Elif Eda Karagöz: Srebrenitsa'yı da böyle mi unuttuk Allah'ım

Srebrenitsayı da böyle mi unuttuk Allahım
Giriş Tarihi: 2.1.2017 17:45 Son Güncelleme: 2.1.2017 17:45
Elif Eda Karagöz SAYI:31Ocak 2017
Savaş, yıkım, terör saldırıları haberlerinin ortasında bir çocuk yetiştirmeye çalışıyorum. Her gün en az bir tane mahvolmuş çocuk fotoğrafı görüyorum. Yutkunuyorum. Ve her seferinde dönüp kızıma bakıyorum. Kilometrelerce ötede olan savaş, ona sımsıkı sarılıp bir daha hiç ama hiç bırakmamamı söylüyor. Fotoğrafına yahut videosuna baktığım, yaşadığı yıkımların donuklaştırdığı çocuk ise "Biraz da bana sarılsan olmaz mı" diyor.

Hayat artık bir mide ağrısı. Hani kötü bir haber alınca kalbiniz burkulur, sıkışır, bir şey olur... Nefes alamayacağım zannedersiniz. Eliniz istemsizce göğüs kafesinize gider. Fakat günleriniz kötü haberlerle geçmeye başlayıp yaşananlar birer demir leblebiye dönüştükçe acı yerleşir ve bedeninizde kendisi için seçtiği yer midenizdir.

Bugünlerde hayat bir mide ağrısı

Halep'ten yardım çığlıkları yükseliyor. Sosyal medya aktivistlerin "Belki de bu size son mesajım" videoları, tivitleri, fotoğraflarıyla dolu. Ben mutfakta, ocağın başındayım. Zeynep için krep yapıyorum.

Savaş, yıkım, terör saldırıları haberlerinin ortasında bir çocuk yetiştirmeye çalışıyorum. Her gün en az bir mahvolmuş çocuk fotoğrafı görüyorum. Yutkunuyorum. Ve her seferinde dönüp kızıma bakıyorum.

Kilometrelerce ötede olan savaş, ona sımsıkı sarılıp bir daha hiç ama hiç bırakmamamı söylüyor. Fotoğrafına ya da videosuna baktığım, yaşadığı yıkımların donuklaştırdığı çocuk ise "Biraz da bana sarılsan olmaz mı" diyor. Utanıyorum. Utanıyorum ve yanmak üzere olan krepi tavada çeviriyorum.

Zeynep'e savaşın çocuklarından, terör saldırılarının anne ve babalarını ellerinden aldığı çocuklardan bahsetmeliyim diye düşünüyorum. Çünkü bazen elinin tersiyle itiyor onun için sofraya konanları çünkü bazen bir oyuncak almamız için saatlerce ağlayabiliyor. Çünkü hiçbirimiz işe gitmeyelim hep bir arada kalalım istiyor. "Bak Zeynep, bak bu çocuğu görüyor musun? Babası Cumartesi günkü saldırıda öldü. Şimdi de enkaz altından henüz çıkmış şu yaşıtına bir bak; evi başına yıkıldı…" Aklımdan geçen bu cümleleri dehşetle savurup atıyorum. Henüz dört yaşındaki bir çocuğa bunları anlatmanın neye çare olacağını düşünüyorum acaba? Korkunç bir araçsallaştırma bu. Deva olmak için hiçbir şey yapmadığım mazlum çocuklarla kendi çocuğumu terbiye etme konforu. Gözünü kan bürümüş bir biçimde çoluk çocuğun üzerine bomba yağdıranların "Beni kabul edeceksin" şehvetinden hiç de farklı değil. Mide ağrısına dönüşen hayat karşısında hiçbir şey yapamıyor oluşumun acısını kızımdan çıkarmaktan başka bir şey değil.

Krepleri masaya koyuyorum. Sonra beyaz peyniri, aklımda; "Acaba Zeynep ne zaman peyniri sevecek" sorusu… Domates ve salatalık kesiyorum; birer tane yeter, fazlası hep israf oluyor. Çayları doldururken "Hadi artık kahvaltıya" diye sesleniyorum içeriye. Aklıma kına gecelerine tövbe ettiğim gece geliyor. Sıcak çay dolu bardakları masaya koyup sandalyeye çöküyorum. 08.08.2014: Kına gecelerine tövbe ettim

Gazze'nin bombardıman altında olduğu günlerdi. Birleşmiş Milletler'e ait okullar bombalanıyor, sahilde top oynayan çocukların cesetleri gazete sayfalarında televizyon ekranlarında yerini alıyordu. Haber takip etmekten yorgun düşmüştüm. Amerika'da ikamet etmekte olan arkadaşlarımdan Facebook sayfalarında İsrail'i eleştiren, katliama ilişkin öfkeli yorumlar yapanların iş yerlerinde uyarı aldıklarını duyup iyice bileniyordum. Yıkılıp yakılmış delik deşik olmuş okulların, hastanelerin, evlerin imajlarını biriktirmeye başlamıştım. "Ne yapabilirim, sahiden ne yapabilirim Allah'ım" diye düşünüp duruyordum. Fakat işte hepsi bu kadardı. Evet, gerçekten de bir kalp ağrısıydı duyduğum ama ötesine geçemiyordum.

