Mustafa Akar: Melankoli batılıdır, hüzün doğulu

Melankoli batılıdır, hüzün doğulu
Giriş Tarihi: 9.2.2017 16:06 Son Güncelleme: 9.2.2017 16:09
Mustafa Akar SAYI:32Şubat 2017
Melankoli akışkandır. Hüzün ise çemberimsi bir hareket halindedir. Hüzün, bir idrak halidir. Modern hayat önce hüznümüzü elimizden almak ister, bizi derin bir emniyetsizlik hali içine sürükler. İnsana yabancılaşan dünyaya yabancılaşır oysa, Allah’a yabancılaşır, kendine yabancılaşır…

En güzel şeylerini tanıdım bu dünyanın,
Gençlik saatleri çoktan akıp geçmiştir.
Nisan, mayıs, haziran ıraklara uçmuştur,
Tükendim yeter gayri zevki yok yaşamanın
Hölderlin

Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi
Şol göz yumup açmış gibi
Yunus Emre

"Melankoli kulesinin sakinleri birbirini tanır." Tam olarak böyle söylüyordu Batılı sanatçılar. Melankoli denilince bu yüzden aklıma hemen bir kule imgesi geliyor. Evet, tamı tamına bir fildişi kule bu. Melankoliğin kendini inzivaya çektiği bir sığınak burası. Kule imgesi, içinde romantik hayaller barındıran bir metafor elbette. Fakat giderek 'fildişi kule' de yerini dünyadan kaçmak, uzaklaşmak için seçilen hücrelere bıraktı. Ve kuleye (hadi gelin artık hücre diyelim) sığınanlar da züppe, kısır, dalgacı ve mizantrop kişiliklere dönüştüler. Melankolinin bir hastalık olarak tanımlandığını elbette biliyorum. Fakat yine de melankolinin içindeki dönüştürücü güç, akışkan sıvı, kendini durduramayan hareketlilik hali sanatçıların, yazarların ve şairlerin kendilerini dönem dönem içinde buldukları bir duygu durumudur da. Melankoli denilince aklıma hemen Kafka gelir. Kafka'nın yalnızlığında müthiş bir melankoli görürüm. Milena'yla mektuplaşmaları, yazdıklarını yayımlamama tutumu, babaya mektuptaki satırları bir tarafa, hikâye ve romanları tamamıyla melankolik bir kişiliği tanımlar. Yaşam sıvısı, melankolinin akışkanlığıyla hareketlenir. Kendi durağanlığında devine duran garip bir enerjisi vardır Kafka'nın. 20'nci yüzyılın yalnızlığını, bireyciliğini, bencilliğini, ıstıraplarını da yansıtır ama Dava ve Şato romanları tüm bunların yanında melankolyanın daireselliğinde dönenen K. kişisini yansıtır. Şato'da bir türlü şatoya varamaz kahramanımız; Dava romanında ise neden yargılandığı belli değildir K.'nın, adliyenin sonsuz koridorlarında dolanır durur…

Hemen burada Montaigne'i hatırlıyorum. Şatosunun yanındaki savunma kulesini çalışma odası olarak bir 'fildişi kule'ye dönüştürmesi... 1000'den fazla kitabının silindirik duvara dayalı, beş kıvrımlı rafta dizili durduğu kütüphanesi Montaigne'in en gözde odasıydı. Anlattığına göre; "pencerelerinden bahçenin manzarasını, kümesi, arka avluyu ve evinin çoğunu" görebiliyordu. "Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalmaz" sözünün sahibi Hölderlin de kulenin sakinlerindendir. Önce ağır bir depresyon sonra şizo-depresyon ve en sonunda da şizofazi, şizofreniye bağlı yazma, konuşma bozuklukları çeker şair. Hayatını fildişi kulesinde ayrıksı bir yörünge olarak geçirir.

