Büşra Kızık: Bir müzeden çok daha fazlası - İngiltere

Bir müzeden çok daha fazlası - İngiltere
Giriş Tarihi: 3.03.2017 09:47 Son Güncelleme: 3.03.2017 09:50
Büşra Kızık SAYI:33Mart 2017
Neden İngiltere yahut neden Avrupa diye sorarsak elbette bunların cevabı hepimiz için bir soru işaretinden fazlası. Tarihin sayfalarındaki sömürgeci rollerinin bir yansıması olarak, örneğin dünyanın herhangi bir coğrafyasından herhangi bir tarihi esere Londra’da rastlayabiliyor olmanız tarifi olmayan bir çelişki yumağına sarıyor sizi.

Bir yanda her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği ihtişamlı binaların içinde sergilenen binlerce eser, diğer yanda o eserlerin oraya nasıl getirildiğine dair bildiklerimiz... bütün dünyanın bildiği yadsınamaz gerçekleri heybemize koyalım ve öyle devam edelim yolumuza. Bu gerçeklerin acı tınısı arka planda bir fon müziği gibi çalsın bizim için.

Hayatı, ufacık bir noktadan başlayan ve sonra başka başka noktaların birleşmesi halinde devam eden sonsuz bir çizgi gibi düşünürsek, bulunduğumuz yerin gerisini yani geçmişimizi zevkle seyredebileceğimiz yegâne yerlerdir müzeler. Sadece geçmişi değil elbette, o sonsuz çizginin geleceğe doğru akan seyrüseferini de meraklısı için gözler önüne seren yerlerdir buralar. Tıpkı insan dediğimiz varlığın doğumundan itibaren yaşadığı, algıladığı, mücadelesini verdiği her şeyin bir süreç içerisinde gerçekleşmesi gibi; medeniyet, kültür, sanat gibi insana tam da göbeğinden bağlı olan bu hayati kavramların gelişimi de adım adım olmakta. Dolayısıyla bu yolculuğun keşfi hepimiz için bu yüzden çok önemli.

Günümüzde çok kere duyduğumuz ve artık duyarsızlaştığımız 'ortak miras' kavramını düşünelim. Ortak miras hepimiz için durmadan yanıp sönen bir işaret anlamına geliyor belki de. İnsan zihninin bilgileri ancak sınıflayarak, kategoriler halinde yerleştirebilmesi gibi kim olduğumuz yahut olmadığımız, şu ana kadar neyi başardığımız ya da başaramadığımız, nereden başladığımız ve nereye doğru yol aldığımız da genellikle dışarıdan gelen bu uyarıcı işaretlerle şekilleniyor. İnsanlığın bugün geldiği noktanın bize ne anlattığını doğru şekilde anlayabilmek için belki bundan 1000 sene önceye dönmemiz gerekebilir. Yahut tam tersi geleceğe yönelik bir tahminin kaderini bugün sahip olduğumuz birikimler belirleyebilir. Bu yüzden müzelerin gerçek hayattaki karşılıklarının hakkını verebilmek aslında hem bugünü hem yarını etkileyecek bir silsileyi ifade etmekte.

Müzelerin hakkını vermek deyince ilk akla gelen ülkeler genellikle Avrupa ülkeleri oluyor. Önde gelen birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi İngiltere'deki müzecilik anlayışının da çok gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Sergileme kültürünün muazzam başarısına bu ülkedeki müzeleri ziyaret ederek şahit olabilirsiniz. Neden İngiltere yahut neden Avrupa diye sorarsak elbette bunların cevabı hepimiz için bir soru işaretinden fazlası. Tarihin sayfalarındaki sömürgeci rollerinin bir yansıması olarak, örneğin dünyanın herhangi bir coğrafyasından herhangi bir tarihi esere Londra'da rastlayabiliyor olmanız tarifi olmayan bir çelişki yumağına sarıyor sizi. Dolandıkça daha da karışıyorsunuz. Bir yanda her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği ihtişamlı binaların içinde sergilenen binlerce eser, diğer yanda o eserlerin oraya nasıl getirildiğine dair bildiklerimiz... Bu bütün dünyanın bildiği yadsınamaz gerçekleri heybemize koyalım ve öyle devam edelim yolumuza. Bu gerçeklerin acı tınısı arka planda bir fon müziği gibi çalsın bizim için.

