Raşit Ulaş: Popüler siyerlerin gelenekten kopuşu

Popüler siyerlerin gelenekten kopuşu
Giriş Tarihi: 16.5.2016 12:21 Son Güncelleme: 16.5.2016 12:22
Raşit Ulaş SAYI:24Mayıs 2016
Yüzyıllar boyunca gül, bülbül, meyhane, sâki, şarap gibi imgelerle söylemek istenenleri kimi zaman edepten, kimi zaman gizli kalması gerektiğinden üstü kapalı olarak söyleyen bir halden, yatak odalarını dahi tasvir eden bir hale geliniyor olması roman tartışmalarının temelini oluşturdu.

Osmanlı'da Batılılaşma hareketlerinin yoğunlaştığı 19'uncu asrın ikinci yarısı itibariyle, hayatın bütün alanlarında olduğu gibi sanat alanında da birçok yeni türle karşı karşıya kalındı. Yüzyıllardır oynanagelen orta oyunu, meddah, karagöz gibi türler yerini modern tiyatroya bırakıyor, şiirde vezin ve kafiyenin terki konuşulurken, divan edebiyatı yerini yavaş yavaş modern tarzda yazılan şiirlere bırakıyordu. İlk defa, resmi ve özel gazeteler çıkıyor, Batılı eserler tercüme edilmeye başlanıyordu. Romansa bu türler arasında Osmanlı'nın en yabancı olduğu tür olarak yerini aldı. Şiirde ve tiyatroda yalnızca şeklen değişiklikler olurken roman, hiç olmayan bir tür olarak sıfırdan, Türk edebiyatına dâhil oluyordu. Mesnevi her ne kadar romanın benzeri olarak sunulsa da anlatı dışında herhangi bir akrabalıkları bulunmuyor.

Roman adına yapılan ilk tartışma romanın İslam'ın mahremiyet düsturuna aykırı olması konusu etrafında gelişmişti. Elbette bu hâlâ tartışılagelen bir konu olsa da özü itibariyle setretmeye dayalı bir zihin ve kalp dünyasından, ifşaya dayalı bir dünyaya geçiyor olmak bir sancı olarak Müslümanların karşısında hâlâ duruyor. Yüzyıllar boyunca gül, bülbül, meyhane, sâki, şarap gibi imgelerle söylemek istenenleri kimi zaman edepten, kimi zaman gizli kalması gerektiğinden üstü kapalı olarak söyleyen bir halden, yatak odalarını dahi tasvir eden bir hale geliniyor olması ise bu tartışmanın temel unsuru.

Tarihi boyunca edebiyatla bu kadar iç içe olan bir milletin edebiyat türlerindeki değişiklikler, tabii olarak sosyal manada da değişikliklerin olmasını hızlandırdı. Roman evvelinde mesneviler, cenknâmeler, kasideler eşliğinde bir araya gelerek vakit geçiren insanlar artık, münferit olarak elinde kitapla baş başa kaldı.

Yeni dünyanın getirdiği tüketim şartları

Roman, hayatımıza tam olarak yerleştiğinde, artık İslamcı camia da romanı değerlendirmek noktasında bir karar vermişti. Madem roman bu denli etkili bir silahtı, o vakit kullanılmalıydı. 1980'lerden 1990'ların başına kadar fenomen haline gelen ve sonradan 'hidayet romanları' olarak adlandırılan kitaplarda; Emine Şenlikoğlu, Şule Yüksel Şenler, Hekimoğlu İsmail, Raif Cilasun, Halit Ertuğrul… gibi İslamcı yazarlar, ferdin toplum içinde inançları sebebiyle yaşadığı sorunları yazmaya başladılar. Bu romanlarda, sanat kaygısı geri planda, ana düşüncesi; insanın dünyada Müslümanca bir hayat sürmesini sağlamak olan romanlar olarak popüler bir dille kaleme alındı. Okunması kolay, dili sade ve sokak, mahalle, okul gibi hayatın tam merkezinde, herkesin içinde yer aldığı unsurları kullanan bu romanlarla denebilir ki İslamcıların romana adaptasyonu tam olarak gerçekleşti. Bu dönem ise yeni bir kapıyı aralıyordu. Popüler dini romanlar devri. Hidayet romanları yazarları, yazdıkları romanlarla, edebi olarak büyük etkiye sahip olamasalar da, işledikleri konular ve kullandıkları dille kendi devirlerinde damga vurdu.

Zaman ilerleyip, tüketim kültürü insana ait bütün değerleri içine aldıkça, olaylar daha vahim bir hal almaya başladı. Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu bir devirde, kopyala yapıştır tekniği ve intihalin çeşitli kılıflarla kullanılması, yüz yıllardır edebi üretim kültüründen gelen kalem erbabının yazdıklarının emeklerini iç etmek pahasına, yoğun ve çirkin bir tüketim kültürü haline dönüştü. Artık, kapağında 'Birinci Baskı 100.000' damgalı popüler dini kitapları görmek çok mümkün. Birçoğu ise içeriği incelendiğinde, kadim tasavvuf kitaplarından yapılan alıntılar yahut cümlelerin takla attırılıp, yeniden yazılmış havasını vererek kurgulanmasıyla tezgâhlarda, pazar payı oldukça geniş olan bir tüketim unsuru olarak yerini almakta.

