Lacivert Yazı İşleri: Yeni Türkiye'nin eski Türkiye'yi alt ettiği gece

Yeni Türkiyenin eski Türkiyeyi alt ettiği gece
Giriş Tarihi: 5.10.2016 15:08 Son Güncelleme: 18.10.2016 10:45
Lacivert Yazı İşleri SAYI:28Ekim 2016
Erdoğan yalnız bırakılmak ve siyaseten tecrit edilmek istendi.

Türkiye'de 'darbeler tarihi' deyince akla gelen ilk isimlerden biri olan Cemil Koçak'la 15 Temmuz'a giden süreci ve o geceyi diğer darbe gecelerinden farklı kılan noktaların neler olduğu üzerine konuştuk. Türkiye'de bazı kesimlerin kronikleşmiş bir darbe zihniyetine sahip olduğunu söyleyen Koçak, geçmiş darbelerin öykülerinden ziyade bu darbeci zihniyeti oluşturan temellerin sosyolojik, tarihsel, psikolojik perspektiften incelenmesi gerektiğini vurguluyor.

Askeri darbe girişimlerinin kitle desteğini sağlamak adına psikolojik bir ön ayağı olur. 15 Temmuz'un psikolojik ön ayağını oluşturan neydi?

Haklısınız; her darbe kendisine bir kitle desteği yaratmak ister. Darbeye giden yolda bu kitle desteğini sağlamak ve mümkünse genişletmek için darbecilerin hedef seçtiği iktidara karşı şiddetli, çok yönlü ve sürekli bir kara propaganda çalışması gerekir. Medya bu bakımdan darbecilerin yönlendirmesine her zaman için açıktır. Muhalefet görünümü altında bir darbenin psikolojik harekâtı gizlenebilir. Psikolojik harekâtın ana amacı; geniş yığınların gözünde iktidarın (ki bu iktidarın aynı kitlenin yani seçmenin desteği ile iktidara gelmiş olduğu göz önüne alınmalıdır) meşruluğunun zedelenmesine gayret edilir. Darbenin öncesinde; darbeyi potansiyel olarak destekleyeceklerin birbirinden farklı gruplar olması için iktidara karşı yöneltilen suçlamalar, ithamlar ve kara propagandanın bütün unsurları; birbirinden farklı ve hatta birbirine zıt siyasal pozisyonları olan bu grupları bir araya getirmek için birleştirilir. Bu elbette uzun yıllar sürecek bir operasyondur. Bu bakımdan iktidara yönelik ithamların tutarlı olması gerekmez. Hatta aksine, birbiriyle çelişen ithamlar art arda ve yan yana sıralanır. Her itham ve suçlama, darbenin destekçisi olarak kabul edilen farklı bir siyasal gruba yönelik olarak gündeme gelir. Her grup, kendisine sunulmuş olan bu propagandadan etkilenir ve bunu tekrar yayar.

15 Temmuz öncesine dönersek; ta 2013 baharından yani Gezi'den beri, o zamana kadar genel olarak AK Parti iktidarına yönelik suçlamalar ve ithamlar, birdenbire şahsi olarak Erdoğan'a ve yakın çevresine hasredildi. Gezi, bence bu bakımdan bir kırılma anıydı. İçeride ve dışarıda kara propagandanın Erdoğan'ın şahsına yönelmesi; belirli bir sürecin ön aşaması olarak görülmelidir. Bir anlamda 'AK Parti kalabilir ama Erdoğan'la olmuyor, olmaz; o giderse bütün bunlar biter' mesajı verilmek istendi. Bir yandan da, darbenin meşruluk kazanması için bu propaganda şiddetlendirildi. Erdoğan yalnız bırakılmak ve siyaseten tecrit edilmek istendi. Darbecilerin başarısı için bu ön koşuldu sanırım. Özetle iktidarı ve özel olarak Erdoğan'ı meşruiyet dışı bir konuma yönelterek, darbenin meşruluğunu sağlamaya çalışan ustaca bir kara propaganda ile karşı karşıya gelindi.

Yıllar önce "27 Mayıs ruhunu sürdürenler var" başlığıyla yazdığım yazılarda darbe riskine işaret ediyordum. Özellikle Gezi sırasındaki ana fikrim; bunun bir darbeye zemin oluşturacak örgütlenme olmasıydı. Sakın bu türden propagandanın yeni ve yaratıcı bir fikir olduğu da düşünülmesin, asla! Bu yöntem, 27 Mayıs öncesinden ve sonrasından kopya edilmiştir.

