Gökhan Ergür: Takrir-i Sükûn’dan İkinci Yeni’ye Göç: Cemal Süreya

Takrir-i Sükûn’dan İkinci Yeni’ye Göç: Cemal Süreya
Giriş Tarihi: 1.9.2015 16:08 Son Güncelleme: 15.9.2015 14:12
Gökhan Ergür SAYI:16Eylül 2015
Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonunu doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü. Biz buradaydık, altı yüz yıl boyunca hüküm sürdüğümüz, kurban kestiğimiz, kış günü at sırtında yoksul hanelere aş taşıdığımız, Kerem'in her mevsim Aslı'ya aşkını tazelediği topraklardaydık. Hasta düştük, zalime gün doğdu. Bizi namusumuz bildiğimiz topraklardan, Anadolu'dan söküp atmaya niyetlendiler. Dünyanın en güçlü donanmalarına, İstiklal Şairimiz Akif'in: "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela..." diye tarif ettiği binbir çeşit ırktan oluşan ordularına rağmen, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir savunmayla karşılaşıp Çanakkale Boğazı'na hevesleriyle beraber gömüldüler.

Tüm kadrolarıyla yorgun bir halk kaldı geriye, yorgun ama taze bir cumhuriyet. Yine de sular durulmadı. 1925 İsyanı, 1925 Kürt Ayaklanması, Kürt-İslam Ayaklanması ya da Şark (Doğu) Ayaklanması gibi isimlerle adlandırılan bir kalkışma meydana geldi doğu illerinde. Palulu Şeyh Ali Sebdi'nin torunu Şeyh Sait; hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin Müslümanları dinden kopartacağı endişesi ve çıkarılan yasaların Kuran'a uymadığını öne sürerek şark illerini dolaşıp kendisine taraftar toplamaya başlar.

Kardeşi Abdürrahim Efendi'nin ikamet ettiği ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde karşılaşılan ilk büyük ayaklanmanın başlayacağı Bingöl'ün Genç ilçesindeki Piran köyüne varır. Kendisini karşılamaya gelen kalabalığa şöyle seslenir: "Medreseler kapandı. Şer'iyye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı. Din okulları Milli Eğitime bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse bizzat dövüşmeye başlar; dinin yükselmesine gayret ederim."

Bu konuşmadan sonra Şeyh Sait kardeşinin evinde konaklarken jandarmalardan kaçan birkaç kanun kaçağı Şeyh'in himayesine sığınır. Bunun üzerine Teğmen Mustafa ve Teğmen Hüsnü komutasındaki jandarmalar Şeyh'in evini kuşatırlar. Jandarmalarla konuşan Şeyh Sait: "İstediğiniz adamlar benim yanımdadır. Şimdi bunları yakalarsanız benim şeref ve haysiyetimi çiğnemiş olursunuz. Hükümetin kolu uzundur, bu suçluları istediği zaman yakalayabilir" dese de jandarmalar Şeyh'i dinlemez ve ilk kurşun atılır. Zaten böyle bir olaya hazırlıklı olan Şeyh ve adamları harekete geçer. Aynı gece Hacı Talat namında bir kişinin liderliğinde Genç vilayetinin hapishanesine ve jandarma dairesine baskın yapılır, mahkûmlar serbest bırakılır ve birçok jandarma esir alınır. 13 Şubat 1925'te başlayan bu ayaklanmanın haberi hızlıca diğer illere yayılır ve birçok aşiret Şeyh Sait'in emri altında silah kuşanıp isyana dâhil olurlar.

Ayaklanmanın Ankara'daki yansıması Fethi Okyar hükümeti için çokça şiddetli olur. Fethi Bey ve bakanlarının büyük bir kısmı bu ayaklanmayı fazla büyütmemek gerektiğini, birkaç eşkıyalık faaliyetinin o bölgede ilan edilecek idare-i örfiye ile bastırılabileceğini düşünüyordu. Fakat Ankara'daki siyasi hava bu olaylara karşı daha sert ve keskin tedbirler alınması yönündeydi. Böyle düşünenlerin başında da Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal gelmekteydi.

İsyandan yedi gün sonra yani 20 Şubat günü İsmet Paşa Heybeliada'daki istirahatini kesip birdenbire Ankara'ya hareket eder. Oysa sadece üç ay önce başvekillikten ayrılıp köşesine çekilmişti İsmet Paşa. Ankara'da onu karşılamak için tren istasyonuna Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Meclis Başkanı Kazım Paşa, birçok siyaset adamı ve geniş bir halk kitlesi gelir. Mustafa Kemal'in makam aracına binerek Çankaya Köşkü'ne giden İsmet Paşa köşkten başvekil olarak çıkar.

