Süleyman Arif Özkut: Melankolik bir sultan: III. Selim

Melankolik bir sultan: III. Selim
Giriş Tarihi: 9.2.2017 16:32 Son Güncelleme: 15.2.2017 15:53
Süleyman Arif Özkut SAYI:32Şubat 2017
1774’te babası III. Mustafa’nın ölümü ilk duygusal kırılma noktası oldu Şehzade Selim’in. İkinci kırgınlığını ise, ölen sultanların eşlerinin eski saraya gönderilmesi âdetiyle karşılaşınca yaşayacaktı. Çünkü bu sefer, annesi Mihrişah Sultan’dan da uzak kalacak ve zaten içine kapanık bir yapıya sahip olan şehzade daha da içine kapanmaya başlayacaktı.

Yıl 1761, günlerden 24 Aralık. Payitahtta 39 yıl aradan sonra doğan ilk şehzade adına yedi gün yedi gece süren kutlamalar yapılıyor. Dünyaya gelen Şehzade Selim, o yıllarda tahtta bulunan III. Mustafa'nın oğludur. Sultanın tek sağ kardeşi Abdülhamit'ten sonra da tahtın varisi konumundadır. Çünkü teamül gereği en büyük şehzadenin tahta geçmesi kuralının uygulandığı yıllardır.

Selim, ilk anlardan itibaren üzerinde halk ve devlet ricalinin beklentilerinin yüksek olduğu bir şehzadeydi. Bundan ötürü 18'inci yüzyıl boyunca sarayda çok iyi bir eğitim aldı. Şehzade eğitimlerine normalde gösterilen ihtimam ve önem Selim'de adeta iki katına çıkmıştı. Hatta beş yaşından itibaren en önde gelen hocası bizzat, babası III. Mustafa olmuştu. Kuran ve dini eğitim yanında aldığı teknik donanıma dair dersler şehzadeye, devlet omurgasını yenileyecek mühendisvari bir bakış açısı kazandırdı. Bunun yanında devlet protokollerine, kabul törenlerine, diplomasi trafiğine dair gelişimini de babasının yanında bulunarak çok genç yaşlardan itibaren oluşturmaya başladı. Bu hızlı ve idealist eğitim, 13 yaşına kadar devam etti.

1774'te babası III. Mustafa'nın ölümü ilk duygusal kırılma noktası oldu Şehzade Selim'in. İkinci kırgınlığını ise, ölen sultanların eşlerinin eski saraya gönderilmesi âdetiyle karşılaşınca yaşayacaktı. Çünkü bu sefer, annesi Mihrişah Sultan'dan da uzak kalacak ve zaten içine kapanık bir yapıya sahip olan şehzade daha da içine kapanmaya başlayacaktı.

Şehzadelik döneminde, 1789'da Fransız İhtilali'nde giyotinle idam edilecek olan Kral XVI. Louis ile mektup arkadaşlığı yaptı. Ona iki ülkenin 'dost olması gerektiği' vurgusunu sık sık yaparak teknik, askeri ve mimari meselelerde danışırdı. Yine bu dönemlerde, Şeyh Galip ile muhabbet ve dostluk kurduğuna rasgeliyoruz. Kırımî Halil'den ney ve tambur, İshak Efendi'den tambur dersleri almıştı. O dönemde sosyal hayatı hareketli olduğundan içe kapanık tarzı biraz olsun gerilemişti. Ancak sarayda devrin sadrazamı Halil Hamit Paşa tarafından Sultan I. Abdülhamit'e karşı planlanan darbe girişimi, Şehzade Selim için başlayacak zor yılların fitilini ateşlemişti adeta. Saltanatının ilk yıllarında ağabeyinin emaneti Şehzade Selim'e hayli ihtimam gösteren I. Abdülhamit, olası bir darbe durumunda yerine geçecek tek kişinin yeğeni olduğunu bildiğinden onu, şehzadelerin kapatıldığı ve adına 'kafes' denilen daireye hapsetmişti. Babasını kaybedişi, annesinden ayrılması ve üzerine gelen 'kafes' uygulaması, Selim'i melankolik bir ruh haline bürüyordu gitgide. Hele ki bu esaret yılları sırasında geçirdiği -sonucu başarısız da olsa- suikast bu olumsuz ruh halini besleyen bir başka etken oldu. Dört sene süren kafes hayatını ney üfleyerek, besteler yaparak, topçuluğa dair bir kitap yazarak geçirdi. Gizliden gizliye gelecekteki saltanatı için yapacağı icraatları da planlamaktan geri kalmadı elbette. Bu dönemlerde kaleme aldığı Kafes adlı şiir, şehzadeliğindeki ruh halini göstermesi bakımından önemlidir:

"Hayli demdir dönüp kulbe-i ahzâna kafes/Bais oldu bize bu mertebe ahzâna kafes/Oldu bülbül gibi murg-i dilime lale kafes/Şimdi şehbâz-ı dîl ister ki adusi ile cidal/Fırsat el vermiyor amma bize meydâna kafes." Yani günümüz Türkçesiyle söylenecek olursak şöyle diyordu şehzade: "Kapatıldığım kafes nicedir hüzünler kulübesine dönüştü/Burası benim bülbüle benzeyen gönül kuşuma da kafes oldu/Oysa içimde düşmanla savaşmak isteyen bir kartal var/Ama kapatıldığım yer buna da imkân vermiyor."

Sizce en mutlu kimdir sultanım?

1789 yılında amcası I. Abdülhamit'in vefatı şehzadeye taht yolunu açmıştı. İlk icraatı, çok düşkün olduğu validesi Mihrişah Sultan'ı büyük bir kutlamayla İstanbul'a getirmek oldu yeni sultanın. Fakat buhranlar, sıkıntılar azalmayacak, sadece yön değiştirecek ve daha da şiddetlenerek artacaktı. Öyle ki özgürlüğünün ve ideallerini gerçekleştirmesinin önü açılırken, 'yorgun bir küheylana' dönmüş imparatorluğun bütün derdi ve sorunları bir anda sırtına binmişti Sultan Selim'in. Beste ile musiki, şiir ve muhabbet az da olsa ruhuna iyi gelirken; üst üste yapılan savaşlarda alınan yenilgiler, yapılan anlaşmalar, ruh halinin kötüye gitmesine neden oluyordu. Bir türlü bulamadığı huzuru, annesinin vefatı sonrası kız kardeşlerinin konaklarını sık sık ziyaret ederek bulmaya çalıştı. Bunda çok da mutlu olamadığı harem hayatının da etkisi vardı. Bir rivayete göre, çocuğunun olamamasından mustarip olduğu söylenen sultan, sevgi boşluğunu buralarda, bizzat kendisinin bulduğu ve isimlendirdiği Şevkefza, Evcara, Şevk-u Tarab makamlarında yaptığı besteleri ile doldurmaya çalıştı. Gerçek mi bilinmez… Fakat kayıtlarda bir şehzadesinin kesin olarak bulunamaması, çok az kaynakta geçen ve kendisi de hayattayken ölen kızlarının olduğu şeklinde iki kesin olmayan iddiaya rağmen; net olan şu ki melankolik ruh hali, sûfi meşrebiyle birleşince III. Selim'i padişahlar arasında en iyi bestekâr yapmıştır.

Tasavvufî üslupta Mevlevî ve Kadirîlere yakınlığı bulunan sultan, meşhur şair ve sûfi büyüklerinden Şeyh Galib ile dünya ve ahirete, varlıkla estetiğe kadar birçok konuda sohbetlerde bulunmuştur. Bir gün aralarında geçen bir konuşma sırasında sultan, şaire; "En güzel rengin hangisi" olduğunu sorar. Şair yıllardır can dostu olan sultanın sorusuna şu cevabı verir: "Renkler gün aydınlığında görülür, gece karanlığında görünmez. İşte bundan dolayı en güzel renk, aydınlığın rengi olan beyaz ve en kötü renk de karanlığın sembolü olan siyahtır." Sultanın bu cevap üzerine herhangi bir şey söylemediğini, konuşmanın bundan sonra devam etmediğini görüyoruz. Kim bilir belki de konuşmanın burada nihayetlenmesi, sultanın içindeki siyahlığı; şairin bu cevabından sonra daha da bir kabullenişindendir. Sultan Selim, bu samimi dost meclislerine aşırı değer verirdi. İnsanların özellikle sarayda ve devlet ricalinde olanlarına güvenilmeyeceğinin, onlarla bir sır ve dert paylaşılamayacağının farkındaydı. O kadar ki yine bir gün Galib Efendi'nin "Sizce en mutlu kimdir sultanım?" sorusuna; "Hayvanlar ve bitkilerdir" şeklinde yanıt vermişti. Bunun gerekçesini de, "Bu canlılarda para, makam ve mevki hırsı olmadığından samimi olduklarını, bu sayede çevrelerini hem mutlu ederler hem de kendileri mutlu olurlar" diyerek söylemişti. Aslında bütün bunlar sultanın, ne denli yalnız ve hüzünlü bir bünyeye sahip olduğunu gösterir nitelikte olması sebebiyle önemlidir.