Silahlı kuvvetler, MİT, Emniyet içerisinde darbe girişimine karşı çok sert bir direnç gösterildi. Bu direnci oluşturan dinamikler hakkında neler söylemek istersiniz? Tarihimizde bunun bir örneği daha var mı?

Erkenden bir şeyler söyleyerek yanılmak istemem doğrusu. Henüz o gecenin 'tarihçiler açısından yeterli' olacak öyküsünü bilemiyorum. Fakat görebildiğim kadarıyla; Emniyet ve MİT'in silahlı direnişinin ilk kez bu darbe girişiminde olduğunu anlıyorum. Daha önceki darbelerde böyle bir karşı çıkmayı hiç görmemiştik. Silahlı Kuvvetler içinde ise durum sanırım biraz daha farklı. 12 Mart ve 12 Eylül gibi komuta kademesinin bütünüyle darbeyi organize ettiği durumlarda, böyle bir karşı çıkış hiç olmadı. 27 Mayıs'ta bile olmadı. Fakat Talât Aydemir'in 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimlerinde, hükümete bağlı geniş ordu birlikleri darbeye silahlı direniş göstermişti. Bu bakımdan 15 Temmuz'daki ordu içi direniş daha önce de görülmüştü.

Sanırım kaçırdığımız noktalardan birisi 15 Temmuz'da TBMM'nin bombalanması olayı oldu. Daha önce yaşanılan darbelerde hatta işgalde dahi böyle bir şey söz konusu değildi. Bu bağlamda 15 Temmuz'u salt darbe olarak değerlendirebilir miyiz?

Belki de gözden kaçırdığımız önemli bir nokta daha var. O da politikacıların şimdiye kadar darbelere karşı ciddi ve kararlı bir direniş göstermediği gerçeğidir. 27 Mayıs'tan itibaren, eğer yukarıda belirttiğim iki darbe girişimi bir yana bırakılacak olursa; politikacılar kendilerine ve siyasete ve hatta Meclis'e yönelik bütün girişimleri bir anlamda sineye çekmişler, bir anlamda bunu bir kader olarak tanımlamışlardı. 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü hatırlayalım şimdi... Sonra sıra 28 Şubat'a geldiğinde bile bu gelenek pek de değişmeden sürdü. Ben 2007 e-muhtırasına kadar iktidardan kendisine yönelik politika dışı müdahaleye sert direniş pek hatırlamıyorum. Elbette kişisel veya grup olarak mırıldanmalar oldu ama bu türden karşı çıkışlar ilkesel olmaktan çok taktikseldi. Öyle de kaldı. Sadece Aydemir'in teşebbüslerine karşı politikacılar karşı çıkış göstermişlerdi. Ama o zaman da hükümete sadık ordu birlikleri güçlüydü. Belki de ondan...

Tam bu noktada bir mesele daha var: Neden Meclis bombalansın ki o zaman? Zaten baştan teslim oluyor! 15 Temmuz'da politikacılar simgesel bazda Meclis'te direndikleri için Meclis bombalandı! Bu kadar açık. Teslim olsalar, eskisi gibi olurdu her şey.

Özetle; 15 Temmuz'a karşı direncin geniş kesimleri içine almasının önemli bir nedeni de, bu kez politikacıların da ilkesel olarak darbeye karşı çıkışları ve bunu anında kamuoyuna iletmeleri oldu sanırım. Meclisin bombalanması, simgesel bazda darbenin kimlerin iradesine karşı yapıldığını bizlere açıkça göstermiş oldu. Her darbe, özünde seçmen iradesine karşıdır; politikanın aşağılanmasına dayanır çünkü.

Bir yazınızda 'darbenin maskeli destekçileri'nden bahsediyorsunuz. Kim bunlar ve darbe seviciliği yapmalarının altında neler yatıyor?

Darbe haberiyle birlikte, önemli bir kesim, gözümüzün önünde bayram havasına girmişti. Hatta büyük ölçüde sahillerde o gece ilk kadehler, darbenin şerefine kaldırılmaya başlanmıştı bile. O kesim için sonrası büyük bir hayal kırıklığı ve derin bir yas olarak görüldü! Herkesin demokrasiye sahip çıktığı ve darbeye dur dediğini söylemek isterdim ama maalesef gerçek bu değil. Belirli bir kesim, darbenin başarısızlığı karşısında timsah gözyaşları dökmeye başladı.