Beklenildiği gibi İsmet Paşa isyana karşı sert tedbirlerle harekete geçti. 4 Mart 1925 tarihinde 144 azanın iştirak ettiği oylamada 27'ye karşı 122 oyla Takrir-i Sükûn Kanunu meclisten geçti. Üç maddelik bu kanun, iki yıl süreyle hükümetin halk üzerinde sıkı bir baskı mekanizması oluşturmasına ve yeni inkılapların yapılmasına zemin hazırlar. Mustafa Kemal, siyasal inkılaplardan daha önemli ve siyasal inkılapların yerleşmesini sağlayan toplumsal inkılapları bu dönemde yapmıştır. Aynı zamanda Takrir-i Sükûn'a itiraz eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılması ve Türkiye'deki tek parti yönetiminin yerleşmesi bu dönemde gerçekleşir.

Üç maddelik bu kanuna dayanarak Doğu Anadolu'da sıkıyönetim ilan edildi. Biri isyan bölgesi, diğeri Ankara merkezli iki İstiklal Mahkemesi kuruldu. Aynı zamanda ordu birlikleri harekete geçti, isyancılarla kararlı bir şekilde mücadele edilip isyan bastırıldı ve isyana karışanlar İstiklal Mahkemeleri'nde yargılandı.

Ülke gündemini fazlasıyla meşgul eden Şeyh Sait isyanından sonra 24 Eylül 1925 tarihinde Şark Islahat Planı hazırlandı. İsyanı teşvik ve idare etmiş olanlar ile bunların akrabaları, yakınları ve aşiretleri Batı'da hükümetin göstereceği yerlere nakledilecekti. Aynı zamanda Yugoslavya, Bulgaristan, Kafkasya ve Azerbaycan'dan Türkiye'ye göçmenler kabul edilecekti. Fakat bu tedbirlere rağmen Doğu'da sular durulmadı, başta Ağrı isyanı olmak üzere birçok olay yaşandı ve siyasi idare 14 Haziran 1934'te Mecburi İskân Kanunu'nu kabul etti.

52 madde ve 10 bölümden oluşan bu kanunda en önemli madde şüphesiz ki 2. Madde'dir. Madde'nin içeriği şöyle: "Dâhiliye Vekilliği'nce yapılıp, icra vekilleri heyetince tasdik olunacak haritaya göre, Türkiye, iskân mıntıkaları bakımından üç nevi mıntıkaya ayrılır. 1 numaralı mıntıkalar: Türk kültürlü nüfusun tekâsüfü (yoğunlaşması) istenilen yerlerdir. 2 numaralı mıntıkalar: Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerlerdir. 3 numaralı mıntıkalar: Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleri ile boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamete yasak edilen yerlerdir."

Yukarıda bahsedilen mıntıkaların nereler olduğuna 1935 yılının Dâhiliye Vekilliği Nüfus Umum Müdürlüğü raporundan bakalım: "Bir numaralı mıntıka Erzincan, Malatya, Gaziantep vilayetleri, Kars Vilayetinin Iğdır, Tuzluca, Kağızman, Sarıkamış kazalarını, Erzurum Vilayetinin Hınıs, Pasinler, Çat, Tercan kazalarını, Sivas Vilayetinin Zara, Hafik, Kangal, Gürün, Divriği kazalarını, Kayseri Vilayetinin Pınarbaşı kazasını ihtiva etmektedir."

"Diğer vilayet ve kazalar da iki sayılı mıntıkayı teşkil etmektedir. İki sayılı mıntıkada en ziyade faaliyet gösterilmesi icap eden saha Trakya Umumi Müfettişliği sahası yani Tekirdağ, Çanakkale, Edirne ve Kırklareli vilayetleridir."

Üç numaralı mıntıka ise "zamana ve ihtiyaca göre taayyün edebileceğinden (belirleneceğinden) bunu ilerde lüzum hâsıl olacak çağlara bırakmak gerekli" denilmiştir. Daha sonra üç numaralı mıntıkanın Ağrı, Tunceli, Kars, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır'ın bazı kesimleri ve bugün Batman iline bağlı olan Sason olduğu bilinmektedir.
Hem isyanları hem de Türkiye'ye dalgalar halinde gelen Müslüman muhacirlerin iskân sorununu çözmek için yürürlüğe giren bu kanun beraberinde birçok acıyı ve gözyaşını da getirir. Nitekim Demokrat Parti döneminde bu vahim tablo değiştirilmek istenir. Yerleşime yasak olan bölgelere yerleşim serbest bırakılıp devletin el koyduğu mallar bu dönemde sahiplerine geri verilir.

