Birol Biçer: Distopyaların gerçek olduğu yaşadığımız çağ

Distopyaların gerçek olduğu yaşadığımız çağ
Giriş Tarihi: 12.3.2020 11:37 Son Güncelleme: 12.3.2020 11:37
İnsanları karamsar distopik kurgulara sürükleyen sadece hayal güçleri değildi kuşkusuz; aslında içinde bulundukları çağ, bu çağın zihin yapısı ve getirdikleriydi.

Distopyalar başlangıçta sadece birer kurguydu ancak çoğu daha üretildikleri çağda, bazıları ise yayınlanmalarının üzerinden birkaç yıl geçmeden gerçeğe dönüşmeye başladı. 1900'lerin başlarında yaygınlaşmaya başlayan distopik senaryoların haber verdiği pek çok kötümser tahmin daha 2000'lere gelmeden çoktan gerçek olmuştu bile. Bu sürecin sona erdiğini söylemek mümkün değil. İnsanları karamsar distopik kurgulara sürükleyen sadece hayal güçleri değildi kuşkusuz; aslında içinde bulundukları çağ, bu çağın zihin yapısı ve getirdikleriydi. Yaklaşık 150 yıldır içinde bulunduğumuz distopyaların kurulduğu ve ardından gerçekleştiği devir modernite ve onun aykırı çocuğu post-moderniteden başkası değil.

Fizik yasaları gereği düzenlenmeyen, müdahale edilmeyen, enerji girişi olmayan her sistem entropiye yani kaosa doğru bozulma, dağılma eğilimindedir. Sosyal yapılar da bu yasadan muaf değildir. Distopya içinde bulunduğu dünyanın, sistemin geleceğini konu alır ancak aslında mevcut şekliyle sürdüğü takdirde işleyişin gelecekte alacağı karanlık, olumsuz tabloyu tasavvur ederken yaptığı bugüne dair bir eleştiri, alarm zilidir ve bu uyarı geleceğe değil bugünedir.

Distopik kurguların öngördüğü dünyayı şu an yaşıyoruz

En meşhur distopik kurgular nelerden bahsediyordu: Dünya koca bir hapishane olacak; herkes sürekli izlenecek, yönlendirilecek; kavramların içeriklerinden boşaltıldığı bir anlam dünyası kurulacak; her yerde savaş olacak; ekonomi zayıfları ve fakirleri yönlendirme aracına dönüşecek; insan yarattığı düzenin öznesi olmaktan çıkıp unsuru hatta kurbanı hâline gelecek; kendine hizmet için geliştirdiği makineler ve yapay zekâ insanın yerini alacak; insanlık ürettiği silahların kurbanı olacak; geliştirdiği teknolojiyi bedeni ile entegre eden insan giderek makineleşmeye başlayacak; doyumsuz tüketim çılgınlığı doğaya öyle zarar verecek ki tabiat sonunda intikam almaya başlayacak ve türlü benzeri senaryo.

Çoğunu zevkle okuduğumuz ya da heyecanla izlediğimiz bu senaryoların dönüp baktığımızda hangisi az ya da çok gerçekleşmedi diyebiliriz ki. Özellikle siyasi ve sosyal konulara yönelik birer eleştiri, uyarı mahiyetindeki distopyaların çoğunun gerçekleştiği ama yumuşatıldığı ve maskelendiği için pek az fark edildiği bir hâl içinde yaşıyoruz.

HAYAL EDİLİP DE GERÇEKLEŞMEYEN KAÇ DİSTOPYA KALDI Kİ?

Dönüp dünyaya bakmak yeterli bunu görmek için: Çin'den İngiltere'ye dek herkes her yerde internetle, cep telefonlarıyla, kamera sistemleriyle, kredi kartlarıyla, yüz tanıma sistemleriyle takip altında. Big Brother bugün doğrudan direktifler vermiyor olabilir ama nihayetinde küçük ya da büyük ekranlarla kararlarımızı öyle ya da böyle etkiliyor. Yetiştirdiklerimiz, yediklerimiz, içtiklerimizin neredeyse tamamı kimyasallarla, koruyucularla, GDO'lu unsurlarla yapılıyor. Daha fazla özgürlük alanı ve güvenlik sunacağını ileri süren devletler ve rejimler bireyleri giderek daha dar bir alana sıkıştırıyor.

