Ekrem Demirli: Modern dünyada dindarlık: Dinler altın çağlarını yaşıyor olabilir mi?

Modern dünyada dindarlık: Dinler altın çağlarını yaşıyor olabilir mi?
Giriş Tarihi: 2.2.2021 12:34 Son Güncelleme: 2.2.2021 12:34
Din modernleşme ile birlikte daha geniş bir yayılma hızına kavuştu, toplumlar dinleriyle tanışma sürecine girdi: Daha önce dindar idiler, şimdi bilgili dindar olmaya başladılar. Dinin bu gelişim süreci “arızi” bir durum veya bir yanılsama değilse, bir paradoks ile karşı karşıyayız: Din bugün bütün dünyada altın çağını yaşıyor olabilir.

Hiçbir dönem din modern çağda olduğu kadar çelişik görünüm arz etmedi. Bir buçuk asır önce Marksist geleneğin şekillenmesinde önemli etkileri olan Alman düşünür L. Feuerbach "insanlık düşmanı" ilan ettiği dinin insanlığın istikbalinde herhangi bir yerinin olamayacağını iddia ederken muasırı birçok düşünürün bilime bağladıkları sonsuz itimatlarını anlatıyordu. Bilim bir "fabrika" kabul edilen doğayı yönetmenin yegâne ve yeterli aracı olduğu gibi insana istediği her şeyi verebilecek insanlık dini idi.

Vakıa 20'nci asrın ortalarına doğru bilim ve felsefe mahfillerinde dinin herhangi bir etkinliği kalmamış gibiydi. Bununla birlikte din, söz konusu düşünürlerin beklentisinin aksine varlığını başka zeminlerde koruyabildi, son elli seneden beri ise daha önce hiçbir zaman görülmediği kadar etkisini artırdı, siyaset ve sosyal hayatın birçok yönünde bu etkinliğini tahkim etmesini bildi.

Başta Pozitivist felsefenin temsilcileri olmak üzere, 19 ve 20'nci asrın birçok düşünürü dinin istikbali hakkında büsbütün yanıldı; insan-Tanrı ilişkilerindeki sahiciliği ve derinliği fark edemedi, dinin bir fukara tesellisi olduğunu düşünerek insan hakkında yanıldı, din ve insanlığın ilişkisinin geleceğine dair yanlış tespitlerde bulundu. Modern çağdaki kadar dinin bu kadar yaygın ve müessir olduğu –en azından göründüğü- başka bir çağ olmadığı söylenebilir.

Modernizmin merkezinde hümanizm vardır: Çağdaş hümanizm ile dinin -özellikle mistiklerin/ sufilerin- insancıllığı arasındaki benzerlikler öteden beri insanların dikkatlerini çekti. Modern zamanlarda din hakkında olumlu kanaat beyan edenler hümanizme odaklanarak din ile yaşanan zaman arasında ilişki kurdu, dinin hümanist yönünü evrensel ve insancıl sayarak dogmatizme karşı tercih etmek istediler.

Din ile modern dünyanın temel çelişkisi

Abdullah Cevdet, Mevlâna ve Gazali hakkında yazdığı eserinde Mevlâna'yı "insancıl" diye tebcil edip Gazali'yi skolastik düşüncenin temsilcisi sayarken modern dünyada dinin takınması gereken tavrın yönünü göstermiş oluyordu. Benzer yaklaşımları reform hareketleri sürecinde Hristiyanlık içinde görebiliriz. Dinin temel iddialarından uzaklaşıp dar anlamda ahlak şeklinde "ehlileşerek" modern dünyada nasıl var olabileceği bu tartışmalar sürecinde şekillendi.

Bununla birlikte iki hümanizm arasında müşterek yegâne yön belki de "insan" üzerinden hareket ediyor olmalarıdır. Dinler hümanisttir, bunda tereddüt yoktur fakat dinin hümanizmi zorunlu bir şekilde teo-sentrik yani Tanrı merkezci insancıllıktır. Dinde insandan söz edildiğinde mutlaka ontolojik gerçeklik olarak Tanrı'dan söz edilir. Bu yönüyle dinî hümanizm ya başlangıcında veya sonunda Tanrı'ya giderek idealist ve ahlakçı insan telakkisi inşa eder.