Müzeler tarihin sinemaları gibidir

Londra, İngiltere'nin başkenti olarak birbirinden ünlü birçok müzeye ev sahipliği yapan büyük bir şehir. Buradaki en eski ve en büyük müzelerden biri ise British Museum. Kuruluş tarihi 1753 olarak belirtiliyor. Bir doğa bilimci ve koleksiyoner olan Sir Hans Sloan'ın biriktirdiği bazı el yazması kitapların ve eserlerin hükümet tarafından satın alınmasıyla kuruluyor ve zamanla içerisindeki eser sayısı arttırılarak bugünkü konumuna geliyor. Bugün bu müzede Antik Yunan'dan Asya'ya; Afrika'dan Avrupa'ya; Ortadoğu'dan Antik Mısır'a kadar 5 milyonun üzerinde eser mevcut. Ayrıca her yıl ortalama 5 milyon ziyaretçisiyle dünyanın en çok ziyaret edilen müzelerinden biri olma özelliğini de taşıyor. Müzenin tamamını bir günde gezebilmeniz mümkün değil, o ölçüde büyük bir müze. Bu yüzden ziyaretiniz sırasında zaman zaman kaybolmuş gibi hissedebilirsiniz. Fakat bu kaybolma hissinin nedeni yalnızca yapının büyüklüğü yahut eserlerin çokluğu değil. Burada bütün bu dünya medeniyetlerinin ortasında, insanlığın gelişimi karşısında duyduğunuz şaşkınlıkta kayboluyorsunuz aslında. Bir de heybemizdeki acı tınıların kulağımıza çalınmasıyla hissettiklerimiz var tabii. İşte tam da böyle kaybolduğumuz anlarda bu acı gerçekler bize birer yol haritası olmalı. Daha dik, daha sağlam ilerlemek için birer işaret gibi kullanabilmeyiz onları.

British Museum da dâhil olmak üzere buradaki müzeler genellikle ziyaretçilerinin sıkılmadan rahatça vakit geçirebileceği yerler olarak düzenlenmiş. Örneğin hepsinin içinde yorulduğunuzda oturup dinlenebileceğiniz, bir şeyler yiyip içerek sohbet edebileceğiniz alanlar var. Mesele sadece tarihi bir gerçeği sunmaktan yahut bir sanat eserini paylaşmaktan ibaret değil. Ziyaretçileriyle müze arasında bir şekilde bir etkileşim yaratmak da öncelikler arasında. Yine genellikle her müzede bulunan hediyelik eşya dükkânları biraz da bu amaç için var. Gittiğiniz müzenin ismi ve amblemi her küçük eşyanın üzerine basılmış şekilde sizi bekliyor olacak bu dükkânlarda. Bu yerler ekonomik katkılarının yanı sıra ziyaretçileri için bir aidiyet duygusu da oluşturuyor. Gittiğiniz müze ile etkileşim sizde bir bütünün parçası olma hissi yaratıyor. Bu aidiyet duygusu ve etkileşim de müzelerin üzerine yapışmış olan o 'sıkıcı' etiketini yırtıp atıyor. Çünkü bizim anlayışımızda müzeler genellikle ciddi yerlerdir. İtinayla ve bir şeylere zarar vermemek adına biraz stresli geçer buralarda zamanımız. Bundan dolayı müze ziyaretinin zihnimizdeki olumsuz çağrışımları bizi bazen müzelerden uzaklaştırabiliyor. Hâlbuki bu önyargıları kırmamız, müzeleri sanki tarihin sinemaları gibi görebilmemiz çok önemli. Farklı milletlerden sayısız aktörün başrolde oynadığı birbirinden güzel filmleri izliyor gibi olmalıyız müzeleri gezerken. Örneğin bir camekânın arkasında en yalın haliyle sunulmuş yüzlerce yıllık bir yüzüğü yahut seramik bir bardağı düşünelim. Onlar şu an bizim için sadece tarihi anlamda değerli olsa da, aslında bir zamanlar bir kadının parmağında yaşayan canlı birer eşyaydı ve elbette her birinin bir hikâyesi vardı. İnsan olarak bu biricik hikâyeleri hayal ederek paylaşabilmemiz de en az diğer büyük kazanımlarımız kadar kıymetli.