Güçlü devletler kendilerinden çok daha zayıf ülkelere füzeler, savaş uçakları, uçak gemileri ve bombardımanlarla "demokrasi ve barış" yağdırıyor. İnsan doğasına en uygun iktisadi sistem olduğu ileri sürülen kapitalizm insanları her geçen gün daha da köleleştiriyor. Emperyalizme karşı direndiğini ileri süren "eşitlikçi ve hakperest" rejimler kendi vatandaşlarına totalitarizm altında sınırsız ezilme özgürlüğünü iftiharla sunuyor.

Modern tıp ölümsüzlüğün peşinde koşma iddialarındayken 21'inci yüzyılın eşiğinde Ortaçağ benzeri salgınlar on binlerle can alıyor. Kutuplardan Okyanusya'ya çevresel felaketlerin ardı arkası kesilmiyor. Sömürgecilik bitecek derken kaynakları yüzünden işgallerle, iç savaşlarla cezalandırılarak sefalete mahkûm bırakılan ülkelerden kaçan milyonların oluşturduğu göçmen kafileleri artıyor. Uyanın Millet! Distopik kurguların öngördüğü dünyayı şu an zaten yaşıyoruz.

Modernlikte ne umuldu ne bulundu

Neydi mesela… Artık bilim kutsanacak, akıl tek rehber olacaktı. Uzaya insan, galaksinin dışına uzay aracı gönderecek seviyeye ulaştık ancak hâlâ ne olduğumuzu, kim olduğumuzu bilemiyoruz. Bilimin vaat ettiği cennete henüz ulaşamasak da daha 67 yıl öncesinde Hiroşima ve Nagazaki örnekleriyle yüz binlerce insanı birkaç saniyede yok edebilecek güce ulaştık çok şükür(!). 100 yıl önce modern tıp sayesinde ömrümüzün 300 yıla çıkacağı hayalleri kuruyorduk, bugün tedavilerin ilaçların bir yeri iyileştirirken başka bir yeri hasta ettiğinden şikâyet ediyoruz.

Teknolojinin, makineleşmenin, süratlenmenin hayatımızı kolaylaştıracağını, kendimize bol bol vakit ayırabileceğimizi düşünüyorduk oysa ses hızına çıkmamıza karşılık hiçbir şeye yetişemez hâle geldik. Bizi evimize birkaç dakikada götüreceği söylenen araçların içinde saatlerce sıkışık trafiğe sabrediyor, göklere uzanan binaların arasından bir parça maviliği görerek ferahlamaya çalışıyoruz.

BM'nin kuruluşu ile devletlerin bir çatı altında toplanacağı, savaşların çatışmaların sona ereceği müjdeleniyordu. BM'nin başına çöken devletler şimdi kendi açtıkları cephelere müdahaleyi bile aynı BM sayesinde imkânsız kılıyor. Savaşlar bitti mi peki? Burnumuzun dibinde sürüp gidiyor. Yeşil devrimle açlığın sona ereceği müjdeleniyordu. Artık doğal, katışıksız, kimyasalsız, tarım ilaçsız bir şey girmez oldu kursaklara. Çevre kirliliğinin bugün geri dönülmez boyutlara ulaştığı söyleniyor. Büyük umutlarla lanse edilen demokrasi, insan hakları, özgürlük hâkimiyetini pekiştirecekti oysa şimdi demokrasinin beşiği ülkeler bile ırkçılığın, faşist eğilimlerin, otoriter liderlerin yükselişine şahit oluyor. Küreselleşme ile dünya toplumları, ırklar, dinler bir araya gelecek, sevgi-saygı artacak denirken yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlüğün küreselleştiğini gördük.

