Özlem Zengin: Devlet fanatizminin aracı olarak hukuk

Devlet fanatizminin aracı olarak hukuk
Giriş Tarihi: 3.06.2014 12:39 Son Güncelleme: 3.06.2014 12:50
Kültür ve tarih bütünlüğü içinde anlaşıldığı yerlerde ve dönemlerde, hukuk bir araç haline getirilememiş; insan ve toplumun değerler manzumesi olarak saygın bir konum kazanmıştır. Devlet ve hukuk kavramları bazı Alman hukuk felsefecileri tarafından içerikleri aynı kavramlar olarak tanımlanmaktadır. Devlet, hukukun somutlaşmış şekli, hukuk ise devletin soyut bir izahıdır. Batılı hukuk algısı içinde bu yaklaşımın elbette bir değeri vardır. En azından, Batılı hukuk anlayışında, devletin olmadığı yerde hukuk yoktur; bir hukuk düzeni olmayan devlet de yoktur. Bu anlayış içinde özellikle hukukun bütünüyle bir devlet 'kreasyonu' olduğu tartışmasızdır. Hukuku ahlakla, devlet öncesi/ötesi değerlerle temellendirme yaklaşımları Batı'da, hukukun değil, sadece felsefenin alanına girer. Yine bazı Alman hukuk felsefecilerinin 'devlet mi hukuktan doğmuştur, hukuk mu devletten' tartışması pratik karşılığı olmayan bir tartışmadan ibarettir. Bu manada Batılı hukuk anlayışında, özellikle Kara Avrupası'nda, devlet olmadan hukuk esasen var olamaz, varlığını sürdüremez. İslam ve Yahudi, kısmen de Anglo-Sakson hukuk algıları bu çerçevede devlet ötesi hukuk temellendirmesiyle farklılaşmaktadır. Hukukun bu derecede devletle iç içe geçmesi, bütünleşmesi, devlet tarafından hukukun 'kullanılması'na, bir araç haline getirilmesine yol açmaktadır. Devletin ürettiği bir değerler sistemi olarak modern hukuk, kendi içinde bir ideali, 'adalet'i gerçekleştirmek yerine, kendi dışında bazı 'ideal'lere ulaşmanın aracı haline kolayca gelebilmektedir. Zira hukuku var eden irade, onu değiştirme ve manipüle etme gücüne ve imkânına da sahiptir. 20'nci yüzyıl, demokrasi kadar, hukuk ve insan hakları adına da ciddi manipülasyonların, çifte standartların yaşandığı bir dönem olarak tarihe geçmiştir. Hukukun nihai amacı adalet olmadığı sürece, ne hukuk kurallarının oluşturulmasında, ne de hukukun uygulanmasında insanı ve toplumu tatmin edecek bir neticeye ulaşılabilir. Hukuk sadece siyasetin aracı, gücü meşrulaştıran alelade bir zemin olmaktan kurtulamaz.

