Yunus Arslan: Doğal tarım ve sürdürülebilir yaşam neden gereklidir?

Doğal tarım ve sürdürülebilir yaşam neden gereklidir?
Giriş Tarihi: 20.4.2020 12:03 Son Güncelleme: 20.4.2020 12:03
Doğal tarım ve sürdürülebilir yaşam için biyoçeşitliliği korumak en önemli ve doğru duruş olmalı.

Klişelerin dört bir yanımızı sardığı zamanlardayız. Kimi küreselleşmenin faydalarından bahsederken kimileri de GDO'lu gıdalar ile insan sağlığının tehdit edildiğini hatta insanın sonunun geleceğini ateşli şekilde savunuyor. Kime inanacağımızı şaşırdık.

Taraftarların hep savunduğu sanayileşme ve küreselleşme nedeniyle insanlığın bolluk ve bereket dünyasında huzur içinde yaşayacağı inancının artık yok olmakta olduğunu dile getiren sesler yükseliyor. Ne de olsa giderek artan kayda değer bir nüfusun büyük çoğunluğunun obezite ile boğuştuğu bir dünya ile karşı karşıyayız.

Afrika'da açlıktan ölmeye devam edenleri ya da birkaç yılda bir çıkarak dünyaya yayılan virüsleri gördükçe insanın küreselleşme karşıtlarına hak veresi geliyor. Hele bir de tohum ve gıdanın küresel şirketlerin tekelinde olduğunu gördükçe iyice hak veriyoruz.

"Artık küçük üreticilere gerek yok, çiftçilik zaten modern dünyaya uygun değil!" ve "Haydi, hep beraber büyük firmalar için üretime başlayalım," demişiz de üstüne toplumsal sözleşme yapmışız gibi en stratejik ürünleri Cargill, Monsanto, Philip Morris ve Nestlé için üretmeye başladık bir de.

Tohum ve gıda savunucularının en önemli isimlerinden Vandana Shiva yıllardır küçük üreticilerin haksız ve eşitliksiz rekabet ortamından dolayı piyasadan silinmek zorunda olduğundan bahsediyor, adeta haykırıyor bizlere.

Yeni tehdit: Monokültür

Bununla da kalmayıp, bizler daha farkına bile varmadan yerel zenginliklerin nasıl yok olduğunu gözler önüne seriyor ve yeni bir kavramla daha doğrusu dünyayı sarmayı bekleyen yeni bir tehditle tanıştığımızdan bahsediyor: Monokültür!

Tarım ve tohum ticareti söz konusu olduğunda sadece soya, mısır, pirinç, buğday ve kanoladan bahsetmek zorunda kaldığımız bir dünyadır monokültür. Oysa yerelin, yereldeki biyolojik çeşitliğin önemini ve sağlığını hemen hepimiz biliriz.

"Nasıl oldu da küreselleşmenin yalanına uyduk" diye hayıflananlar hiç de az değil. Yoksa sahiden bir yalan değildi de bir zorunluluk muydu bu? Evet, bunu savunanlar da var. Başlıca dayanakları ise şu: "Şehir hayatı ve özellikle de metropoller için besin ve gıda üretimi ancak sanayileşme ile çözülebilir."

Artık bir kere şehir hayatına alıştık değil mi? Kırsala da dönemeyiz ya; ne tarımı ne hayvancılığı biliyoruz! Unuttuk evet… Bu unutmuşluğumuz da küreselleşmenin işine yarıyor ve GDO'lu ürünlere mahkûm kaldığımızı kabullenmemiz isteniyor.

İşte tam burada yeni bir dilemma ile karşı karşıyayız. Bazı bilim insanlarının GDO'lu gıdaların bir zararı olmadığını savunduğunu görüyoruz.

Peki, sahiden hiç zararı yok mu? Velev ki zararı şu an görülür biçimde yok, insanın biyolojik ve genetik yapısını bozmadığını nereden bileceğiz? Bilim insanlarının çalışmaları ve tartışmaları ayrışadursun Vandana Shiva bize farklı bir bakış açısı sunuyor: Terra Madre yani Toprak Ana.

Bir umut: Toprak Ana

2004 yılında 130 ülkeden bin 200 gıda topluluğunun 5 bin üyesi bir umut uğruna bir toplantı gerçekleştirdi: Toprak Ana. Sağlıklı, çeşitli gıdalar yetiştirmenin ve sosyal, siyasi ve ekonomik olarak dönüşümün mümkün olduğunu tartışmak üzere bir araya geldi.

İtalya'nın Torino kentinde bir araya gelen Toprak Ana gönüllüleri yaşamın özü olan besinle ve yemekle bir bağ kurmuştu. Türlerin, kültürlerin, küçük üreticilerin, yerel ekonomilerin ve bilgilerin tüm çeşitliliğinin küreselleşme tarafından yok edildiğini düşünen küçük üreticilerin toplantısı olarak tarif ediyor bu toplantıyı Shiva.

Toplantıda kadim çağların bilgeliğini aktaran Upanişadların bir vecizesine atıf yapıyor Shiva: "Tüm canlıları oluşturan besindir. Canlı varlıklar besinden doğar, besinle yaşar ve öldüklerinde de yine besin olurlar." Toprak ve gıda aktivisti Shiva önemli bir yere dikkatimizi çekiyor: İnsanı merkeze alan düşünceye.