Binlerce yıldır cennetler vaat eden Hıristiyanlık, Yahudilik ve Uzakdoğu eğilimleri bile artık çatışmanın, terörün, nifakın yakıtı hâline gelmiş durumda. En pasifisti olarak sunulan Budistlerin bile kendi soydaşlarını katliamlarla yok edip sürdükleri, "Tanrı sevgidir" sözünü dillerinden düşürmeyen protestan evanjelistlerin kıyamet bir an önce kopsun diye canla başla çabaladığı, Yahudiliğin ırkçı ve soykırımcı bir ideoloji hâline geldiği, selef-i salihinin yolunda gittiğini iddia eden teröristlerin kelle kesip kadınlara tecavüz etmeyi Müslümanlık ve cihat sayabildikleri bir evreye varıldı. Önce modernite, ardından post-modernite ile görüp görebileceğimiz bunlar oldu.

KARAMSAR OLMAK İÇİN ÇAĞIN SEBEPLERİ HİÇ DE AZ DEĞİL

Distopyalar 20'nci yüzyılda çıktı ve şimdilerde altın çağını yaşıyor. Distopik senaryoların bolluğu tabii ki tesadüften ibaret değil. Karamsar gelecek öngörülerini ve felaket tablolarını büyütüp beslemek adına oldukça verimli oldu geçtiğimiz yüzyıl ve şimdilerde devamı. 20'nci yüzyıl öyle hayal kırıklıkları doğurdu ki, distopyanın yani karabasanların ya da alarm zillerinin ortaya çıkması kaçınılmaz oldu.

Nasıl mı? Mesela dünya o zamana dek görmediği, ilkinde 19 milyon, ikincisinde 60 milyon insanın öldüğü çok kanlı ve çok cepheli iki dünya savaşına sahne oldu. Sovyet Devrimi ve beraberinde gelen komünizm sınıf farklılıklarının oligarşinin ortadan kalkacağı, herkesin üreteceği ve ihtiyacı kadar pay alacağı müreffeh bir toplum vaat ediyordu. Sonu da başı gibi kanlı olduğu gibi en baskıcı, en totaliter rejimlerden birini ve kendi oligarşisini doğurdu. Bu devrim 1928-53 arasında adı en korkunç ideolojilerden birine verilen Stalin ile totalitarizmin, baskının, bırakın insanı doğaya karşı bile despot dediğim dedik uygulamaların dönemi oldu.

Kapitalist sistemin çizdiği tozpembe tablo ise 1929'da öyle bir ekonomik kriz duvarına tosladı ki izleri ve korkusu hâlen unutulmadı. Aynı devir bundan bir süre sonra Nazi Almanya'sının doğuşuna şahitlik edecekti; dikta, ayrımcılık, dünyaya hâkim olma çılgınlığı, büyük bir soykırım ve dünyanın dört bir yanında açılan kanlı cepheler. Akabinde atom bombaları ile gezegene salınan korku atmosferi. Mussolini diktası ve İtalyan faşizmi, İspanya İç Savaşı, 40 yıl boyunca tüm dünyayı iki kutuplu bir korku atmosferine sürükleyen Soğuk Savaş Dönemi, Vietnam Savaşı…

Kurtuluş olarak sunulan nükleer enerjinin başımıza açabileceklerini gösteren Çernobil ve Fukuşima felaketleri, yeni bin yılın eşiğinde Ruanda ve Bosna soykırımları, tüm dünyanın kahvaltıdan akşam yemeğine kadar sofradan canlı izlediği Körfez Savaşı ve Irak İşgalleri, başlarına misket bombaları ile ölüm yağdırılan siviller, milyonlarca insanı çoluk-çocuk ölüm ya da göç mecburiyetine sürükleyen sözde demokrasi götürme süreçleri, Akdeniz'de boğulmaya sürüklenen milyonlarca Suriyeli göçmen… Evet, güzel ve umut verici şeyler de yaşanmadı değil ama bunca korkunç olayın yaşandığı bir devirde hâlâ tozpembe gelecek hayalleri kuranlar var mı dersiniz?