Bu durumda ahlak başta olmak üzere, hemen bütün alanlarında insancıllık Tanrı'ya bağlanarak inşa edilir. Buna mukabil modern "hümanizm" herhangi bir üst ilke ve gerçeklik tarafından muhasebe edilemeyecek özgür insan anlayışını esas alır. Din ile modern dünyanın temel çelişkisi burada yatar.

Böyle bir hümanizmin merkezinde olduğu toplumlarda din şehrin ana alanlarının dışına itildi, bilim, siyaset ve düşüncenin kurucu unsuru olmaktan dışlandı, hayatın ikincil alanlarında "huzur" arayanlara ilham vermesine göz yumuldu. Bazı ideolojilerin katı ve düşmanca tutumları dinin bu alanlarda bulunmasına da izin vermese bile, genel itibarıyla dinin "getirisini" hesaba katan kapitalist cenah daha toleranslı oldu.

Bununla birlikte her iki kesim dinin neyi temsil ettiği ve insana neyi verebileceği hususunda aynı kanaati taşır: "Din bize gerçek ve hakiki bilgi veremez, gerçek değer üretemez, din toplum inşa edebilecek bilgi ve değer donanımına sahip değildir." Galiba modern dünyanın dine bakışında bilinmesi gereken en önemli nokta budur: Modern dünyanın hangi kesimi olursa olsun dine "zarar" veya "fayda" cihetinden bakarak aynı dünyadan beslenmişlerdir.

Bir paradoks ile karşı karşıyayız

Modern dünyada din anlayışı bu istikamette ilerlerken şaşırtıcı bir hadise yaşandı. Buna nüfusun artması, büyük kitlelerin zenginlik ve refahtan pay alması, iletişimin yaygınlaşması gibi faktörler etki etmiş olmalıdır. Uzun süredir dünyada dinin yeniden keşfedildiği yeni bir süreci yaşıyoruz. Sanki dünya yeniden dindarlaşıyor diyebiliriz. Modernleşme dünyanın birçok bölgesinde kendisinden beklenen sürecin aksine dinin daha gelişmesine ve yaygınlaşmasına hizmet etti. Dinin bu gelişim süreci "arızi" bir durum veya bir yanılsama değilse, bir paradoks ile karşı karşıyayız: Din bugün bütün dünyada altın çağını yaşıyor olabilir. Modernliğin hiçbir şekilde öngöremediği bu gelişmenin başlıca birkaç nedeni üzerinde durabiliriz:

Birincisi bilgi ve iletişim imkânlarının gelişmesiyle birlikte dinin yayılması ve tanınması da arttı. Yaşadığımız dünyadaki bilginin yayılma tarzı ve hızı kadim dünya ile karşılaştırılabilir bir düzeyde değil. Bu süreçte –mesela- İslam toplumlarında da bariz bir şekilde şahit olduğumuz okuma-yazma oranının artması, muazzam neşriyat gelişmesi vb. birçok etmen dinî bilginin gelişmesine doğrudan katkılar sağlayarak dinî hayatı doğrudan etkiledi.

Kültür ve bilgi yayıldıkça onunla paralel şekilde dinî bilgi de yayılıyor. Haddi zatında bu durum sadece İslam toplumları ve Müslümanlık için geçerli değil, bütün dinler için gerçekleşmiş bir hadiseden söz ediyoruz. Bilgi ve iletişim devrimi eski ve nispeten unutulmuş bütün değerleri canlandırdı. Daha önce görece şehir merkezlerinde odaklanan bilgi, günümüzde hemen her bölgeye ve her sınıfa ulaşma imkânı kazanarak yepyeni bir duruma yol açtı. Yeni bilgi anlayışına paralel bir şekilde, yeni din anlayışı da yayılıyor artık. Bunun geleneksel bakış açısına göre olumsuz sonuçları olsa bile, vakıa budur.

Din güçlü bir bireysellik içeriyor

İkinci mesele olarak ise modernlikle birlikte bireyin ve bireyselliğin gelişmesinin dinin yayılmasında önemli etken olduğunu hesaba katmak gerekir. Bireysellik modernizm ile birlikte düşünülür ve birçok yönden eleştirilen bir olgu şeklinde ele alınır. Haddizatında "hümanizm" aynı zamanda bireyselliğin nedeni kabul edilebilir. Başına buyruk bu bireyselliğin din ile çelişik bir şey olduğu şeklinde hâkim kanaat İslam toplumlarının günümüzde tartıştığı konulardan biridir.