Melankolinin içinde bir saflık pınarı bulanlar da vardır. Şairlere göre felsefeciler melankolinin inziva köşesine yerleşirler genelde. Felsefeci melankolisini düşük düzeyde yaşar. Sanatçılar gibi melankoli dürbününden başkalarını değil kendisini gözler. Bu anlamda melankoli felsefeciler için bir deneyimdir. Hayatının büyük kısmını Todtnauberg'deki kara ormanlarda kendi inşa ettiği kulübede geçiren Martin Heidegger, mekânın duygusal ölçümünü yapar neredeyse. 'Varlık ve zaman' filozofu, kulübe kavramının ardından izler fildişi kuleyi. Kara ormanın içinde kalabalıklardan beri değildir aslında. Sadece bir uzlettir onun için kulübe. Hücreden çok yaşam biçimidir aslında. Heidegger'in saflığın pınarındaki kulübede yaşamayı tercih etmesini (uzun süre eve elektrik ve telefon hattı bağlanmasına müsaade etmez) Nazi Partisi üyeliği ve taşra romantizmine bağlılık gibi konularla açıklamaya kalkanlar olsa da, filozof kara ormandaki kulübeye bir şehirli olarak şehri götürmeye kalkmamıştır, kara ormanın şekline bürünmeyi merak ederek gitmiştir. Ez cümle: Felsefe, melankoliden daha çok 'kaygı' içerir.

Hüzün gündelik bir telaştır melankoli ise kalıcı

Modern imgelem, melankoliğin kulesinin karşısına kalabalıkların açık alanlarını koydu. İlkine yönelik bir tür klostrofobi gelişti elbette; melankolik kişiliğin klostrofobisi artık agorafobiye dönüştü. Kamusal alana giremez oldu melankolik kişilik. Trene, otobüse binmekten imtina etmeye başladı. Ve kendini rahat hissedebileceği uzlet köşeleri buldu yahut bu uzlet köşeleri imdadına yetişti diyelim; kafeler, barlar, garip dernekler, topluluklar… Tam da buradan başlayarak söyleyelim o halde, melankoli Batılıdır çünkü, hüzün doğulu. Baudelaire'in güzellik tanımı bu farkı apaçık hissettirir: "Güzelin tanımını buldum. Güzel, yakıcı ve hazin bir şey... Acıyla birleşmiş bir yaşama arzusu, yoksunluktan ve umutsuzluktan doğar gibi ters akan (…) Melankoli güzelliğin görkemli eşi olarak da adlandırılabilir, öyle ki, içinde hüzün olmayan bir güzellik düşünemiyorum." Orhan Pamuk'un şu satırıyla nasıl da uyumlu: "Manzaranın güzelliği hüznünde saklıdır."

Melankoli akıcı bir şeydir demiştik, hiçbir zaman durağan olmaz. Hüzün ise daha durağan bir şeydir. Melankolikler duygusallıktan uzak olabilirler, hatta duygusuz oldukları bile söylenebilir. Hüzün genelde gündelik bir 'telaştır', melankoli ise hep kalıcıdır. Hüzün bir huydur, melankoli ise bir tür hastalıktır. ("Yalnız hüznü vardır kalbi olanın" İlhami Çiçek) Melankoli yalnızlığı çağrıştırır. O yalnızlığın içindeki yürüyüş halidir. Hollanda'da ortaya çıkan Devotio Moderna hareketi gibi; insanları Tanrı'ya güvenerek ve kitaplarda söylenenleri değil, kendi okudukları dünyayı kılavuz bilerek tek başlarına kurtuluş yolunu aramaya çağıran bir harekettir. Melankoli sürekli yorgunluk, çaresizlik, istemsizlik ve çökkünlük durumudur. Hüzün, kalbin yitirdiği bir şeye üzülmesi, imkânsız şeyler için eseflenmesidir. Maneviyat eksenli bir duygu durumudur. Hadi hiç korkmadan söyleyelim, melankoli biraz sekülerdir.