Kerem ile Aslı

İşte böyle bir dönemin çocuğu Cemalettin Seber (Cemal Süreya) 1931 doğumlu, Erzincan'ın sayılı ailelerinden birine mensup. Öyle ki, vali ava gittiğinde geyik vurursa bir but da onlara getirir. Cemal'in dedesi Kamer Bey, dört çocuğu var: Fatma, Hasan, Hüseyin (Cemal'in babası) ve Memo. Kamer Bey ölünce yerine büyük oğlu Memo geçer ve kardeşi Hasan'la beraber nakliyecilik işine başlarlar. Cemal'in annesi Gülbeyaz, ismi gibi güzel, pak bir Zaza kızı.

Ana tarafı da baba tarafı da Kürt olmasına rağmen evde Türkçe konuşulur. Özellikle babaanneleri torunlarına tertemiz bir Türkçeyle seslenir. Ne Cemal ne de kardeşleri Kürtçe bilir. Dil konusuyla ilgili şunları söyler Süreya: "Benim dil serüvenim şu: Küçük çocuk bakıcıya veriliyor, daha doğrusu o çocuk kendini bakıcının elinde buluyor; seviyor bakıcısını; onu ana belliyor. Türkçeyle ilişkim böyle. Bir noktada gurbetin aşka dönüşmesi. Bu dil yorganımdır benim: biraz haşhaş, biraz balık kokar. Biraz da zeytin tadı taşır."

Ama Kürtçeye hep bir merak duyar Süreya, biraz da annesiyle özdeşleştirir bu dili. Ömrünün son yıllarında, "İnsanın anadilini bilmemesi ne kötü" diyerek eşi Birsen Hanım'ın da desteğiyle Kürtçe öğrenmeye karar verir. Kürtçe bir alfabe edinip derslere başlamak üzereyken 12 Eylül askeri darbesi kapıya dayanır. Saklanan, yok edilen kitaplar arasında bu alfabe de yerini alır.

Cemalettin Seber ailenin soyadını sürdürecek ilk erkek çocuğu, evin en ayrıcalıklısı. Töre gereği evde çocuklara ayrı büyüklere ayrı sofra kurulduğunda onun yeri hep amcası Memo'nun yanı olur. Küçük bir çocuk olmasına rağmen evde hep delikanlı muamelesi görür. Kız kardeşleri hatta amca çocukları doğduğunda isimlerini o verir. Annesi Gülbeyaz'ın gözü hep Cemalettin'in üzerinde. Zayıf, çelimsiz bir çocuk. Evde hep aynı sahne yaşanır: Gülbeyaz elinde bir çay bardağı süt, Cemalettin ağzını sımsıkı yummuş açmıyor. Annesi onu ikna etmek için ezbere bildiği Kerem ile Aslı'yı okur, Cemal etkilenip de ağzını açsın diye.

Çukur dibinde börek

"Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonunu doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü."

Şeyh Sait isyanıyla başlayan bölgedeki yeniden yapılanma 500 bin kişiyi köyünden eder. Köylerinden zorunlu bir şekilde Orta ve Batı Anadolu'ya yerleştirilenler arasında Cemal Süreya ve ailesi de vardır. Yerleşme planına göre onların bahtına Bilecik düşer, zorunlu ikamet süreleri ise 20 yıl.

Cemal'in kardeşi Ayten'in anlattıklarına göre kendilerinin isyanla, eşkıyayla bir ilişikleri yok, sürgün edilmelerinin nedeni Memo Amcalarının bir anlık öfkesi: "Bizimkilerin olaylarla bir ilgisi yokmuş. Ama Erzincan'da hava genel olarak ağır. Vali, bir gün amcamı makamına çağırıyor. Memo Amcam, güçlü kuvvetli bir adam. 'Demir Yumruk' diyorlar ona. Vali, o gün ne dediyse, amcam, Vali'nin kafasına bir yumruk indiriyor ve her şey ondan sonra oluyor." O akşam valilikten emir gelir: Üç gün içinde Erzincan'ı terk edin!

Maddi olarak rahat bir dönemde olan Seber ailesi o emirden sonra kamyonlarının yedek motoru dâhil değerli olan birçok eşyayı bahçedeki kör kuyuya saklar, bir bölümünü de acilen satıp Bilecik'e doğru yola koyulurlar.