Bu yaklaşımı büsbütün reddetmek zor; günümüzde Müslüman toplumlarda yaşanan bireyselleşme olgusu nispeten bağımsız ve başkaldırıcı tutum olarak kendini gösteriyor. Yeni nesillerin kendilerini tanıma ve keşfetme süreci birçok çatışmanın da nedeni kabul ediliyor. Fakat burada yeni nesillerce eleştirilen şey nedir veya bireysellik neye başkaldırmaktadır? Sorunun cevabını bildiğini düşünenler, içinde dinin de bulunduğu gelenekler, muhafazakâr toplum yapıları gibi birçok şeyden aynı şeymiş gibi söz ediyorlar. Bu büyük bir hatadır.

Burada din ile öteki yapıları ayrıştırmakta fayda var. Dinin bireysellikten her zaman zarar göreceğini söylemek zordur. Bunun temel nedeni dinin bizzat kendisinin güçlü bir bireysellik içermiş olmasıdır. Din kabileci ve töreci toplumsal hayatın düzenini temelden yıkarak, bireyci-hakçı bir anlayış geliştirirken peygamberler de böyle bir bireyci anlayışı tebliğ ettiler.

Yahudilik ve Hristiyanlığa göre bilhassa İslam, bireyselliği daha güçlü şekilde tahkim ederek birey-Tanrı ilişkisini "din adamı sınıfının" yer almadığı bir anlayış üzerine inşa etti. Günah ve sevabın bireyselliği başta olmak üzere pek çok konu böyle bir bireyselliği iktiza etmiştir. Bu bakımdan günümüz bireyselliğinin süreci bambaşka olsa bile, "bireysellik" olması cihetiyle dine aykırı veya onunla tezat olarak kabul edilemez.

Bireysellik geliştikçe insanın Tanrı ile ilişkisi güçlü hâle gelir ve yeniden keşfedilir, toplumsallık niteliği taşıyan veya geleneğe dönmüş dinî hayat ile çelişki yaşansa bile, din başka yönlerden bireydeki varlığını sürdürür. Günümüzde dindarlığın bireyselliğin kurucu unsurlarından biri hâline gelerek geçmişe göre hayat içindeki yerini daha sağlamlaştırdığı söylenebilir.

Bu meyanda başka nedenler de tespit etmek mümkündür. Her halükarda din modernleşme ile birlikte başka zamanlardakine göre daha geniş bir yayılma hızına kavuştu, toplumlar kendi dinleriyle tanışma sürecine girdi: Daha önce dindar idiler, şimdi bilgili dindar olmaya başladılar.

Dindarlığın muteber olduğu bir çağ

Hâl böyleyken bir çok insan dinin geçmişte daha yaygın ve daha doğru yaşandığını düşünür, geçmişteki insanları kategorik olarak daha dindar ve inançlı sayar. Sanki peygamberlerden uzaklaştıkça insanlar dinden de uzaklaşır gibi kanaat yaygındır. Özellikle İslam toplumlarında asr-ı saadete yakın olmak dindarlığın ölçütü kabul edilir. Böyle düşünmenin sebebi nedir, onu bilmek güç.

Burada belirleyici olan şey nostalji ve yaşanan zamanın yükünden kaçmak arzusu olabilir. Nitekim her nesil kendi devrinden şikâyet eder. Günümüzdeki durum biraz daha farklı: İnsanlar farkında olmadan din-dindarlık ile tarımsal toplumu özdeşleştiriyor, dini tarım toplumunun ürünü veya o toplumda yaşanabilir bir şey olarak kabul ediyorlar. Bu bakımdan geçmişteki dindarlığı savunmak, daha doğrusu gerçek dindarlığın geçmiş toplumlarda olabileceğini düşünmek, modern düşüncenin din telakkisini doğrulamaktan başka bir şey değildir.

Bu meyanda elimizde karşılaştırma yapmak için deliller yok, istatistiki bilgilerle din ölçülemez. Bununla birlikte yukarıda zikrettiğimiz gerekçelerin İslam toplumları ve kendi ülkemiz için geçerli olduğunu hesaba katarak günümüzde geçmiş zamanlara göre dinin daha etkin şekilde yaşadığını söylemek mümkün. Bu itibarla tüm zamanların en dindar asrını yaşıyor olabiliriz. Burada Türkiye özelinde birkaç hususa daha işaret etmek lazım.

