Sadık Ünay: Orta gelir tuzağının neresindeyiz?

Orta gelir tuzağının neresindeyiz?
Giriş Tarihi: 15.11.2017 10:10 Son Güncelleme: 17.11.2017 14:38
Sadık Ünay SAYI:40Kasım 2017
Gerek iç gerekse de dış politika şartlarına bağlı olarak yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, yapısal dönüşümün beklenen hızda ilerlememesi yahut ekonomide istenen verimlilik artışlarının sağlanamaması gibi nedenlerle orta gelir grubunda uzun bir süre kalınması durumu, “orta gelir tuzağı” kavramını gündemimize kaçınılmaz olarak sokuyor.

Orta gelir tuzağı, ekonomik küreselleşme sürecinde hızla zenginleşmek isteyen Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin sıkça başını ağrıtan bir problem. Sanayileşme, sosyal ve ekonomik kalkınma, orta sınıf oluşumu gibi süreçlerde belli bir mesafe alındıktan sonra küresel ekonomik sistemin merkezine doğru yol almak istendiğinde ortaya çıkan esaslı bir mesele. Gelişmişlik seviyesinin sadece kişi başına düşen milli gelir üzerinden tanımlanması, elbette hem akademik hem de etik açıdan eleştirilebilir yahut sorgulanabilir ama Dünya Bankası gibi uluslararası ekonomik kuruluşların şekillendirdiği mevcut ölçüm sistemleri açısından bakıldığında ulus devletler arasındaki küresel rekabet, "düşük ve orta gelirli" ülkelerin "yüksek gelirli"' ülkelere yetişme mücadelesi şeklinde cereyan ediyor. Aslında 18'inci yüzyıl ortalarından itibaren İngiltere'nin başını çektiği I. Sanayi Devrimi'nden ve kapitalizmin entegre bir küresel ekonomik sistem olarak ortaya çıkışından beri bu durumda herhangi bir değişiklik yok.

Dönemin ekonomik şartlarına hızlı uyum sağlayan, nitelikli insan kaynağını sistematik biçimde yeniden üretebilen, araştırma-geliştirme girişimleri ile en modern sınai ve teknolojik gelişmeleri tetikleyen ve bunları başarıyla ticarileştiren ülkeler her dönemde yüksek gelirli ülkeler grubunda yer alıyorlar. Bir şekilde sanayileşme ve kalkınma yolunda yol alan ülkeler küresel sistemdeki baskın konumlarını korumak için "arkadan gelenleri" türlü şekillerde engellemek ve yavaşlatmak için stratejiler geliştiriyorlar. "Geç sanayileşen" ülkeler de gelişmişlik ve refah seviyesi olarak kendilerinden avantajlı gördükleri ülkelere yetişebilmek için canhıraş bir gayretin içinde oluyorlar. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkeler arasında da küresel sistemin çevresinden merkezine doğru daha hızlı yol alıp kendileriyle benzer gelişmişlik seviyesindeki ülkeleri geride bırakmak için sert bir rekabet cereyan ediyor. Bu rekabet sürecinde siyasi ve ekonomik istikrarı sağlayan, kurumsal reformlarla sağlam yönetişim mimarileri oluşturan, fizikî ve teknolojik altyapılarını hızla modernize eden, yatırım ortamını iyileştiren ülkeler toplumsal refahı yükseltme noktasında avantajlı konuma geçiyorlar.

Yüksek gelir grubuna geçişte yaşanan zorluklar
İşin teknik tarafına geçer ve Dünya Bankası'nın küresel kabul gören gelir sınıflandırmasını kabaca esas alırsak; kişi başına düşen ortalama yıllık geliri yaklaşık 1.000 doların altında olan ekonomiler "düşük gelirli" ve az gelişmiş ülkeler olarak tanımlanıyor. Ağırlıklı olarak Afrika'da yer alan ve küresel rekabet oyununun dışında kalan bu ülkeler, insani yardımlara ve uluslararası desteklere dayanarak hayatlarını devam ettirebilen yapılar. Yıllık ortalama 1.000-12 bin dolar arasında kişi başı gelire sahip olan ülkeler ise "orta gelirli ekonomiler" yahut gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanıyor ve iki alt kategoriye ayrılıyor. Bunlar arasında kabaca 1.000-4 bin dolar bandında gelire sahip olan "alt-orta gelirli ülkeler", kalkınma ihtiyaçları ve yapısal sorunları nispeten daha ağır olan ve küresel rekabette daha pasif kalan bir ülkeler grubuna işaret ediyor. Kişi başına yıllık gelirleri ortalama 4-12 bin dolar arasında olan "üst-orta gelirli ülkeler" grubu ise sanayileşme ve sosyo-ekonomik kalkınma yolunda biraz daha mesafe almış, yüksek gelirli ülkeler ile aralarındaki gelişmişlik farklarını azaltma yolunda olan ülkeleri işaret ediyor. Bunlar arasında milli geliri 10 bin dolar ve üzerinde olan ve hızlı büyüme potansiyeline sahip ekonomiler ise genelde "yükselen piyasalar" olarak tanımlanıyor.

