepten solculuğu bırakıp kendini reklamcılığa, tüccarlığa vurur.

Geçenlerde okuduğum Tuncay Birkan'ın Sol: Evin Reddi kitabında geçiyordu yukarıdaki satırlar. Solun yerlilik arayışlarını eleştirirken şunları söylüyordu Birkan: "CHP (…) halkı ürkütmemek için 'israftan' dem vurmakta, Ayasofya ve Kariye müzelerinin cami yapılması aleyhinde tek söz etmemeye özen göstermekte…" (Tuncay Birkan, Sol: Evin Reddi, Metis Ocak 2021.) Alın size taş gibi paranoya. Yüzyıllarca cami olan bir mekân aslına rücu ettirildiğinde bile bir Batılı gibi tepki vermek zorunda olan insana Türk solcusu diyorlar sanırım. Gerçi Türkiyeli solcu demek daha doğru olacak.

Türk solcusu ifadesini kabul etmeyebilir Birkan…

Solun kimlik paranoyası

Takip edenler biliyordur, Avrupa ve Amerika'da yeni sol hareketleri Marksizm içinden yeni tartışma konuları bulabiliyorlar. Sınıf tartışmasını alevlendiriyorlar yani. Oysa Türkiye'deki solcular sınıftan kaçıp toplumsal meseleleri kimlik üzerinden konuşmak istiyorlar. Bu da ister istemez solcuların büyük kısmını özellikle orta yaşlarında ulusalcı çizgide buluşturabiliyor. Solun sınıf üzerinden çıkardığı her tartışma Türk düşünce hayatı için bereketli işlerken, kimlik üzerinden açmaya çalıştığı tartışma kadükleşiyor. Hatta ironik bir hâl aldığı bile söylenebilir.

2004 yılında Amerika'daki prestijli bir sinema okulunun bir konferansına katılan "solcu" yönetmenimiz Zeki Demirkubuz, kendisine yöneltilen sorulardaki "Türk yönetmen" vurgusundan rahatsız olur ve bu tanımlamadan hoşlanmadığını, kendini yalnızca "film yönetmeni" olarak gördüğünü, Türkiye'de yaşadığı için kaçınılmaz olarak filmlerinin malzemesini Türkiye toplumunun oluşturduğunu, ancak sanatsal olarak en fazla beslendiği kaynakların Rus edebiyatı ve sineması olduğunu ifade eder. Oysa kimlik temelli bu konuşma ne kadar da anlamsızdır. (Asuman Suner, Hayalet Ev, Metis 2006)

Öyle uzun boylu tespitlere, beyin yakan sorgulamalara gerek yok. Yukarıda bahsettiğim kimlik paranoyası büyük bir patolojidir. Bugün solcuların en büyük aşağılık kompleksleri bir Batılı olarak doğmamış olmaktır. Londra, Paris ya da Viyana yerine Yozgat'ta, Trabzon'da, İstanbul'da doğmuştur. Meseleyi gidip dönüp kimlik paranoyasına taşımasının temel psikozu da oralarda bir yerde yatmaktadır.

Marksistler topluma sınıfsal olarak bakar. Sınıflar arasındaki çelişkileri de dinamik malzeme olarak yorumlarlar. Toplumu homojen olarak görmek istemezler mesela. Heterojen toplum yapısı hoşlarına gider. Mesela Kürtler denildiği zaman devlete isyan eden Kürtlerle, devletinin yanında olan Kürtleri birbirinden ayırırlar. Devletinin yanında olan insanları burjuvazinin katalizörü olmakla suçlarlar. Geleneği tam olarak reddetmezler, ondan faydalanmak isterler ama içinden ilerici unsurları da seçip ayırmak niyetindedirler.

Bunun en güzel örneği Mevlâna ve Yunus Emre örneğidir. Bu iki isimde bazı ilerici unsurlar bulurlar, diğer yanlarını ayırır, üstünü kapatırlar. Yunus Emre'nin bir tarikat mensubu olduğu, Mevlâna'nın mesela bir Hanefi fakihi olduğu ilgilerini bile çekmez. Önce tahrif ederler sonra imha: Ortaya çıkan kişi masalsı bir hayalete dönüşür.

Marksistler insanları durdukları yerde bırakmazlar, hep daha ileriye götürmek isterler. Bugün sınıf meselesini unutan sol unsurlar ise cinsel tercihleri bile kimliğe dönüştürmek istiyor. Sınıflı bir toplumdan heterojen kimliklerin "farklılıklarıyla" var olabildikleri bir topluma ulaşmak istiyorlar. İçki içme özgürlüğünü temel kimliği yapmak isteyen bizim sonradan görme orta sınıf sosyal demokrat yobazının da işine geliyor bu. Düşünmek konforu bozar çünkü. Öyleyse bu gece bütün içkiler benden!

BİZE ULAŞIN