Bu şu anlama geliyor: Küreselleşme ile insanın önüne ne konursa sadece ona mahkûm olması gerekmiyor. İnsan kendi özünü korumak zorunda ve varlığının çeşitliliği elinden alınmamalı.

Sanıyorum kandırmacanın sonuna doğru geliyoruz, zira son yıllarda sıklıkla karşımıza çıkan bir kavram var: Sürdürülebilir yaşam. Sürdürülebilir yaşam kavramının sadece gıda ile ilişkili olmadığını artık hepimiz biliyoruz. Belki de kimileri için ilk akla gelen gıdanın sürdürülebilir olması da değildir; bunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Zira tüketim çılgınlığımızın merkezinde artık kıyafet yer almakta.

Bu yüzden birçok kimsenin aklına ilk gelenin giyim olduğunu varsaymakta haksız sayılmayız sanırım. Evet, meselenin kıyafet, teknoloji, ev eşyaları gibi birçok yönü var. Meselenin bu tarafına değinen çok, bu yüzden bu yazıda öncelik gıdanın sürdürülebilir yaşam için ne ifade ettiği ve çözüm olarak neleri tartışmamız gerektiğine bir bakalım.

"Şeytanın ilerleme yolları"

İnsanın bir özgürlüğü ve bireysel haklarının olduğu vazgeçilmez bir kabulümüz oldu fakat sistem bir şekilde bizlerin elinden, yavaş yavaş haklarımızı almaya çalışıyor. Dünya üzerindeki bütün insanların kendine yeterli miktarda gıda üretmek ve tüketmek hakkına da sahip olduğunu unutmayalım.

Şehir hayatı herkese bir görev veriyor ve tarımla uğraşmaya vaktimiz kalmıyor. Bu ilk bakışta haklı bir görev ayrışması gibi görünüyor. Evet, hem küresel yapı için üretip hem de gıdamızı üretmemiz mümkün değil artık. Plazalarda çalışıp, rezidanslarda oturduğumuz müddetçe gıdamızı üretmemiz de anlamsız geliyor.

Fakat insanın temel gıdalarını üretmesi ve "insani" bir yaşam hakkı neden yok oldu öyleyse? Şehirleşme karşıtı değilim fakat şehir hayatının gerekliliği bizleri rezidanslara veya apartmanlara mahkûm etmemeli, buralarda yaşamak isteyenler yine yaşasın.

Şehir hayatında yaşamak zorunda olan ama en azından temel gıdasını üretmek isteyen insanlar için de yatay mimari bir zorunluluk. Evet, sürdürülebilir yaşamın bir tarafı da mimari ile ilgili.

Şehir yapısı düzenlenirken en azından isteyenler için yatay mimarinin şehirde de mümkün olacağını ileri süren Turgut Cansever'in şu sözlerine atıf yapmalıyım: "Biz şehirleşme olayını düzenlerken, hastalıkların nasıl oluşmayacağını, şeytanın ilerleme yollarını nasıl daraltacağımızı da hesaplamamız lazım."

Artık şeytanın işine karışamaz olduğumuzu hissediyoruz çünkü şehir planları yaparken şeytanı unuttuk ve hızla şehir hayatında hiçbir kaçış noktamız olmadan şeytana mahkûm kaldık.

En doğru duruş

Ne yapmalıyız peki? Hayır, yeni bir ütopyadan bahsetmeyeceğim; sadece tarihçi ve eleştirmen Levis Mumford'un şu sözlerine yakın olduğumu ifade etmeliyim:

"Sonuçta, başka bir ütopya girişiminde bulunmayacağımıza söz veriyorum; başkalarının inşa ettiği ütopyaların temellerini incelemek yeterli olacaktır." Belki de sadece şeytanın doldurmadığı boşluklardan kendimize bir çıkış bulabiliriz.

Şehir planlamasının dahi sürdürülebilir bir yaşamda önemi olduğuna değinerek bu kadarla yetineyim ve tekrar konumuzun merkezine dönelim. Geleneksel tarım ve gıda üretiminin kültürle eş zamanlı hareket ettiğini unutmamak gerekiyor.

Bu yüzden yerel ürünlere baktığımızda şaşılacak bir biyoçeşitlilik ile karşılaşsak da kültürün "monokültür"e dönüşmesiyle çeşitliliğin de yok olmaya yüz tuttuğunu görebiliriz.

Maalesef ülkemiz de bahsettiğim monokültüre maruz kalmakta. Örneğin peynirden bahsedecek olsak tükettiğimiz birkaç peynir türünün yanında yine bir elin parmaklarını geçmeyecek peynir çeşidinden bahsedebiliriz.

Oysa 2016 yılında Balıkesir Büyükşehir Belediyesi'nin katkılarıyla Neşe Biber Aksoy ve Berin Bal Onur'un kaleme aldığı dünyanın en iyisi unvanına sahip 50 Peynirli Şehir Balıkesir kitabı bizleri hayrete düşürmeli.

Ülkemizin tamamından değil, yalnızca kültürel zenginliği olan şehirlerimizden sadece birinde tespit edilen 50 çeşit peynirden bahsediyorum. İşte bu yüzdendir ki doğal tarım ve sürdürülebilir yaşam için biyoçeşitliliği korumak en önemli ve doğru duruş olmalı.

BİZE ULAŞIN