Ayrıca darbeden aylar önce 27 Mayıs tarzı bir darbenin gündemde olduğunu yazan ve söyleyen ünlü akademisyenleri ve gazetecileri de gözden uzak tutmamak gerekir. Sincap neslinin tükenmesine karşı bile bildiri yayınlayan, her fırsatta sokaklara çıkan 'bağzı'larının hâlâ bir darbe karşıtı bildiri bile yayınlamamış olmaları, tarihçiler tarafından kayıt altına alınmıştır eminim! Son otuz yıldan beri her fırsatta 'darbe olursa tankın üzerine çıkarım' diyen aydınların, her zaman yaptıkları gibi sosyal medyada tankın üzerindeki fotoğraflarını paylaşmalarını ise, sabırsızlıkla bekliyoruz!

Açıklığa kavuşturmak lâzım; ünlü gazeteciler, politikacılar, üniversite hocaları, sanatçılar, edebiyatçılar; bunların hangisinin Gezi olaylarında olduğu gibi, tankın üzerine çıktığının fotoğrafını gördük? Çünkü karşı değiller. Gönüllerinden geçen şey, darbenin başarılı olmasıydı.

Bu kişilerin gördükleri manzara şudur: O insanların sokakta tankların altına yatması, onların gözünde şöyle bir formülü gösteriyor. Tırnak içinde söyleyeceğim, yanlış anlaşılmasın, onların gözünden söyleyeceğim; "Türkiye'de gericiler, dinciler ilerici hareketi önledi. Memlekete bu şekilde faşizmi getirecekler." Yazılarına bakın. Darbenin hemen ertesinden itibaren bunu yazmaya başladılar. İşin psikolojik havası daha bitmedi, ilerleyen günlerde daha sık söylenecek.

Yukarıda sözünü ettiğim kara propagandanın yaratıcıları, örgütleyicileri, yayıcıları, destekçileri işte bunlardır, bu kadar basit. Onların tek bir meselesi vardır; bugünkü iktidar işbaşından ne şekilde olursa olsun uzaklaştırılsın da, ne olursa olsun mantığı o kadar hâkim olmuş ki bu mantığın sonucunda darbe destekçisi bir pozisyona sürüklendiklerinin belki de farkına bile varamıyorlar. Bazıları da elbette gayet farkında ve hatta daha fazlası da var. Doğrudan içinde ya da yanında; arkasında olabilir. Darbe sonrasındaki yazdıkları ve söyledikleri benim açımdan gayet kuvvetli bir ipucu olarak görülmelidir. Bu gruplar açısından, darbenin yanında, arkasında ve içinde olduklarını belirtmek politik bakımdan doğru görülmediğinden başka bir yöntem deneniyor mecburen. O da, darbecilere değil de darbeye yol açtığı görüntüsü verilen iktidara vurmak. Darbeyi desteklemiyoruz görüntüsü altında darbecilerin bütün argümanlarını yinelemeye devam etmek… Bütün bunlar bu grupların darbeden yana olduklarını açığa vurmaktadır kanımca.

15 Temmuz sonrası politik düzlemde insanların takındığı tavır kimin ne olduğunu göstermesi açısından belirleyici oldu mu sizce?

Kesinlikle! Bu şekilde kaçamak politik duruşlar fena halde açığa çıktı. Tarihin böylesi kırılma anlarında öyle ortalarda top dolaştırmak kolay değildir çünkü. Mecburen kamuoyunun karşısında daha da zor bir konuma düşmemek için darbenin karşıtı bir pozisyona sürüklenenler olduğu gibi aksine görüntüyü kurtarmak bir yana, açıktan darbecilerin haklı olduğunu anlatmaya çalışan gruplar da belirdi. Bu bakımdan önümüzdeki birkaç yıllık süreçte 15 Temmuz sonrasının bu politik atmosferi çok etkili olacak sanırım.

Darbeler tarihimize baktığımızda her darbenin bir de dış ayağı olduğunu gözlemliyoruz. 15 Temmuz kalkışmasının dış ayağı konusunda neler söylemek istersiniz?

Darbenin daha ilk anından itibaren Batı medyasının tutumu, bu darbenin dış bağlantıları konusunda uyarıcı olmalıdır. Açıkça yazayım: Türkiye'de en az Gezi olaylarının başlangıç tarihinden beri hazırlanmakta olan ve Türkiye'yi kıskaç içine almak isteyen güçlerin ve iç bağlantılarının tutumu hatırlanmalıdır. Türkiye'de askeri darbelerin yurtdışı bağlantılarını göz ardı edersek, hata ederiz. ABD'nin bilgi ve onayı olmadan NATO ülkesi olan Türkiye'de darbe olamayacağını tekrar etmek isterim. Bu darbeyi görür görmez aklıma ilk gelen; 12 Eylül'de Amerikalıların "Bizim çocuklar başardı" lafıydı.