ÇELİŞKİLER VE HAYAL KIRIKLIKLARININ ÇAĞI: MODERNLİK

"İlginç zamanlarda yaşayasın" bedduasının katıksız gerçekleştiği bir çağ olabilir mi bu? Bu dönemin belli bir tarzı yok. Geçmişten gelen geleneksel tüm yapıların bir şekilde hırpalandığı, kaldırıldığı ya da sentezlendiği bir dönemdeyiz. Bu çağın tarzı ya yok ya da her şeyden biraz sentezlemeye, değiştirmeye, dönüştürmeye dayalı. Bu çağda asırlar boyunca benimsenen değerler rahatlıkla ayaklar altına alınırken, dünyanın bir yerinde birkaç siyasetçi ya da ünlü tarafından üretilmiş ama sınanmamış değerler kolaylıkla kutsanabiliyor.

150 yıldır içine bulunduğumuz, distopyanın hâkim olduğu bir çağ. Ütopyalarla, parlak ve cennetvari gelecek vaatleriyle sunulan ama çoğu kara tablolarla sonuçlanan bir çelişkiler çağı. Zygmunt Bauman, geleneklerin hâkim olduğu dünyayı ilkel bir devir olarak gören moderniteyi "çelişkilerle dolu bir proje" olarak nitelendirir. Moderniteyi "yıkarak yapmak", "sürekli sökme ve yıkma çağı", "geçmişe ait olandan kurtulma" ve "yaratıcı yıkım" kavramları üzerinden tanımlar.

Modernite denilen ve aslında insan aklını ilahlaştırıp dolayısıyla onun ürünleri olan bilim ve teknolojiye kutsallık atfeden bu anlayışın hâkim olduğu çağın ana özelliği binlerce yıllık insanlık birikimiyle şekillenen geleneğin mirasından tam bir kopuş sergilemesi. Buna, bu çağa dek insanın varlıkla kurmuş olduğu bağ da dâhil. Bauman'a göre modernite insanın aklını kullanarak tüm bilinmezlere, belirsizliklere son vereceği iddiasındadır. Külli akla, sezgiye, vahye, gelenek denilen deruni birikime ve hikmete sırtını dönen böyle bir anlayışın ve onun hâkim olduğu çağın insan aklı üzerinden kurduğu "her şeyi çözeceğim" inancındaki ana ütopyası ve ondan neşet eden ütopyacıkları yakın tarih boyunca nur topu gibi distopyalar doğurdu.

"Hayat Bir Distopyadır" başlıklı modernizmi ve post modernizmi inceledikleri bir makalede Mesut Hazır ve Talha Dereci bu durumu şu ifadelerle tespit ediyorlar: "Yaşadığımız dönemi şöyle tarif edebiliriz: niyetleri itibariyle ütopik, sonuçları itibariyle distopik olan bir dönem. Başka bir deyişle, bir ütopya hayaliyle yola çıkan modernizm, tüm ürettikleriyle devasa bir distopya yaratmıştır (…) Hâliyle modernizm, distopya üreten bir ütopyadır.

ÜTOPYA İLE BAŞLADI DİSTOPYAYA DÖNÜŞTÜ

Son 150 yıllık zaman diliminde dünya türlü ibretlik hadiselere şahit oldu. Bazıları birer ütopya olarak başladı ama akıbeti korkunç distopyaya dönüşmek oldu. Bazıları ise öngörülü düşünürlerin felaket senaryolarıydı ve bir şekilde zuhur etti.

İngiliz yazar George Orwell'in savaş ve Soğuk Savaş'a hazırlık atmosferinde kaleme aldığı 1984 bireyin giderek bir sistem karşısında sönüşünü, her şeyin ve herkesin izlendiği, yönlendirildiği bir gözetim ve paranoya toplumunu resmediyordu. Dijital teknolojiler sayesinde günümüzde bu resmen gerçekleştirildi. Üstelik neredeyse tüm dünya çapında… 1984'te Big Brother en azından tek bir otoriteydi. Günümüzün Büyük Birader'i sadece devlet otoritesinden ibaret değil; büyük veri şirketleri, resmi ve istihbari kuruluşlar, tüm internet, hacker'lar, halka ilişkiler ve pazarlamacıların da dahil olduğu daha geniş; yaygın bir yapı olarak tezahür ediyor.