Doğu'ya hüznü, Batı'ya hazzı yakıştıran bakış açısı doğru ama bazı eksiklikler içeren bir 'doğru' bu. Batı'nın huzursuz ruhlarının hüznü, üzerinde düşünülmeye değer bir hüzündür. Arthur Rimbaud melankoliden çok hüzne yakındır. Daha çocukluğundan itibaren apayrı bir kimlik ve kişilik geliştirir Rimbaud. Bir yandan başarılı ve örnek bir öğrencidir. Diğer taraftan sürekli evden kaçan ve Fransa'nın sokaklarına 'kahrolsun Tanrı' yazan bir asidir. Çok erken yaşlarda kurduğu şiir dünyası, dünya şiirinin de dengesini bozar. Kâhinin Mektupları'nda dönemin şiirine karşı çıkarak bir düzensizliğe ulaşmaktan bahseder Rimbaud. Daha sonra Fransa'dan kaçması, esir ticareti ve silah kaçakçılığı yapması melankoliden hüzne doğru bir seyahattir. Fransa'ya döndüğünde hastadır Rimbaud. Hastanede ateşler içinde yatarken kız kardeşine Arapça bir şeyler söyler. Ezan okur ve 'Allah kerim' der. Batılı melankoliden Doğulu hüzne doğru süzülen hayatı ve şiirde gerçekleştirdiği devrim, Rimabud'yu Batılı huzursuz ruhların en üstüne çıkartır bu açıdan. İşte o huzursuzluktur hüzün.

Hüzün en güzel dengeleyicisidir hayatın

Doğu insanının gönlü 'huzursuz' değildir. Sadece meşrebi hüzne dönüktür. Bu ulvî bir şeydir. Eşya, haz ve tene karşı hep gelip geçiciliğin gölgesiyle bakmayı sever doğu insanı. Hüzün bize başı ve sonu olan bir şeyi hatırlatır her zaman. Bu dünyanın gelip geçici olduğunu, dünya gurbetinde yaşadığımızı bilmek durumudur hüzün. ("Göçtü kervan kaldık dağlar başında" Yunus Emre) Ondan ayrılmanın, ona kavuşmanın hüznüdür. Ama hep bir 'O' vardır. Kesin bir yalnızlık hali değildir. Bir ayrılıştan başka bir kavuşmaya doğrudur hüzün. Melankoli akışkandır. Hüzün ise çemberimsi bir hareket halindedir. Hüzün bir idrak halidir. ("Kalpten kalbe bir yol vardır bilinmez." Neşet Ertaş) Modern hayat önce hüznümüzü elimizden almak ister, bizi derin bir emniyetsizlik hali içine sürükler. İnsana yabancılaşan dünyaya yabancılaşır, Allah'a yabancılaşır, kendine yabancılaşır. ("Adımızı sorarız birine, o bize adını söyler" Edip Cansever) Böylece kocaman bir anlamı kaybeder insan. Herkes birbirine ne kadar mutluluğa ihtiyacı olduğunu anlatır durur. Herkes mutluluk peşindedir ama kimse mutlu değildir. Pozitif olmaktan bahseden yorumcular, kendimizi sevindirmemiz gerektiğini söyleyen satıcılar, bizi üzüntüyle korkutan reklamcılar, mutlak bir sevinç halinin varlığından bahseder dururlar. Oysa hiçbir zaman mutlak bir sevinç yoktur. İnsan hayatı vasattır. Hüzün buradadır. En güzel dengeleyicidir.

Son yıllarda bizi bazı kelimelerin vicdanına hapsettiler. Sözlüğümüzü azalta azalta elimizde her tanıma uygun 'seçkinci' kelimeler kaldı. Artık sadece stresliyiz. Keder, efkâr, gam, yeis, tasa, elem, kasvet, hüsran, hicran, hafakan, teessüf, vehim, matem… Ya bu kelimeler… Hüzün sözlüğünün sakinleri de birbirini tanır. ("Hayat zamanda iz bırakmaz/bir boşluğa düşersin bir boşluktan/birikip yeniden sıçramak için/elde var hüzün" Attila İlhan)

BİZE ULAŞIN