Cem Sancar: Ahmet Haşim ile bir Beyoğlu vakti

Ahmet Haşim ile bir Beyoğlu vakti
Giriş Tarihi: 19.4.2019 16:43 Son Güncelleme: 19.4.2019 16:43
Cem Sancar SAYI:56
Şehirli, eğitimli kuşaklar; zamanın ünlü dergileri ve de algı merkezleri tarafından seküler bir yaşam tarzına doğru itiliyor, kendini kaybetmiş nesiller bir tür “İslamofobik Turist” kadar şaşkın bir avallıkta yaşıyorlardı.

"İstanbul'u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. 'Saat'ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslubuna göre de 'saat'lerimiz ve 'gün'lerimiz vardı" diye girer meşhur "Müslüman Saati" makalesine Ahmet Haşim. Bugün onun nesrine yeniden baktığımda 90'ları hatırlarım şahsen. Şehirli olmanın sitayişle abartıldığı o yıllarda İstanbul; cuma gününü dışarı çıkılacak, yemek yenecek, müzikhollerde müzik dinlenecek, bir nevi sosyalleşilecek bir gün olarak telaffuz ederdi. Hatta cumaya "Kutsal Cuma" diye sarkastik bir isim takmak ve kulüplere akmak "en bi'çağdaş" olmanın göstergesiydi.

İnsanlar birbirine telefon eder, "A cuma gününde evde mi oturuyorsun. Şuradayız, herkes burada, çık evden" diye seslenirlerdi.

Zaman Robinson'un zamanıydı! Olay İslam medeniyetinin kalbinde, İstanbul'da değil de sanki New York'ta geçiyordu.

Cuma, camilerden kaldırımlara yayılan namaz kılan insanları küçümseyen bir zamandı. Hatta ibadet edenlerin sokaklara taşmasına, "İrtica gösterisi yapıyorlar abicim!" şeklinde mırın kırın da edilmişti. Şehirli, eğitimli kuşaklar; zamanın ünlü dergileri ve algı merkezleri tarafından seküler bir yaşam tarzına doğru itiliyor, kendini kaybetmiş nesiller bir tür "İslamofobik turist" kadar şaşkın bir avallıkta yaşıyorlardı.

Dürbünü şimdiki zamana koyup gözümüzü 90'lara ve ardına diktiğimizde, klonlanmış fanatik bir öfkenin hazırlanış yıllarıdır da diyebiliriz.

Eşelersek, bu işlerin kökünü cumhuriyetin kuruluş yıllarında buluruz. "Asri" olmak bir tapınma durumuydu. Bakın o dönemin fotoğraflarına, kadınlar ve erkekler Batıcıl bir özentinin acınası timsalleridir.

Halkın büyük kısmı başka türlü yaşamaktadır tabii ama bahse değmez! Çünkü Kemalist elitler kendilerini asil, milleti yaban görmektedirler. Hatta o yılların Hollywood filmlerinden fırlamış gibidirler. İstanbul, aman Osmanlı'yı hatırlatmasın diye, evet, terk edilmiş, bakımsız ve köhnedir. Amma ve lâkin giysiler, hâller, diller dokunaklı bir taklit olarak sömürge aydınının biçimsiz eteklerinden sarkar!

Ziyada başlayıp ziyada biten bir gün

"Yerli Zaman" unutturulmak istenmiştir.

"Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik 'gün' tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mesut olduğu günler, işte bu
günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler."

Sabahın ışıklarıyla uyanmak mı? "Çağdaş" kelimesini tahrif ederek toptan Avrupalı olmayı büyük meziyet sananlar için ertesi gün cumartesidir! Gece partilerinden sabaha karşı dönenlerin öğleden sonrasıdır sabah. Cepler boşalmış, beden mecalsiz kalmıştır. Güneşin doğuşunu göremeyen insanların devranıdır bu. Geceleri yaşayan insanlara methiyeler tam da o sıralarda yapılmıştır.