Müzeler geleceği inşa edebilir

Başkentin kalabalığından ve metropolit yapısından biraz uzaklaşıp rotamızı daha sade ve tarihi bir İngiliz şehri olan Oxford'a çevirelim. Oxford aynı zamanda köklü bir üniversite şehri olduğundan müzecilik anlamında da bir hayli başarılı. Ashmolean, Pitt Rivers ve Natural History buradaki önemli müzelerin başında geliyor. Örneğin Ashmolean 1683'te kurulan ve ismini kurucusu Elias Ashmole (1617-1692) den alan büyük bir sanat ve arkeoloji müzesi. Beş katında da çeşitli sanat eserlerini, arkeolojik kalıntıları, antik dönemlere ait birbirinden farklı eşyaları görme şansınız var. İçeride bir bölümde yazdığına göre Ege sularına ait en fazla kalıntı ve eser Yunanistan'dan sonra bu müzede bulunuyormuş. Fakat bu müzeye ilk gittiğimde beni en çok etkileyen şey bunlar olmadı. Hafta içi bir gündü ve bir ilkokulun öğrencileri öğretmenleriyle beraber burayı ziyarete gelmişlerdi. Müzenin ortasında 10'ar kişilik gruplar halinde oturmuşlardı. Hepsinin ellerinde kâğıt ve kalemleri vardı. Öğretmenleriyle müzedeki eserler hakkında tartışmalar yapıyorlardı. Kimisi en sevdiği eseri çizmişti kâğıdına, kimisi parmak kaldırıp en çok etkilendiği şeyi heyecanla anlatmaya çalışıyordu. Aslında daha önce de çocukların müzelerdeki varlığı dikkatimi çekmişti fakat bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu bir müddet orada kalıp onları izledikten sonra idrak edebildim. Çocukların sorduğu soruların, heyecanlarının, hayal güçlerinin şahidi olmak beni bu konu üzerinde biraz daha düşünmeye zorladı.

Ashmolean gibi müzelerin en önemli özelliklerinden biri de içlerinde çocuklar için daima öncelikli alanlar yaratmaları. Bir köşe daima çocuklar için ayrılmıştır. Ufak bir masa, renkli kalemler, müzedeki en önemli eserlerden oluşan boyama kitapları, müzeyi çocuk dilinde anlatan rengârenk broşürler... Kısaca çocukların zihnine atılan çok önemli çizikler anlamına geliyor bütün bunlar. Bu neden önemli? Şimdi gözlerinizi kapayın ve anne babasıyla müze ziyareti yapan küçük bir çocuk olduğunuzu hayal edin. Her adımınızda başka başka şeyler size ne kadar da yeni ve inanılmaz gelir öyle değil mi? Tarih, medeniyet, insanlık, sanat gibi büyüklerin sürekli kullandığı o soyut kavramların tam olarak ne olduğu hakkında algılarınız yavaş yavaş oluşmaya başlar. Geçmişten bugüne insanların nerelerden geldiğine dair daha o yaşta bir farkındalığa sahip olursunuz. Ve en önemlisi oradan çıkıp evinize döndüğünüzde günlük hayatınıza bu dünya algısı ve farkındalığıyla devam edersiniz. Tüm bunlar siz büyürken zihninizin arka planında akar durur. Bu durum bir neslin gidişatını, geleceğini etkileyen ve birbirine eklenerek artan başarılara sebep olabilir. Bu yüzden en başta söylediğimiz gibi müzelerin yalnızca geçmişi anlamak değil, geleceği inşa edebilmek adına da önemli görevleri vardır. Ayrıca bir müzeyi çocuklarıyla rahatça gezebilmek, onların sorduğu soruları uzun uzun cevaplamak, onların zihnindeki dünya algısının gördükleri yeni şeylerle nasıl şekillendiğini izlemek ebeveynler için de bambaşka bir tecrübe olmalı diye düşünüyorum.

Londra, Oxford, Cambridge gibi turistik ve tarihi şehirlerin yanı sıra, sıradan diyebileceğimiz daha ufak yerleşim yerlerinde bile en az bir tane müze görmeniz mümkün. Bu küçük yerleşim birimlerindeki müzelerin içinde belki dünyayı derinden etkileyen muhteşem eserler bulamazsınız fakat bir şekilde tarihle bağınızı kuran, o yerel bölgenin özelliklerini anlatarak sizi güzelce doyuran güzel bilgiler edinebilirsiniz. Bu yer yaşadığınız yer ise orayla bağınız güçlenir, geçerken uğradığınız bir yer ise sizi sebepsiz yere mutlu edebilir.

Bütün bunları düşündükten sonra kendi heybemizdeki acılarımıza dönersek, coğrafyamızdan koparılan o somut eserleri geri getirmemiz belki artık mümkün değil. Öyleyse biz o eserlerin hepimize anlattığı şeylerin peşinde olalım. Medeniyetimizin, değerlerimizin, kimliğimizin de onlarla beraber oraya taşınmadığından emin olalım mesela. Müzelerin yeni nesilleri yetiştirerek insanlığın gidişatını şekillendirebilecek kadar önemli yerler olduğunun farkında olarak devam edelim yolumuza. Aslında kim olduğumuzu unutmamak adına yeni müzeler açalım, yeni şeyler anlatalım, yeni anlamlar yaratalım. Hep birlikte.

BİZE ULAŞIN