Cemalettin, annesi, babası, kardeşleri, amcası ve yengesi doluşurlar bir yük trenine, yanlarında iki jandarma. Nasıl bir memlekete gideceklerini bilmiyorlar, daha doğrusu yaşayıp yaşayamayacaklarından bile emin değiller. Bir ölüm korkusu dolmuş hepsinin içine. Babasıyla amcasının tartışmasına şahit oluyor Cemalettin. Babası: "Yok canım, öldürecek olsalardı öldürürlerdi" diyor, yol bir türlü bitmek bilmiyor.

Tren nihayet durur, 'hazırlanın' komutu verilir ve büyükler istasyon tabelasını okur: Bilecik. Bir cami avlusuna indirirler yüklerini ve hayatın kendilerine nasıl bir oyun hazırladığını görmek için başlarlar beklemeye. Bitkin, yorgun ve aç...

Tahmin ettikleri gibi olmaz, Bilecik halkı onlara kucak açar, horlamaz, itip kakmaz. Bilecikliler sini sini baklava börek taşır uzak yoldan gelen misafirlerine. Ama lokmalar boğazlarına takılır, yutamazlar. Meselenin aslı sonradan anlaşılır, Bilecikliler haşhaş yağı kullanır, oysa Doğulular tereyağına alışık. İkramları yemek zor, e yememek de ayıp, bir çukur açıp sinileri boşaltırlar içine, üstünü de bir güzel toprakla örterler.

Sürgün memleket

Başlarını sokacakları bir yer bulurlar elbet. Gurbetlik hali; dert, acı, gözyaşı hiç eksik olmaz evden. Sürgünün altıncı ayında ölür Cemalettin'in annesi Gülbeyaz, kara bir bulut çöker evlatlarının kalbine.

Sürgün ve Gülbeyaz'ın ölümü iyice zorlaştırır hayatını Hüseyin Bey'in. Kardeşleri Hasan ve Fatma gibi İstanbul'a taşınmak ister ama 20 yıllık zorunlu ikametleri gelir aklına. Önden Cemalettin'i yollayıp kimseden ses çıkmazsa ardından da ailesini taşıma planını yapar.

Cemalettin, halasının Cihangir'deki evine taşınır, Firuzağa'daki Beyoğlu 37'nci İlkokulu'na kaydı yapılır. O dönemde dini meselelere önem verir Cemalettin; oruç tutar, namaz kılar, manzum din kitapları okur, en çok da Hz. Ali Cenkleri'ne vurulur.

Baba Hüseyin Bey planını zaman içinde uygulamaya koyar, sürgünlüğünün üçüncü yılında ailesiyle beraber İstanbul'dadır artık. Arnavutköy'de bir iş bularak çalışmaya başlar. Ama rejim onları unutmaz.

"Dünyanın sanki öbür ucuna gitmiştik, kimse bulamaz bizi. Kimse bir şey de demiyor işte. Kendimizi sevdirmiş olamaz mıyız Bilecik'te. Babam akşamları, yemekten sonra, bu tür sözleri eve gelen konuklara söylüyordu galiba. Birkaç kadın dinleyicisi vardı. Her akşam, onlara, bir sürü olay, öykü anlatırdı. Bir akşam eve polis geldi. Hepimizi alıp Emniyet Müdürlüğü'ne (Sansaryan Han) götürdüler. Bir gece orada kaldık. O sıra, küçük kız kardeşim daha beş yaşında. Büyükannem ise en az altmış beş. Tahta sıranın üzerinde uyumuştuk. Ertesi gün jandarma refakatinde sürgün yurdumuz Bilecik'e posta edildik. Ben kaç yaşındayım? 11'in içinde." O günle alakalı bunları hatırlıyor Cemal Süreya. Mecburen Bilecik'e, sürgün memleketlerine geri dönerler.

Göçmen bir güzellik

Seber ailesi 1941-1942 ders yılının tam ortasında Bilecik'e geri döner, Cemalettin üçüncü sınıfın ikinci yarısına Bilecik İlkokulu'nda devam etmek zorunda kalır. "Şimdi çok sevdiğim sürgün sözcüğü beni allak bullak ediyordu. Bir gün büyükanneme sormuştum: 'Neyiz biz?' diye. Bir şey anlamadı. 'Sürgün ne demek?' diye yineledim. Sürgün 'menfi' demekmiş 'menfaya' gönderilenlere 'menfi' denirmiş. Bir an aklıma Yavrutürk dergisindeki bir tefrika geldi. 'Bir Göçmen Çocuğunun Anıları'. Göçmen miyiz yoksa biz diye soruyu değiştirdim. 'Evet işte buldun, göçmeniz biz' dedi. Rahatlamıştım. Ondan sonra kendimi bir süre göçmen olarak düşündüm."