Zaten son zamanlarda izlediğim Amerikan, Alman, İngiliz basını, Avrupa Parlamentosu'ndaki görüşmelerin hepsi bu darbenin aslında Amerika ve Batı dünyası tarafından alkışlanacağını ve yine tırnak içinde söylüyorum 'anlayış'la karşılanacağını bize gösteriyor. Arkasında Batı desteği var. Bu da Gezi olaylarından beri Batı'nın Türkiye üzerindeki ana dizayn senaryosuna uygun bir gelişme.

Peki, bu girişimi yapmak isteyenler bununla sınırlı kalacaklar mı? 15 Temmuz darbesi tam anlamıyla püskürtüldü diyebilir miyiz? Daha ne kadar ileri gidebilirler?

15 Temmuz, 'yeni Türkiye'nin 'eski Türkiye'yi alt ettiği gecedir. Ama bu mücadele bitmedi. Bitmez de. Aksine, ülkemizi Mısır, Ukrayna, Suriye ve Irak karışımı bir ülke haline getirmek isteyen güçlerin bundan böyle de var güçleriyle Türkiye üzerine abanmaya devam edeceklerini unutmamalıyız. Kazanmanın tek bir formülü vardır: Cesur, kararlı, dirençli ve akıllı olmak!

Askeri liselerin kapatılması ve bir daha darbe girişiminde dahi bulunulmaması adına ne gibi önleyici mekanizmalar oluşturulmalı sizce?

Son kitabım Darbeler Tarihi adını taşıyor, bir hafta önce yayınlandı. Ben bu kitabımda sadece darbelerin öyküsünü yazmıyorum; aksine, bundan öteye, asıl darbecilerin zihniyet dünyasını anlatmaya çalışıyorum çünkü asıl mesele burada. Yani zihniyet meselesini öne almak gerekir. Darbecilerin zihniyeti anlaşılamadan Türkiye'de darbeci mantığı ve politik gücü anlamak imkânı olamaz çünkü. Bu bakımdan darbeler kadar, hatta onlardan daha çok darbecilerin zihin dünyasını, onları darbeci yapan politik ve ideolojik dinamiği inceliyor ve analiz ediyorum bu kitabımda. Bunun için de özellikle darbecilerin ve darbeyi savunanların genel olarak ideolojik dünyalarına pencere açıyorum. Bu pencereden onların dünyayı ve Türkiye'yi nasıl gördüklerine işaret ediyorum. Sonra da bu gözlükleri ile neden böyle yaptıklarını açıklıyorum. Darbecilerin neden darbenin dışında bir yol ve yöntem bulamadıklarını ve Türkiye'de cuntaların tarihinin 70 yıl öncesine kadar geri gidebildiğine açıklık kazandırmaya çalışıyorum.

Hangi darbe olursa olsun, bütün darbecilerin ortak bir zihniyet havuzuna sahip olduklarını söylüyorum. Ve dahası bu zihniyetin nereden ve nasıl her nesilde bir sonrakine aktarıldığını, aktarılabildiğini anlatıyorum. İşin püf noktası bence burada. Başarılı olsun olmasın bütün darbecilerin ana fikri, ideolojik ve politik argümanları, her defasında, neredeyse kes-kopyala-yapıştır yöntemiyle tıpatıp birbirinin neden benzeri oluyor; buna açıklık getirmeye çalışıyorum. Kitabımın ana hedefi bu zihniyeti kamuoyunda aydınlatmaktır.

Halkın 15 Temmuz gecesi hiç düşünmeden sokağa dökülmesi ve darbeyi engellemesini sağlayan dinamikler hakkında neler söylemek istersiniz? Neden önceki darbelerde bu örnekle karşılaşamadık?

Çok fazla faktör var, hepsini ele almak güç ama kısaca özetlemeye çalışayım: 1. Liderliğin kararlılığı ve cesareti, 2. AK Parti teşkilâtının canlılığı, 3. Medyanın neredeyse bütünüyle direnişi, 4. Ordunun bir kısmının, Emniyetin, MİT'in, politikacıların direnişi, 5. Yıllardan beri iktidara karşı geliştirilen kara propagandanın geniş kitleler üzerinde biriktirdiği direnç ve kararlılık, 6. AK Parti seçmeni ile birlikte çok daha geniş bir yığınsal seçmen bloğunun uzun yıllardan beri darbe karşıtı pozisyonunu bilinç düzeyinde geliştirmesi, 7. Yakın Türkiye siyasî tarihinin darbelerinin olumsuz sonuçlarının zihinlere kazınmış olması.