Kapitalizm herkesin refahını artıma ütopyası sunuyordu ama geldiği noktada dünyadaki gelir adaletsizliğinin kaydettiği en büyük uçurumu oluşturmuş durumda. Bugün dünyadaki toplam servetin yarıdan fazlası nüfusun yüzde 1'ini teşkil eden varlıklı bir zümrenin elinde. Sosyalizm sınıfsız bir toplum yaratma, komünizm de üretim araçlarını herkesin ortak malına dönüştürme ütopyası satıyordu. Sonuç bu sistemi benimsemek zorunda bırakılan toplumlarda ayrıcalıklı bir sınıfın oligarşisi ve hiçbir şeye sahip olmayan ezik ve yoksul topluluklar oldu.

Fransız devrimiyle yayılma sürecine giren milliyetçi ideolojiler tarihsel gerçekliklerinden kopuk kurgu uluslar üretirken, bir süre sonra milliyetçilikler faşist ve ırkçı yönetimler doğurmaya başladı. Nazilerin ari ırkı yaratma ütopyası tüm diğerlerini aşağılamak, milyonlarca Yahudi, Çingene ve Hazar Türkünün yok edilmesi anlamına geliyordu.

Sanayileşmenin ve teknolojinin insanlığı daha rahat, çok daha konforlu bir hayata kavuşturacağı hayal ediliyordu oysa şimdi milyarlarca insanın işlerini makinelere kaptıracağı konuşuluyor. Makineleşme şimdiden hayatın insani boyutunu mekanikleştirdi, her şeyin bir sisteme düzene indirgendiği bir dünya ortaya çıkardı.

Genetik teknolojideki gelişmeler insanların eksikliklerine çözüm olacak deniliyordu ama artık insan bile manipülasyonla doğan ve daha da ötesi üretilen bir var- lığa dönüştü. Bir sonraki aşamada makineinsan bileşimine dönüşmesine kesin bakanlar hiç de az değil. DNA'sı, genetiği değişti- rilmiş organizmalar biyolojik canlıları insan da dâhil artık sipariş edilebilir, tasarlanabilir, doğurulabilir, cinsi- yeti bile belirlenebilir bir ürüne dönüştürdü.

Bir bilimkurgu distopyası: Gezegeni saran Amerikan üsleri

Aslında örnek çok ama somut bir durumu çok manidar olduğu için burada özellikle zikretmekte fayda var. Tek bir politik gücün dünyayı yönettiği düşüncesi birçok kurguda aslında Batılı-Amerikalı tiplerin güdümünde gelecekte kurulacak olan bir "dünya federasyonu" suretinde bir ütopya olarak sunulur. Bazen bir ütopya olarak "çok cici" bir şeymiş gibi telkin edilen bu görüşün bir başka veçhesini olumsuz anlamda yine bilim kurgularda sıkça görürüz: Dünyayı ya da galaksiyi büyük ölçüde kontrol eden karanlık bir imparatorluk ve onun her yere yayılmış askeri üsleri…

Bilim kurgulara meze olan bu senaryo aslında hiç de hayali değil; II. Dünya Savaşı'ndan itibaren startı verilen ve bugün büyük ölçüde gezegenin tüm kritik ve stratejik noktalarında tesis edilmiş bulunan bir proje. Bu distopik proje günümüzde dünyanın 800 farklı noktasında kurulmuş bulunan Amerikan üslerinden başkası değil. Son 10 yılda Afganistan, Irak ve Suriye gibi bölgelerde kapattığı askerî üslere rağmen ABD imparatorluğunun yeryüzüne yayılmış askeri üslerinin sayısı 800'ü geçiyor.

ABD'nin dünyayı askerî açıdan kontrol edebildiği ve sınır dışı operasyonlarını gerçekleştirdiği bu üslerde görevli asker sayısı da 180 bini buluyor. Bu askerlerin üçte biri ise Ortadoğu'da bulunuyor. ABD'yi dünya hâkimi kılan bu askeri üsler Afrika'dan Güney Asya'ya, Avrupa'dan Okyanusya'ya yayılsa da en büyük ağırlık aslında Ortadoğu ve Avrupa'da. Amerikan imparatorluğu II. Dünya Savaşı'ndan beri Avrupa'yı Almanya üzerinden kontrol ediyor; Almanya'da 87, İtalya'da 29, Birleşik Kralık'ta ise 16 üsse sahip. İmparatorluğun Japonya'da 86, Güney Kore'de de 26 üssü mevcut.