En azından bu kalp ağrısını hiç unutmayacaktım.

Öyle olmadı.

Kendimi iki gün sonra bir arkadaşımın kına gecesinde eğlenirken buldum. Eğlenmeyecek miydik canım? Doğrusunu söylemek gerekirse ben derin bir üzüntü içerisinde olup da kendini eğlenceye kaptıranını hiç görmemiştim. Yası henüz taze iken kahkaha atanı da...

Eve dönüp utanç içinde not aldım: "Kına gecelerine tövbe ettim."

Zeynep "Anneee ben televizyonlu odada yemek istiyorum ama" diye giriyor içeriye. Hep birlikte mutfakta kahvaltımızı yapmaya ikna etmek için diller döküyorum. Çığlığı basıyor. Neden böyle bu çocuk? İçimde dalga dalga kabaran öfke… Sabrım her geçen gün daha da azalıyor. Derin bir nefes alıp kahvaltımızı hep birlikte bu masada yapacağız, diyorum. Geçip masaya oturuyorum. Bir süre sonra tıpış tıpış geliyor. Bıcır bıcır bir şeyler anlatmak derdinde. Kendince az önceki huysuzluğunu telafi ediyor. Acaba otorite karşısında güçsüz hissetmesine sebep olacak şekilde mi davranıyorum, diye geçiriyorum içimden.

Evet, bunu sahiden düşünüyorum.

Henüz üç-dört yaşımdaki iken yaşadığım bir şey geliyor aklıma. Böyle durumlarda hep o anımı hatırlarım. Bingöl'deki tek katlı bahçe içindeki evimizin penceresinden az evvel kendi ellerimle yaptığım kardan adamı izliyorum. Öyle güzel ki… Hafif hafif kar sepeliyor üzerine. Kömürlükten aşırdığım kapkara gözleri, dolaptan anneme çaktırmadan aldığım havuçtan burnu... Derken evimizin hemen karşısındaki konakta yaşayan ev sahibimizin benden birkaç yaş büyük kızı yaklaşıyor kardan adamımın yanına. Daha ben ne olduğunu anlamadan, kardan adamın burnunu çıkartıp ısırıyor. Hem de gözümün içine baka baka yapıyor bunu. Sonra da yerine geri takıyor. Bir hışımla sokak kapısına doğru koşuyorum: "Geberteceğim onu" diye bağırarak. O esnada şimdi nereden çıktığını hatırlamadığım annem, üzerime atılıyor. Beni sımsıkı sarıyor ve kaygılı çok kaygılı bir sesle: "Aman yavrum, o ev sahibimizin kızı" diyor. Şurama bir şey oturuyor. Ve sanırım o günden beri de o bir şey şuramda duruyor.

Zeynep "Doydum bence ben, oyun oynayalım mı" diye soruyor kocaman gözleri ışıl ışıl. O ışıltı var ya işte insanı çok gafil avlıyor. "Olur yavrum" diye başını okşuyorum "Şu masayı toplayayım, hemen geliyorum."

Ne ara bu kadar büyüdüğünü anlamadığım bu güzel varlık mutfaktan uzaklaşırken kahvaltılıkları dolaba yerleştiriyorum; kirli tabak çanağı makineye. Masanın üzerindeki kırıntıları toplayıp dökülenleri silerken içim cız ediyor. Yutkunuyorum: "Srebrenitsa'yı da böyle mi unuttuk Allah'ım?"

"Önce ölüme alıştırmaya çalıştılar. Sonra sürgün edilmeye… Ben zaten ölmeye iman etmiştim, bundan gocunmadım. Dünyaya sürgün edilerek geldiğimi biliyorum, bundan da gocunmadım. Ama umudun ne olduğunu asla unutmuyorum. Bir gün tekrar doğduğum topraklara döneceğim. Orada ölen kardeşlerimi yalnız bırakmamak için döneceğim. Onların öldüğü yerde ölmek için döneceğim" der gibi binmişti otobüslere Halep'in güzel çocukları. Şimdi onlar bize emanetler, bir gün emaneti hakkıyla yerine teslim edeceğiz.

FOTO :: GEORGE OURFALIAN/ARALIK 2016/AFP PHOTO

BİZE ULAŞIN