Bundan böyle "gece kuşu" olmak mühimdir! Arka mahallelerde uykusundan feragat edip kitap okuyanlar değildir burada maksat. Gece hayatının sahte ışıltılarında yer almak, böylece sosyal bir insan olmak ve takdir edilmek vitrine çıkmıştır. Pazartesi sendromu, "akşamdan kalma" durumunun ecnebi psikologlar tarafından meşhur ettiği bir garabettir. "Haz din", o seküler inanış, pazartesiyi, yani erken kalkıp işe gitmeyi, çalışmayı mekruh saymıştır.

Saatler; hedonist bir dağıtma kültürünün afişlerine göre ayarlanmıştır.

Memleket ortadan ikiye yarılmış, bir tarafta köylü, "Kezban" diye küçümsenen insancıkların mübarek sabah rüzgârları; diğer tarafta ülkenin asıl sahipleri olduğu zımni olarak kabul edilmiş hazza ve hıza ve de geceye tapanların sabahı, yani -işkembeye hakaret olmasın ama- işkembe çorbası!

O despot zamanlar…

Haşim, bugünle karşılaştırıldığında zamanın ruhu denen şeyi; o despot zamanlardaki gösterilmesi zor cesaretiyle köşe yazarlığının çıtasını iki insan boyuna koyar: "Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hâle getirdiler…

Bu Müslümanın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür… Artık "on iki" solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir."

Sonra sokaklarda, işliklerde asık suratlı nemrut insanlar dolanır. Gidin bakın plazalara, yüzünden kahır nehirleri akanları görürsünüz. Selamsız sabahsız bir zamandır bu. Muasır olacağız diye hararetle koşulan kapitalizmin gladyatör yarışında birbirinin ciğerini deşenlerin post modern versiyonlarıdır asansörlerde karşılaştığımız.

Mutluluk hormonları modern zamanların koşturmasında galeyana getirilerek tüketilmiş, yaşama enerjisi aşırı ihtiras ve uyarıcılarla kışkırtılmış ve de çökmüştür. Ardından gelsin haplar, terapistler, şunlar bunlar…

Ailece yenen yemekler demode olmuştur. Yemek demode olmuştur bir kere! Mutfak, aş pişirmek itici bulunmuş, fastfood denen bela baş köşeye oturmuştur. Hızlı yaşamayı medenilik sanan bireyler yaşlanınca huzur evlerine konmuştur.

Zannımca bu "mondenlerde" bir tür pişmanlık gözlemlense de, "beyaz virüs" tarafından ele geçirilmiş insanların ihtiyarlıkla baş etmeleri imkânsızlaşmıştır. Çünkü kapitalizm gence tapar!

Kendisine tüketeceği diri bedenler ister…

Hayatın tümünü manayla donatan muazzam insani kültür unutulur, "Müslüman saati" durunca birey robotik gıcırtılarla yaşar. O nedenle millet birbirine yaşlanma üstüne melül mahzun şeyler söyler, ölüm korkulan bir şey olur, ahiret unutulur.

Müslüman saatinin; yaş almayı gayriihtiyariden ihtiyariye, yani lambur lumbur yaşayan insandan bilerek ve düşünerek yaşayan, tamamlanmış insana, insanı kâmile, bilgeliğe tekâmül etmeyi öğütleyen sesi kesilir…

Zaman, Müslüman semtleri bile yasaklamıştı

Bir şair dostum vardı, hâlâ dostum mu bilmiyorum, ondan ismini yazmayacağım. Bir keresinde şöyle konuşmuştu:

"Sabah karanlığında (Fecir!) Beyoğlu'ndan çıktım, taksiye bindim, eve gideceğim. Eminönü'nde aracı durdurdum, işine gücüne koşan insanları seyrettim. Ben eve uyumaya gidiyordum, onlarsa güne başlıyorlardı. Ben kimim, diye sordum kendime, kimim? Drakula mıyım neyim? Eve karıma ve çocuğuma koştum, onları öpüp kokladım, özür diledim. Şaşırdılar! Şaşırmaları da içimi yaktı. Ne olmuştu bana, babam beni fakrı zaruret içinde büyütmüştü. Bu sanat camiasında yer edineyim diye dağılmıştım. O gün bıraktım bu işleri. Eğer böyle tanınacaksam eksik kalsın diye düşündüm. Gittim babamın dükkânını açtım, oturdum."