Feyza Perinçek ve Nursel Duruel'in o eşsiz Cemal Süreya kitabında anlatılana göre Cemalettin'in bu göçmen rüyası çok uzun sürmez. Bir gün okulda arkadaşlarından biriyle kavga eder, küsüşürler. Araya kim girdiyse barıştıramaz Cemalettin'i. Sınıfta tam bir kargaşa. Birden öğretmeninin sesini duyar: "Kürt damarı tuttu!". Olan olmuştur artık. Başını önüne eğer. Demek herkes biliyor. Öğretmen gönlünü alır. O söylediği, bir deyimdir sadece. İnadını vurgulamak istemiştir o kadar. İnanır Cemalettin ama bir başka gün, oğlanın biri arkasından 'sümüklü Kürt' diye bağırınca dayanamaz artık. Koşa koşa eve gider, çantayı bir yana fırlatır, odaya kapanır, bütün gün ağlar. Okula gitmek istemez. Bir kez daha gönlü alınır. Arkadaşının davranışı kasıtlı değildir. Öfkesinden, küfür olsun diye bağırmıştır öyle.

Analık eziyeti ve parasız yatılı

Eşi öldükten altı yıl sonra evlenmek ister Hüseyin Bey. Kızlar okula başlamış, babaanne iyice yaşlanmış ve ev işleri artmış, bunların altından kalkmak için, Cemal Süreya'nın: "Kuyuya sarkıtan kadın / Saçından kavrayıp kız kardeşimi" dizelerini yazdığı Esma Hanım'la evlenir.
Esma'nın eli maşalı. İki kız yavruyu ve Cemalettin'i bayıltana kadar dövüyor. Çocuklardan en çok Cemalettin'e bilenmiş. Bir zaman sonra Cemalletin'i ve babaanneyi bitişik komşuları Kör Emine'nin bir odasını kiralayıp yerleştirir. Hüseyin Bey'in bu duruma fazla sesi çıkmaz, Esma'dan çekinir. Esma'nın Cemalettin'e öfkesi hiç dinmez; kitaplarını yakar, pişirdiği yemeklerden arada bir oraya da götürür ama içine kesip kavurduğu tırnakları ya da ezip öğüttüğü cam parçalarını atar. O sırada Cemalettin Bilecik'te parasız yatılıyı kazanır, ardından da Haydarpaşa Lisesi'ne parasız yatılı olarak gider. İçinde hep kardeşlerinin ve sürgünlüğün acısı.

Haydarpaşa Lisesi'nde bol bol kitap okuyor, edebiyat üzerine kafa yoruyor, arkadaşlarıyla tartışıyor. Derken üniversite günleri başlar Cemalettin'in, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde.

İkinci Yeni

Yeni bir edebiyat çevresine giriyor artık Cemalettin Seber, yeni okumalar, yeni arkadaşlar, ilk şiirler. Ve dahası...

Hilmi Yavuz'un deyişiyle 'bir oksijen gibi Türk şiirinin imdadına yetişir'. Ucuzlaşan 'Garip' şiirinin boğduğu Türk şiirine yeni bir anlayış getirir Cemal Süreya ve çevresi. 1950'li yıllarda ortaya çıkan, daha sonra 1956 yılında Muzaffer Erdost'un bir yazısında 'İkinci Yeni' olarak adlandırdığı dönemin baş aktörlerinden biri olur Sürgün Cemal. Zaten liseden beri değiştirmek istediği adını artık her yerde Cemal Süreya diye kullanır.

Çevresinde; İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Ülkü Tamer gibi isimler bulunan Cemal Süreya ve arkadaşları hikâyeyi şiirin dışına atıp dili bir anlatım aracı olarak değil, bir anlatım ortamı olarak kullanmışlardır. Çağrışımlardan, sözcük deformasyonlarından, soyutlamadan yararlanarak biçimi öne çıkarmışlardır.

Garip'e göre biraz daha öznel diyebileceğimiz İkinci Yeni şiirini ortaya çıkaran etken eleştirmenlere göre yaşanan siyasal bunalımdı. Hatta Attila İlhan'a göre "Birinci Yeni (Garip) İnönü diktasının, İkinci Yeni ise Menderes diktasının şiiridir."

Bingöl'ün Piran köyünde patlayan ilk kurşun ve Takrir-i Sükûn. Ardından ölümler, sürgünler ve göçler. Bu acıların içinde parlayan, etrafına ışık saçan biri, belki de Türk şiirinin en büyük şairlerinden biri: Cemal Süreya.

Mübarek Anadolu'nun özeti budur, en zor şartlarda bile yönünü tayin edecek kahramanlar doğurur.

GÖKHAN ERGÜR KİMDİR?
Uzman psikolog.

BİZE ULAŞIN