Yüksek gelirli ekonomiler ise kişi başına milli geliri kabaca 12 bin dolar seviyesi ve üzerinde olan sanayileşmiş yüksek refah ekonomilerini ve enerji ihracatçılarını işaret ediyor. Bu ekonomiler; imalat sanayi, bilim-teknoloji kapasiteleri ve ihracat sektörleri gelişmiş, küresel sistemde etkin ülkeler ile zengin enerji kaynaklarına sahip kimi ülkeleri kapsıyor. Böyle bakıldığı zaman, günümüzde 12 bin dolar civarındaki yüksek gelir eşiğinin, gerek yaşayan bireylerin sosyal standartları ve yaşam kaliteleri gerekse ülkenin küresel sistemde etkinliği açısından tam bir kırılma noktası olarak algılandığını söyleyebiliriz. Bu sınıflandırmada düşük gelirli olarak tanımlanan ülkeler grubu, genelde fazla değişmeden sabit kalıyor. Bunlar sömürgecilik döneminden kalan yapısal sorunlar, etnik-sekter çatışmalar, altyapı eksikliği ve toplumsal çürüme gibi sorunlarla boğuşmaya devam ediyorlar.

Orta gelir grubu içinde ise "alt-orta gelir" sınıfından "üst-orta gelir" sınıfına geçişleri ifade eden ciddi bir hareketlilik var; sanayileşme ve piyasa entegrasyonu yoluyla birçok gelişmekte olan ülke 4 bin dolar bandını aşan milli gelirlere ulaşmayı ve refah seviyelerini yükseltmeyi başarabiliyor. Ancak bu ilk kategori yükselmesini sağladıktan sonra 12 bin dolarlık kişi başı milli gelir eşiğini aşıp "yüksek gelirli ülkeler" ligine girebilmek daha da zor bir hedef haline geliyor. Zira gelişmekte olan ülkelerde tarımda, sanayide ve ulaşım-iletişim gibi alanlarda temel altyapı yatırımları yapılıp kapasite kullanım oranları arttırıldığı ve ihracat ekonomisi devreye girdiği zaman doğal bir gelir artışı sağlanıyor ve kişi başı milli gelir 3-4 bin dolar seviyelerinden 10-12 bin dolar seviyelerine yükseltilebiliyor. Ancak milli geliri 12 bin dolar seviyesinden 20-25 bin dolar seviyelerine çıkarabilmek için milli eğitim sisteminden ekonomik yönetişim yapılarına, özel sektörün teknolojik kapasitesinden uluslararası kümelenme ve rekabet stratejilerine kadar birçok alanda radikal dönüşümler gerçekleştirmek gerekiyor.

Bu yüzden gelişmekte olan birçok ülke, üst-orta gelir grubundan yüksek-gelir grubuna geçme noktasında yapısal zorluklar yaşayıp zaman kaybına uğrayabiliyor. Siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, yapısal dönüşümün beklenen hızda ilerlememesi yahut ekonomide istenen verimlilik artışlarının sağlanamaması gibi nedenlerle orta gelir grubunda uzun bir süre (10 yıl ve daha fazla) kalınması durumunda ise "orta gelir tuzağı" kavramı gündeme geliyor. Dünya Bankası'nın yaptığı bir çalışmada 1960'tan 2008 yılına kadar 101 orta gelirli ülkeden sadece 13'ünün yüksek gelir grubuna geçiş yapabilmiş olduğunun belirtilmesi de buradaki sıçrama girişimlerinin zorluk derecesini ortaya koyuyor.

Eşikteki ülke; Türkiye
Peki, Türkiye'de yaşayan bireyler olarak biz bu orta gelir tuzağının neresindeyiz? 2000'li yılların başlarından itibaren ülkemizin ortaya koyduğu başarılı dönüşüm hikâyesinin hiç kuşkusuz en önemli unsurlarından biri sürdürülebilir ve dengeli ekonomik büyüme performansıydı. AK Parti iktidarlarının görevi devraldığı 2002 yılında 3 bin dolar civarında kişi başı gelir ile "orta-alt gelirli" bir ülke olarak sınıflandırılan Türkiye, kısa sürede 4 bin dolar bandını aşarak "orta-üst gelir" kategorisine yükseldi ve özellikle 2008 yılındaki küresel krize kadar sağlanan yüksek büyüme ve refah artışları Türkiye'nin küresel rekabet ligindeki yerini sürekli iyileştirmesini sağladı. 2003-2008 döneminde yüzde 6'lara ulaşan bir büyüme ve gözle görülür refah artışı üreten ekonomik yönetişim modeli mali disiplin, sıkı para politikası, dış sermaye ve doğrudan yatırım akışları ile iç tüketim odaklıydı. Dünya ekonomisinde likidite bolluğu yaşanan bu dönemde Türkiye'nin parmak ısırtan ekonomik büyüme ve sosyal refah artışı performansı, AK Parti'nin siyasi başarısının da en önemli sacayaklarından biri haline geldi.