Siyer, gelenek ve edep

Genel çerçeve itibariyle bakıldığında son yıllarda üretimi büyük bir ivme ile artan dini/tasavvufi kitapların, kalite olarak da aynı ivme ile düştüğü görülüyor. Sosyal medya karakter sayısını aşmayacak şekilde kurgulanmış, kötü aforizmavari cümleler ve menajerlerinin iletişim bilgilerini profil bilgilerine yazan yazarlar, bugün artık yeni bir tarz oluşturdu. Yazdıkları kitapların temelini oluşturan âriflerin sözleri ise günlük hayatın çok basit ve düşük sorunları karşısında psikoterapik bir unsur olarak konumlandırıldı. Tabii bu, hem kadim edebi gelenek hem de dini/tasavvufi edebiyat türü açısından yüzyıllardır süre gelen yüksek bir seviyenin bir anda aşağı çekilmesine sebep oldu.

Peygamber Efendimizin, Ashab-ı Kiramın ve evliyaullahın mübarek hayatları, yüzlerce yıldır binlerce kitapta yazıldı, anlatıldı ve söylendi. Kendine has bir tarz ve üslup belirleyen siyer-i nebi, hayatü's-sahabe ve tezkiretü'l evliya kitapları bütün ölçülerini, İslam'ın edep düsturuna uyararak neşretti. Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabı hakkında yazılanları bir tarafta tutarsak, yazılan tezkiretü'l evliya kitaplarında bile yazarın ne denli büyük bir edep içinde olduğunu görürüz.

Kadim bir siyer-i nebi yahut hayatü's-sahabeye incelemek suretiyle bakıldığında sayfa sonunda yahut bölüm sonlarında onlarca dipnot olduğu görülür. Yüzlerce kaynaktan araştırılarak doğruluğu kesin olarak tespit edilmiş rivayetleri almak bu kitapların vazgeçilemez kuralıdır. Bu kitaplarda kaynak kullanımının özeni kadar, dil ve üslubun kullanımı da oldukça dikkat çekicidir. Süslü ve ağdalı bir dil ve mübalağalı anlatımların yerine sade bir dil ve okuru rahatsız etmeyecek derecede mesafeli ama uzaklaştırmayacak kadar da sıcak bir anlatım var. Olaylar, 'falancadan rivayetle' şeklinde anlatılacağı gibi, üçüncü şahıs anlatıcının kinaye mesafesini mükemmel ölçüde koruyarak anlatmasıyla da sayfalarda yer alabilir. Bütün bu ölçüler korunurken aynı zamanda da İslam'ın estetik ve güzellik kaygısı da asla geri plana atılmaz. Çok yakın bir örnekle; Yusuf Kandehlevi'nin ve merhum Âsım Köksal'ın yazmış olduğu siyer kitapları, söylediklerimizin en güzel örneklerinden. Kandehlevi'nin Hayatü's-Sahabe'sinden bir bölümü aktarırsak sanırım söylenmek istenilen daha da net anlaşılacaktır:

"Ahmed b. Hanbel'den rivayetle; Peygamberimiz (s.a.s) Huneyn günü, Safvan b. Umeyye'den emaneten zırhlarını istedi. Safvan: "Zorla mı ya Muhammed?" dedi. Efendimiz de: "Hayır, ödemek şartıyla, emaneten istiyorum" buyurdu. Ravi der ki: Zırhlardan bir kısmı zayi olunca Allah Rasulü zayi olanların bedellerinin ödenmesini istedi." İfadeler net, mesafe korunuyor ve kaynak belirtilmiş.

Bugün ise siyer türünde, önceki yüzyıllarda hiç rastlanmadığı şekildeki bir üslupla karşı karşıyayız. Anlatılan kişinin dilinden kaleme alınan roman… Roman türünün temel özelliği, bir kurgu üzerine yazılıyor olması. Yani alanı serbest olan yazar, kendi kurduğu bir dünyada, kendi yazdığı karakterleri dilediği gibi konuşturup hareket ettirebiliyor. Bununla berber roman, çatışma ve gerilimi de içinde bulundurarak kendisini tamamlamış oluyor. Şöyle düşünmek gerekiyor; hiç yaşamamış, tamamen yazarın kendi kurgu dünyasında oluşturduğu birinin hayatı kaleme alınırken, o karakteri konuşturma konusunda herhangi bir sıkıntı yoktur. Olmayan bir şeyi söyleme, olanı söylememe gibi durumlarla karşı karşıya kalma riski söz konusu değil ama yaşamış olan biri için ve hem de bu kişi Hz. Peygamber (s.a.s) yahut sahabeden biri ise hem yazarın kendisi, hem de okurun zihin ve kalp dünyası için ciddi bir risk başlıyor. Bu bağlamda son zamanlarda yayımlanan iki kitap, üslubu ve dili açısından en dikkat çekici olanları. Biri Sibel Eraslan'ın Aişe (r.a) kitabı, diğer ise Nuriye Çeleğen'in Kenz-i Aşk & Hz. Fâtıma Babam Hazreti Muhammed (a.s.m) adlı kitabı. İki kitap da, yazarları tarafından Hz. Aişe ve Hz. Fâtıma'nın dilinden kaleme alınmış. Sanırım verilecek örnekler teorik bir tenkidin yanında kitabın kendisini anlatması bakımından daha yerinde olacaktır.