Günümüz Türkiye'sindeki Müslümanlığın kökleri üzerinde bir çok iddia ortaya atılıyor; özellikle yetmişli yıllardan itibaren hız kazanan Arap etkisinin belirleyici rol oynadığı ileri sürülüyor. Bunların bir kısmı doğru olmakla birlikte, Türkiye'de İslam'ın daha görünür hâle gelmesinin ana nedeni yüz elli sene kadar geriye gidiyor. Bu tarih haddizatında Türk modernleşmesinin başladığı tarihtir.

Merkezileşme ile birlikte eğitim hayatının düzenli hâle gelmesi, sıbyan okullarının açılması, din eğitiminin düzenli hâle gelmesi vb. günümüze kadar etkileri uzanan çok önemli bir değişimi başlattı. Osmanlı'da başlayan bu süreç Cumhuriyet ile -kısmen akamete uğrasa bile- devam ederek dinî eğitim veren kurumların, okulların açılmasıyla en ileri seviyesine ulaştı. Günümüz Türkiye'sinde Müslümanlığın etkinliğinde en önemli faktör devletin bizzat kendisinin açmış olduğu bu okullar ve eğitim kurumlarıdır.

Göçlerle Anadolu'da büyük değişim

İkinci bir faktör ise göçlerdir. Osmanlının son dönemlerinden itibaren Rusya'dan, Kafkaslardan, Balkanlardan ve öteki İslam beldelerinden devam eden göçler Anadolu'da önemli bir değişimin yaşanmasına yol açtı. Günümüzde yaşadığımız birçok hadisenin temelinde bu göçler yatar. Göçlerle birlikte nispeten şehirlerde yaşayan kültürlü Müslüman topluluklar, Anadolu'ya yerleşerek yeni bir dinî ve toplumsal yapının şekillenmesine hizmet ettiler.

Geçenlerde Hakk'ın rahmetine kavuşan Konyalı muhaddis, âlim Ali Osman Koçkuzu hocamızla Abdullah Bosnavi'yi yad etmek üzere bir sempozyuma katılmak üzere Bosna'ya gitmiştik. Bir şeyh efendinin tekkesine gittik; şeyh efendi Bosna savaşına katılmış bir gazi idi. Sanırım hocadan daha genç olmasına rağmen yaşlı görünüyordu. Ali Osman Hoca şeyh efendiye doğru yürüdü, şeyhin elini tuttu, belki Türkiye'de yapmayacağı şekilde gözleri yaşarmış bir hâlde eğildi -sanırım karşılıklı olarak- büyük bir tevazu örneğiyle elini öptü. O hadise karşısında yaşadığımız duygunun ifadesi yoktu.

Hoca duygulu bir şekilde şeyhe şöyle dedi: "Biz buraya ağabey olarak gelmedik, elimiz öpülsün istemeyiz, biz hocalarımızın izini takip ederek teşekküre geldik, bize bu dini sizin büyükleriniz öğretti." Kast ettiği isimlerden biri hadis bilgini Tayyib Ökiç merhum idi. Tayyib Hoca onun neslinden birçok kişinin hocası olmuş, onları yetiştirmiş müstesna âlimlerden biriydi.

Hocanın kurduğu cümleler, son asrı büyük çilelerle dolu birçok İslam memleketi hakkında söylenebilir. Irak-Suriye'den gelen Kürt ve Arap müderrisleri İslam'ı daha iyi öğrenmemize katkı sağladı. Nakşi-Halidilik ile birlikte medreselerin güçlenmesi son yüz elli senenin en önemli hadiselerinden biriydi o bölgelerde. Sadece oradan değil! Rusya'dan Kafkaslardan ve Balkanlardan gelenler burada daha sağlam bir bilgi zemininin oluşmasına katkı sağladılar.

Günümüz Türkiye'sinde dinî hayatın ve bunun üzerinden ortaya çıkan yeni millet anlayışının kökleri tahmin edilemeyecek kadar derin ve sağlam şekilde atıldı. Bunu hep akılda tutmak gerekir.

BİZE ULAŞIN