Küresel ekonomik kriz sürecinde Türkiye ekonomisi ilk defa bir daralma ile yüz yüze gelse de, güçlü yönetişim mimarisi ve koordineli kurumsal tepkiler ile ilk şok oldukça çabuk atlatıldı. 2009'daki geçici daralmanın ardından 27 çeyrek devam edecek bir sürdürülebilir büyüme ivmesi yakalandı ancak büyüme modelinde iç tasarrufları artıran, cari açık problemini kontrol altına alan, enerji maliyetlerini düşüren, üretim ve istihdam üzerindeki vergi yüklerini azaltan, imalat sanayini, Ar-Ge, bilgi ve teknoloji politikalarını, tarımda modernizasyonu ve ihracatı özendiren bir yapısal dönüşüm tamamlanamadı. Bu durumda siyasi ve sosyal alanlarda ortaya çıkan istikrarsızlık dinamikleri ve terör iç güvenlik sorunları ile Suriye Savaşı'nın tetiklediği göç dalgasının getirdiği maliyetler de etkili oldu. Gezi olayları, 17-25 Aralık hadiseleri, ardışık genel-yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 15 Temmuz darbe girişimi gibi siyasi-sosyal gelişmeler ile içeride PKK, DEAŞ terörü ve Suriye'de yaşanan iç savaşın güvenlik yansımaları yeni yapısal riskler ortaya çıkardı. Dünya ekonomisinde küresel kriz sonrasında bir türlü toparlanamayan büyüme ivmesi yavaş yavaş duraklamaya evrilir ve küresel talep düşerken, Türkiye'nin ekonomik büyüme hızı da yüzde 6'lardan yüzde 3'lere doğru gevşedi.

Geldiğimiz noktada kişi başına düşen milli gelirimiz uzunca bir zamandır 12 bin dolar civarında, yani tam da "yüksek gelirli ülke" grubuna geçiş eşiğinde dalgalanıyor. Daha önce 2023 hedefleri arasında da belirtilen 25 bin dolarlar seviyesine doğru bir sıçrama gerçekleştirebilmek için de hem toplumsal düzen ve eğitim sistemi, hem nitelikli insan kaynağı yetiştirilmesi ve üniversite-sanayi ilişkileri, hem de özel sektörün inovasyon ve modern teknolojilere adaptasyon kabiliyeti açısından radikal iyileştirmeler sağlamak zorundayız. Türkiye ekonomisinin kalıcı olarak yüksek gelirli ekonomiler arasına girebilmesi ve ciddi düzeyde sosyal refah artışı sağlanabilmesi için tek çıkar yol, yüksek ve sürdürülebilir ekonomik büyüme oranlarının yakalanması. Bunun için de en başta üretim maliyetleri içinde aslan payını alan enerji faturasının nükleer, termik ve yenilenebilir enerjiye yapılacak yeni yatırımlar ile düşürülmesi, Ar-Ge desteklerinin kritik sektörel öncelikler ve proje etkinlikleri doğru değerlendirilerek arttırılması, milli tasarruf oranları yükseltilerek faizlerin ve yatırım maliyetlerinin düşürülmesi ve finansal sistemde yapılacak reformlarla yeni toplumsal yatırım araçlarının geliştirilmesi gerekli.

Son yıllarda oluşturulan güçlü finansal düzenleme yapısı, bankacılık sistemi ve mali disiplin geleneği, Türkiye'nin geçmişte maruz kaldığı makroekonomik krizlere tekrardan düşmemesi için çok güçlü bir koruma altyapısı oluşturuyor ancak orta gelir tuzağı tartışmalarını gündemden düşürüp ekonomik büyüme hızını arttırmak ve toplumsal refah artışını kalıcı hale getirebilmek için acilen yeni bir büyüme hikâyesine ihtiyacımız var. Bu hikâyenin kamuda israf ve verimsizlikleri engelleyen, milli tasarrufları yeni finansal araçlar ile harekete geçiren, odaklanmış bilim-sanayi-teknoloji politikaları ile yüksek katma değerli üretimi özendiren, reel ekonomi ile tarımda modernizasyonu gerçekleştiren, KOBİ'leri inovasyon dünyası ile buluşturan ve ihracat genişlemesine odaklanan orijinal bir hikâye olması gerekiyor. Ekonomide, eğitimde, bilim ve teknolojide kapsamlı bir yapısal dönüşüm gerçekleştirerek orta gelir tuzağını kalıcı biçimde aştığımızda, hem bölgesel hem de küresel siyasetteki gelişmeleri etkileme gücümüzün geometrik biçimde arttığını hep birlikte göreceğiz.

BİZE ULAŞIN