DİJİTAL HAYALİN TUZAĞA DÖNÜŞME SÜRECİ

İngiliz bilişimci Tim Berners-Lee, 80'li yıllarda İsviçre ile Fransa sınır arasındaki ünlü nükleer araştırmalar merkezi CERN yöneticilerine dijital bilgi akışını düzene sokacak dijital bir bilgi-iletişim ağı sistemi önerdi. 30 yıl önce tüm dünyanın kullanımına açılan bu proje bugün hepimizin günlük hayatının sıradan ama vazgeçilmez bir parçasına dönüşmüş olan internet ağı "world wide web"di. ABD Başkan Yardımcısı iken yaptığı bir konuşmada Al Gore internet üzerine beslenen büyük hayallere tercüman oluyordu: "İnternet yaşam standardını ve okur-yazarlık oranını yükseltmek, demokraside ilerlemek, özgürlük ve kişisel gelişim gibi en kadim ve evrensel değerlerimizi derinleştirmenin ve zenginleştirmenin aracı olacak." Ancak aradan geçen 20 yıl bu tatlı rüyanın perdelediği kâbusu göstermeye yetti de arttı bile.

Tüm dünyada hemen her alanda 30 yıl içinde büyük bir değişim getiren bu tarihi adım daha muhteşem bir sistem icat edilene dek artık tüm dünyanın başlıca vazgeçilmezi konumuna kuruldu. Cep telefonu gibi bu sisteme entegre olan sayısız icatla birlikte artık hayatımız çok yönlü bir kuşatma altında. İnkâr edemeyiz internet ve entegre teknolojileriyle birlikte dijital sistemler hayatımıza büyük kolaylıklar getirdi ama bir yandan da en büyük totaliter distopyalardan birini de küresel boyutta gerçekleştirdi. İnternet ve ona entegre teknolojilerin bir izleme/kontrol/yönlendirme sistemi olduğu yaklaşımını fazlaca abartılı buluyor ve kendinizi güvende hissediyorsanız şunu bilmelisiniz ki bu konforunuzun tek sebebi bu sisteminin odakları tarafından henüz bir tehdit olarak algılanmayışınız ya da "uslu çocuk" oluşunuzdur.

Süper güçler ve devletler tarafından özellikle bu amaçla kurulmuş istihbarat servisleri ve dijital sistemleri bir kenara bıraksak bile dijital olarak tamamıyla kontrol edilen ve arşivlenen bir dünyada yaşıyoruz. Orwell gibi yazarların bahsettiği herkesi izleyen Big Brother bugüne kadar pek çok yöntemle (eğitim sistemi-radyo-televizyon-kitle iletişim araçları-reklam ve pazarlamacılık) az çok mesafe kat etti. Ancak hiç biri Big Brother'ı oluşturma konusunda İnternet ve dijital teknolojiler kadar başarılı ve kuşatıcı olamamıştı.

Bu küresel kontrol mekanizmasının sivil ayağına "GAFAM" adı veriliyor. Bu isim Google, Apple, Facebook, Amazon ve Microsoft gibi dijital sektörün devlerine atfen verilmiş. Bunlar egemen devletleri ve ordularını geride bırakarak dijital dünyada en büyük güç baronlarına dönüşmüş durumdalar. Devletler ve kurumlarının asıl meşguliyeti şu sıralar türlü düzenleme ile "Büyük Veri" gibi bir silahı ellerinde bulunduran dijital baronların neredeyse sınırsız olan bu kontrol gücüne ortak olmaya çalışmak. Gerçek şu ki bilimkurgucuların "Büyük Birader" dedikleri kontrol sistemi şu sıralar "Büyük Veri" adını kullanıyor.

BİZE ULAŞIN