Evli olduğunu bilmiyordum. O an duymuştum ama şaşırmadım. Evliliklerin, Anadolu'dan gelinen köylerin, yaşanan mütevazı semtlerin gizlendiği çağlardı. Sorsanız herkes ya Etiler'de oturuyordu ya Bebek ya da Nişantaşı'nda. En çulsuzları belki Cihangir'de...

Çalıştığım gazeteden pek havalı bir genç, Eyüp'te oturduğunu kısık bir sesle söylemek zorunda kalmıştı, servis aracı orada durduğunda!

Zaman, Müslüman semtleri bile yasaklamıştı. Şehrin üstüne çöken tarafgir sis, kolektif bilinçaltımızın derinlerinde yatan İslam medeniyetinin izlerini silmek için dört koldan çalışıyordu.

"Yeni saat, (…) bizi fecr âleminden uzak bıraktı. Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî anlamı veren o akılları şaşırtan mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının bitmemiş eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir."

Bir zamanlar İstiklal Caddesi'nde oturuyordum. Bir akşamüstü cümbür cemaat bir lokantaya girmiştik. Millet masalarda iftarı beklemekteydi. Oruç olmayanlar, niyet etmeyenler de hürmeten bir iki dakika kalan ezanı bekliyordu. Biz de beklemeye başladık. Yanımızdaki ressam hanım aniden sinirlendi, "ben beklemeye mecbur değilim, bana yemek verin" diye bağırmaz mı? "Laiklik" böyle anlaşılmıştı. En hafif deyimle edep dışı bir eylem olarak…

Örfe âdete, utanç verici şekilde düşmanca hâllerin kirli fırtınasının estiği vakitlerdi. Ahmet Haşim'in bahsettiği vakitlerin bir sonucuydu, o projenin beynini dağıttığı çocuklar.

Ahmet Hamdi Tanpınar'a sıçrarsak, otokratların Saatleri Ayarlama Enstitülerinin kökten değiştirdiği zamanların finalini yaşıyorduk.

Ve neyse ki o akıl tutulması geçti...

Modern ile geleneksel arasında

2000'lerin başındaki bir ramazanda, o zaman Tünel Meydanı'ndaki simit satan çayhanede oturuyorduk. Yine bir cuma idi. Bir bahar akşamıydı, iktidarda dindar siyasetçiler vardı. Belediye de öyle. İftardan sonra meydanı çevreleyen mekânlarda elde içkileriyle havalı bir kalabalık meydana taşmıştı. Aradan onca zaman geçmişti ama kimsenin umurunda değildi. Kahkahalar, kadeh şakırtıları.

Modern hayat süren biriydim ama öfkeden damarlarım şişmişti, belimde kılıç aranıyordum! O an Ahmet Haşim geldi, yanıma oturdu. Elini omzuma koydu, briyantinli saçlarını bana doğru eğdi, "Denizlerden esen bu ince hava saçlarınla eğlensin, sabret ki oğlum, iki arada bir derede kalmak nihayete ersin" dedi.

İşimiz zordu gerçekten. Artık sabahın alacasına iliklenen fecir adındaki şiir bitmişti. Birçoklarımız için fecir, bundan böyle gecedir. Geç uyanıyoruz.

"Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık."

Hiçbir şekilde üstümüze oturmayan bu sakil ecnebi zamanı, aklı evvel ideolojilerle şişirilmiş ve bağrımıza faş edilmiş bir sakil yalan ruhumuzu yardı. Açgözlü hırsların doymazlığı, kişilik parçalanması olarak ensemize böyle yazıldı.

Modern ile geleneksel arasında, minarelerin yanık sesi altında ortak bir hayatı aramak ve bulmak yerine despotik bir hiddetle aşağılanan Müslüman saati, kendi içine kapanıp sertleştiği yıllardan usulca çıkıyor ve ruhu şefkatle okşayan kadife sesini yine yükseltiyor.

Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz zaman içinde kaybolmuş kimselerdik.

Ne var ki alnımızı göğe yaslayarak şimdi şöyle söyleyebiliriz:

Bugün, Ahmet Haşim'den daha iyimseriz…

BİZE ULAŞIN