Pek çok kez konferanslarımın arasında olası bir darbeye karşı halkın sokakta direniş gösterip göstermeyeceğini soran gençlere, bunu ancak o zaman geldiğinde, o an geldiğinde göreceğimizi söylüyor ve tarihsel tecrübelerimin bana bu konuda fazla da iyimser olma fırsatı tanımadığından dem vuruyordum. Eğer 14 Temmuz'da bana bu soruyu sorsaydınız, fikrimin değişmediğini ve bunu ancak gözümle gördüğümde test edebileceğimi söylerdim yine.

15 Temmuz gecesi, kanımca Türkiye'de demokrasi tarihimiz açısından (belki de) inanılmaz bir devrim gerçekleşti. Bu devrim, geniş yığınların sokakta darbeyi durdurmasıydı. Bu oldu ve bir daha olursa, yine olacak artık! Bu siyasal tecrübe toplumun hafızasına ve bilincine kazındı bir kez. Bunu kimse artık oradan alıp, unutturamaz!

Yine de toplumun tamamından söz ettiğim düşünülmesin lütfen. Keşke böyle olsaydı ama henüz böyle değil. Bir kısım hâlâ meşru siyasal mücadele içinde yer almayı içine sindiremiyor.

Ama ben burada toplumun çok önemli bir kesiminden, kesimlerinden söz ediyorum. Onlar demokrasiyi bu kez kanlarıyla caddelere yazarken, sadece kendileri için değil, ama kendilerinden sonra gelecek nesiller için de demokrasinin kalıcığını gösterdiler. Bence bu kadar yeter.

Bir yazınızın başlığı "Halk sokağa çıkınca, vatandaş darbe yapamadı!" O gece kimilerinin, makarnacı diyerek aşağıladıkları insanlar sokağa çıkarken kendilerinin makarna kuyruklarına girdiğini gördük. Halk-vatandaş ayrımı bu süreçte nasıl ortaya çıktı ve bundan sonra nasıl bir süreç olacak?

Gezi günlerinde sokağa çıkanlara methiyeler düzenler neredeler? Onların mahallesinin dışındaki insanlar sokağa çıkınca neden böyle davranıyorlar? Neden Gezi günlerinde yine tırnak içinde söylüyorum; 'anti-kapitalist Müslümanlar'la Taksim'de kızıl bayraklar altında namaz kılanlar, iftar sofraları açanlar birden bire nasıl oldu da, bu insanların 'gerici' olduğunu keşfettiler. Bütün bunların maskeleri düşüyor. Bunlar mizansendi, senaryoydu, tiyatroydu çünkü.

'Nasıl oluyor da, camilerden ezan ve salâ okunuyor! Sokağa çıkanlar neden 'Allah Allah' diye bağırıyorlar!' diye soruyorlar. Müslüman bir memlekette ne bekliyorsunuz? İnsanlar ölüme giderken kelime-i şahadet getirmeyecekler, Allah'ın adını anmayacaklar da; Noel ilahileri mi söyleyecekler! Kiliselerin çanlarının mı çalmasını bekliyorsunuz? Müslüman bir memlekette insanların ölüme giderken ne söylemelerini bekliyorsunuz? Aslında bunu yazarak, bu toplumun ne kadar yabancısı ve düşmanı olduklarını açığa çıkarıyorlar.

Bu kişiler 'halk'tan değil de, 'vatandaş' kategorisinden olduklarını bize bir kez daha gösterdiler. Bu farkı, ta Tanzimat reformlarıyla birlikte ele alabiliriz. Yani yeni bir şey değil; 150 yıldan uzun bir zamandır bunu toplumun bünyesinde yaşıyoruz. Bu farklılığın aşılabileceği kanısında da değilim ayrıca. Her toplumun tarihsel evriminin ortaya çıkardığı karakteristik özellikler vardır; bizimki de bu işte!

Teşekkür ederiz.


CEMİL KOÇAK KİMDİR?
1956 İzmir doğumlu. 1978'de SBF Basın-Yayın Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. Aynı okulda yüksek lisans ve doktora eğitimine devam etti. 1991 yılında Siyasal ve Sosyal Bilimler doçenti oldu. Abdülhamid'in Mirası kitabı ile 1990 yılında Sedat Simavi Vakfı Sosyal Bilimler Ödülü'nü kazandı. 1984-1999 yılları arasında TÜBİTAK'ta çalışan yazar, halen Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak, yakın dönem siyasî tarihimizle ilgili araştırmalarını sürdürmektedir.

BİZE ULAŞIN