Hukuka dair bu temel algı ve genel manada dayandığı dünya görüşü önemli olmakla birlikte, bir kültür bütünlüğü ve tarih perspektifi içinde, bir değerler sistemi olarak hukuku kavrayan topluluk ve ülkelerde sosyal ve siyasi hayatın gelişmesi farklı bir seyir izlemiştir.
Alman hukuku bu bakımdan kayda değer bir tarihi gelişim çizgisi izlemiştir. 19'uncu yüzyıl Avrupası, hukukta Fransız 'moda'sının çok güçlü olduğu bir dönemdir. Avrupa'da bütün ülkelerde sadece örf adet hukukunun geçerli olduğu, kralların fermanlarıyla kamu hukukunu oluşturduğu dönemde, ilk defa Fransa'da, bugünküne benzeyen modern kanunlar yapılmıştır. Özel hukuka dair ilk Medeni Kanun, kısa bir süre sonra ilk Ceza Kanunu Fransa'da yürürlüğe girmiştir. Bütün Avrupa ülkeleri bu 'hukuk devrimi'nin tesiri altındadır. Bir taraftan kanunlaştırma hareketlerinin cazibesi, diğer taraftan kendi hukukunun başka ülkelerce benimsenmesini bir kültürel yayılma olarak gören Fransa'nın çalışmaları Almanya'yı da etkisi altına almıştır. Henüz siyasi birliğini sağlayamamış, hukuk düzeni de ağırlıklı olarak örf ve adet kurallarından oluşan, yaklaşık 24 bin maddelik Prusya Milletler Kanunu ile hukuk düzenini işletmeye çalışan Almanya'da birçok hukukçunun sistematik hukuk kurallarından oluşan Fransız hukukuna meylettiği, hatta Fransız kanunlarını benimsemeyi öneren güçlü bir akımın ortaya çıktığı görülmektedir. Bu dönemde önemli Alman Hukukçusu Savigny'nin öncülüğünü yaptığı hareket ise, hukukun kültür ve tarih bütünlüğü içinde ele alınması gerektiğini ileri sürmüş, Fransa'dan kanun ithaline karşı çıkmıştır. Neticede Almanya, Fransa'ya göre belki 50 yıl geriden, ama gerçekten kendisine mahsus bir hukuk kültürünün ürünü olarak ünlenen kanunlar hazırlamış, daha da önemlisi farklı bir hukuk kültürünü, bir Alman Hukuku'nu inşa etmiştir.

Almanya örneği, hukukun nihayetinde bir devlet 'kreasyonu' olmakla beraber, bir tarih ve kültür perspektifi içinde oluşumu sağlandığı takdirde, görece olarak devletten bağımsız ve kendi içinde değerler sistemi haline gelebileceğini, bir ölçüde araçsallaşmaktan kurtulabileceğini göstermektedir.

İslam tarihi esasen, devlet ötesi bir hukuk algısı ile farklılaşmaktadır. Hukuk ana esaslarıyla ve büyük ölçüde devletin vaaz ettiği bir sistem değildir; kendine mahsus bir oluşum süreci ve işleyiş mantığı olan bir sistemdir. Öbür taraftan, İslam tarihi, hukukun bir dünya görüşü ve medeniyet bütünlüğü içinde oluştuğu en önemli örnektir. Tarihi gelişimi içinde, önce iman esasları, sonra ibadet ve ahlak esasları konulmuş, arkasından bunların üzerine oturtulan hukuk sisteminin temel kuralları gelmiştir.

Hukuk bir dünya görüşü (iman), bir yaşam tarzı (ahlak) bütünlüğü içinde bir diğerini destekleyen kurallar bütünlüğü olarak mevcut kılınmıştır. Öyle ki, hukuk kurallarının ihlali, bir taraftan dünya görüşü bakımından bir tutarsızlık hali, bir vicdani rahatsızlık meselesi; diğer taraftan aynı zamanda ahlak kurallarının ihlali anlamına gelmektedir. Hukuk kuralları ahlakla ve inanç esaslarıyla bütünleştirilmiştir. Böylece hukuka uyma sorunu 'iç müeyyide'lerle büyük ölçüde sağlanmıştır. Hukuk, insan ve toplum hayatının bir unsuru, ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.

Kültür ve tarih bütünlüğü içinde anlaşıldığı yerlerde ve dönemlerde, hukuk bir araç haline getirilememiş; insan ve toplumun değerler manzumesi olarak saygın bir konum kazanmıştır. Hukukun kültür ve tarihten koparıldığı, nihayetinde toplumu dönüştürme aracı olarak tasarlandığı dönemlerde ise hukukun yabancılaşması, değerler şizofrenisi meydana getirmiş; hem hukukun etkinliğini, hem de insanların hukuka olan güvenini ortadan kaldırmıştır. Hukukun araçsallaştırılması bugün küresel bir sorundur. İnsan hakları bağlamında Avrupa ve ABD'nin hukuk kurallarıyla alakalı çifte standardını artık örneklendirmeye bile gerek yok. Son günlerde, yalan yanlış bilgilerle Türkiye ile alakalı Twitter üzerinden yapılan 'ifade özgürlüğü' tartışmalarıyla Mısır'da verilen idam kararları karşısında en temel hak olan 'yaşama hakkı'na dair anlamlı suskunluk ortadadır. İnsan hakları, 'evrensel hukuk' uluslararası siyasetin kadife eldiveni haline gelmiştir. Hukuk algısıyla alakalı çok ciddi küresel bir sorunla, bir tehditle karşı karşıyayız.