Sibel Eraslan'ın, Aişe (r.a) kitabının girişinden bir bölüm:
"Ben Aişe…
Muhammed'in Aişe'siyim…
Salat ve selam üzerine olsun…
Karasevdalısıyım Resulullah'ın…"

Yukarıda alıntıladığımız bölümde ise dikkat çeken ifade 'kara sevda' ifadesi. Kara sevda için lügate müracaat ettiğimizde ise bizi karşılayan anlamlar şunlar: "1. Umutsuz ve güçlü aşk. 2. Kişinin belirli bir neden olmadan çöküntü durumuna girip çevreden gelen uyaranlara kapanması, güçlü suç ve günah duyguları içine düşmesi durumu, malihülya, melankoli"

Peki, Allah Rasûlü'nün buradaki malihülya, melankoli, günah, umutsuz aşk gibi hasletlerden hangisine malik olduğunu sorduğumuzda verebileceğimiz herhangi bir cevap yok. Güçlü aşk kabul edilebilir ama 'güçlü aşk' ifadesi, umutsuz sıfatı ile 've' olarak bağlandığı için umutsuzdan bağımsız olarak yalnızca 'güçlü aşk' olarak düşünmemizin imkânı yok.

Bunu bir kenara koyarak Nuriye Çeleğen'in kitabına geçtiğimizde durum biraz daha kötüleşiyor. Hz. Fâtıma'nın sözde iç monologları olan ifadeler: "Ali'nin sert halleri olabiliyordu. Kız babadan gördüğünü istermiş. Babam gibi yumuşak, şefkatli, merhametli bir sultanın nazından sonra Ali'yi sert bulmam normaldi. Erkek ne kadar sert olursa olsun, kadından sert rüzgâr esmezse sorun olmazdı. Sükût erkeğe karşı en büyük cevaptı."

Sosyal medya aforizmaları tadındaki ifadeleri söylemiş olan Hz. Fâtıma; sükût ederek cevap verdiği erkek ise Hz. Ali. Böyle bir durumun, bu tarzda ifadelerin bu zamana kadar gelmiş siyer kitaplarının içinde bulunması söz konusu değil. Yeni bir zamanla gelen yeni bir tür. Çoğu zaman kapak ve isim kitapları.

Yine geçenlerde karşılaştığımız Ümmetin Canısı isimli siyer-i nebi görünümlü merdiven altı kitaplar, bin yıllık geleneği popüler kültürün en alt seviyesine doğru çekerken, okurun zihni ve kalbi dünyasını da paramparça ediyor. Elbette geçtiğimiz yüzyılların üretim-tüketim şartları ve okur-yazar profilleri 21'inci asır ile aynı değil. Reklam çağı olarak nitelendirilen çağda, yapılan bütün üretimlerin, tüketicinin ilgisini cezbetmek ve onu tüketime teşvik etmek amacı ile yapıldığı malum ama edebiyatın, bilhassa yukarıda bahsettiğimiz mukaddes insanların hayatları kaleme alınırken bu pazarlama unsurlarının aynı şekilde kullanılması hiç sağlıklı bir durum değil. Bu türlerin modern bir tarzda nasıl yazılacağı, okurda nasıl bir karşılık bulacağı da ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, kitapların daha çok insana ulaşmak düşüncesi ile bu tarzda yazıldığı savunması ise, içi boş ve desteksiz bir savunma. Süleyman Çelebi merhumun yazdığı Vesiletü'l Necat, yani Mevlid-i Şerif'in asırlardır herkesin dilinde olmasının bu argümanlarla açıklanmasının imkânı yok. Âsım Köksal merhumun siyer-i nebisinin dili, değme edebiyatçılara taş çıkartacak kadar iyi. Necip Fazıl'ın Çöle İnen Nur, Hz. Ali ve Sezai Karakoç'un Yitik Cennet gibi kitapları bu türün, gelenekten kopmadan, kalitesini düşürmeden ve edebini yitirmeden nasıl olabileceğinin en güzel örnekleri. Yıllardır Batı'dan ithal ettiğimiz kavramları kendi vücudumuza aşılamaya çalışıyoruz, tutmuyor ama tutmadığını bir türlü kabul etmek istemiyoruz. Siyer romanları da aynı şekilde. Her ne kadar yazarlar, yazılanların roman olmadığını söylese de, üslup, muhteva ve kurgu bakımından kadim siyerler ile asla bağdaşmayacak eserler kaleme alınıyor. Unutmamak gerekir ki çirkin ve gelenekle bağı kopuk yeni türler oluşturma çabası, en çok onu okuyanlara zarar verecekken yazarı da mutlaka bundan payını alacaktır.

BİZE ULAŞIN