18'inci yüzyıl sonları gibi, bu devrin en sıkıntılı zamanlarında tahta çıkmış olduğu gerçeği devamlı yeni sürprizleri beraberinde getiriyordu. Öyle ki müttefik olarak gördüğü Fransa'nın Mısır'a saldırması sonucu bütün dış politika stratejisi birden çökmüştü. 1806'da başlayan Sırp İsyanı Balkanları karıştırdı. Uzun süren savaşlar sonucunda, devlete zaten dolaylı olarak bağlı bulunan ve etkili nüfuz alanlarına sahip olan ayanların daha da güçlenmesi gibi sorunlar birden patlak verdi. Bütün bunlarla uğraşırken 1807'de Vehhabî İsyanı'nın baş göstermesi, isyancıların önderinin, Halife Sultan'ı küstahça İslam dinine davet etmesi, III. Selim'in sinirlerini büsbütün mahvetti. Yenilikçi bir padişah olan III. Selim'in uygulamaya çalıştığı reform hareketleri ve Nizam-ı Cedid programı her sahada adım adım başarıya ulaşırken, yeniçeri ve yobaz takımının dış siyasette gerçekleşen olayları içeride bir koz olarak kullanmaya çalışmalarıyla, üzerindeki baskı günden güne artıyordu. Ne kâfirliğini bırakmışlardı Selim'in ne de bütün yaşanan olumsuzlukların tek müsebbibi olduğunu… Bütün bunlar ihtilal ateşine giden kıvılcımın ana gövdesini oluşturuyordu. Kabakçı Mustafa adlı bir boğaz yamağı, peşine topladığı serserilerle yeniçerilerin desteğini aldı.1808'de el altından ilmiye sınıfının da desteğiyle isyan etti. Bu olay, isyancıların saraydaki ajanları tarafından Sultan Selim'e çok küçük bir kalkışma olarak gösterildi. Nitekim Sultan Selim de fazlasıyla melankolik ruh hali içinde isyancılara karşı gerekli dirayeti gösterememiş, onların her taleplerini kabul etmiş, yapmış olduğu reformların hemen hepsinden vazgeçtiğini bildirmiştir. Hatta tahtından dahi feragat ederek kuzeni IV. Mustafa'ya taht yolunu açmıştır.

Melankolik bir hayat, trajik bir ölüm

Devlet yönetiminde ani bir değişim olduğunu gören Rumeli ayanları, bütün bu yaşananları kabul etmeyerek İstanbul'a doğru harekete geçtiler. III. Selim'in başlattığı Nizam-ı Cedid olarak bilinen ıslahat programının destekçisi bu güruhun başında, Rusçuk şehri ayanı Alemdar Mustafa Paşa bulunuyordu. Fazla zaman geçmeden payitahta gelerek darbeci askerleri idam etti. Sonrasında saraya gelerek harem ağasına III. Selim'i dairesinden dışarı çıkarmasını söyledi ama harem ağası bu talebi yeni sultan olan IV. Mustafa'ya iletti. O da kan dökülmeden aldığı padişahlığını korumak adına, Selim'in üzerine 20 kadar acemi cellat gönderdi. Topkapı Sarayı'nda kendi adıyla anılan dairesinde ney üfleyip, tefekkür eden Sultan Selim'in kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. 20 kişiye karşı kendini mümkün olduğunca savunmaya çalıştı devrik sultan. Fakat şakağından yediği iki kılıç kesiği oldukça derindi. Kan kaybından döne döne, iki saat acı içinde kıvrandıktan sonra canını teslim etti. Türk modernleşmesini geleneksel boyutta ele alıp planlamasını yapan bestekâr ruhlu Sultan III. Selim'in şu dizeleri ise hayatı boyunca bulunduğu melankolik ruh halini göstermesi açısından bir emare olarak kaldı bizlere:

"Ruz u şeb dîdelerim derdin ile kan ağlar/Vâkıf olan benim esrârıma hemân ağlar/Derd ile rûyuna baktıkça senin İlhamî/Gerçi handân olur amma ciğeri kan ağlar…" (Gün ve gece gözbebeklerim derdin ile kan ağlar/Benim sırrıma vâkıf olan her an ağlar/Dert ile senin yüzüne baktıkça İlhamî/Gerçi sevgili yüzü görünce mutlu olur fakat ciğeri kan ağlar)

BİZE ULAŞIN