Türkiye özelinde ise çok daha açık bir tablo mevcut. Yaklaşık iki yüzyıldır 'kanun ithal' ederek, fiyakalı tabiriyle, 'resepsiyon' yoluyla yeni bir hukuk düzeni oluşturmaya çalışan Türkiye'de hukuk siyasetin aracı haline gelmiştir. Hukuk, milleti dönüştürmenin, tabiri caizse, yeni bir millet oluşturmanın manivelası olarak görülmüştür. Hukukla alakalı temel sakatlık da burada başlamaktadır. Yukarıda kısaca değinmiş olduğumuz, hukuk algısı, hukuk- kültür-tarih-dünya görüşü ilişkisi çerçevesinde sorunlardan çok farklı olarak, hukuku alelade bir araç haline getiren bakış açısıdır söz konusu olan. Hukuk, millete belli bir ideolojiyi ve yaşam tarzını benimsetme siyasetinin 'sopası' olarak tasarlanmıştır.

Türkiye'de ortaya çıkan bu hukuka dair tasavvur hem kurallar hem de uygulama düzeyinde kendini göstermektedir. Öncelikle bazı kanun düzenlemeleri ile insanların kültürel değerleri, kılık kıyafetleri, inancını yaşama alanları kısıtlamalara tabi tutulmuş, hukuk eliyle yeni bir kültür dayatılmıştır. Devletin bu tür düzenlemeleri uygulamadaki katı tutumu nadir görülür bir süreci yaşatmıştır Türkiye'de. 30'lu, 40'lı yıllar insanların sadece neleri giyemeyeceğine değil, neleri giymesi gerektiğine; neleri okuyamayacağına değil neleri okuması gerektiğine; nasıl yazamayacağına değil hangi harflerle yazması gerektiğine dair hukuki düzenlemelerin yapıldığı, bugün anlatıldığında kişilerin ve toplulukların inanılması zor hikâyeleriyle doludur.
Yakın zamanlara kadar hukuka dair aynı anlayışın sürdürüldüğü, buna ilave olarak hukuk kurallarıyla birlikte yargı üzerinden aynı araçsallaştırma anlayışının devam ettiği görülmekteydi. Demokratik işleyişin devreye girmesiyle birlikte, hukuk kurallarını mutlak belirleme gücünü kaybeden bu anlayış, hukuk kurallarının yorumuyla aynı hedefe ulaşma amacını sürdürmüştür. Zaman zaman ideolojide değişiklik olmuş, ama hukuku siyasetin aracı olarak kullanmak, bir siyasi hedefe hukuku kullanarak ulaşma tavrı değişmemiştir.

12 Eylül 2010 referandumuyla Türkiye hukukun araçsallaştırılmasını esas alan yargı zihniyetine karşı bir tavır almıştır. Anayasa değişiklikleri ile bir zihniyet değişikliği öngörülmüştür. Ancak, yaşanan 17 ve 25 Aralık süreçleri kişiler değişse de çarpık hukuk zihniyetinin tam olarak değişmediğini ortaya koymuştur. Bugün Türkiye yine hukuku bir araç olarak gören, kendi ideolojik hedeflerine hukuku kullanarak ulaşmayı tabii karşılayan anlayışın başka bir türü ile karşı karşıyadır. Ancak tarihi hukuk kültürü, hem kendisine hem de küresel hukuk tartışmalarına yeni ufuk sunacak güçte olan Türkiye'nin bu arızaları aşabilecek imkânlara sahip olduğu unutulmamalıdır. Hukuku ideolojik kısırlıklara kurban etmek isteyenler muvaffak olamayacaktır.
BİZE ULAŞIN