Meryem İlayda Atlas: Türkiye artık istikamet verilebilen ülke değil

Türkiye artık istikamet verilebilen ülke değil
Giriş Tarihi: 15.11.2017 14:10 Son Güncelleme: 5.2.2018 12:08
Geçtiğimiz günlerde Türkiye ile ABD arasında yaşanan “vize krizi” deyim yerindeyse gündeme bomba gibi düştü. Peki, tarafların karşılıklı restleşmeleriyle iyice derinleşen bu kriz, hangi sebeplere bağlı olarak şekillendi?

Serdar karagöz\Genel Yayın Yönetmeni/Daily Sabah

Türkiye Günlüğü'nde bu ay, Daily Sabah Genel Yayın Yönetmeni Serdar Karagöz ile hem Türkiye ve ABD arasında yaşanan bu vize krizinin nedenlerini hem de taraflar arasında tarihte yaşanan diğer krizleri masaya yatırdığımız bir mülakat gerçekleştirdik. Vize krizinin esasen; Türk siyasi otoritesinin Amerikan taleplerine direnmesinden kaynakladığını vurgulayan Karagöz, krizin taraflar arası ilişkilerin daha sağlıklı bir düzeye oturması açısından oldukça elverişli bir ortam sunduğunu belirtiyor.

Türkiye ile ABD arasında "vize krizi" gündemi fazlasıyla meşgul etmiş durumda fakat bu konuya gelmeden evvel Türkiye ile ABD arasındaki ilk krizin hangi olay sonrasında gerçekleştiğini sormak istiyorum size?

Türk-Amerikan ilişkilerindeki ilk kırılma, Soğuk Savaş dönemlerinde yaşanmış olan füze krizi meselesiyle başlar. Jüpiter füzeleri, Türkiye'nin Karadeniz sahillerini Sovyetler Birliği'nden gelecek olan saldırılara karşı korumak için ABD ile yapılan anlaşmalar sonrasında ülkemizde konuşlandırılmıştır. ABD'nin Türkiye'ye konuşlandırdığı Jüpiter füzelerine karşı Sovyetlerin de Küba'ya füze yerleştirme girişimleri iki ülkeyi nükleer bir savaşın eşiğine getirmişti adeta. Krizin ilerleyen noktalarında ABD'nin Küba'yı, Sovyetlerin de Türkiye'yi vurması muhtemeldi. ABD ve Sovyetler arasında yaşanan bu gerilimli süreç, 1962 yılında tarafların pazarlık için masaya oturmasına neden oldu. Türkiye'den bağımsız olarak yürütülen bu pazarlığın neticesinde ülkemizde konuşlandırılmış olan Jüpiter füzelerinin kaldırılması gündeme geldi. Yapılan görüşmelerde ABD'nin Türkiye'yi devre dışı bırakan tutumu neticesinde Türkiye, kendini bir anda çok savunmasız bir durumda hissetti. Türkiye, Amerika için çok kolay vazgeçilebilir ve gözden çıkarılabilir bir "müttefik" olduğunu burada çok net gördü.

Peki, bu kriz başka krizlerin de tetiklenmesine sebep oldu mu taraflar arasında?

Elbette. Söz konusu bu krizlerden bir tanesi de mezkûr krizden birkaç yıl sonra ortaya çıkan "afyon krizi"dir. Malumunuz olduğu üzere ABD'de uyuşturucu kullanımı her dönem çok yaygın olmuştur. 1960'lı yılların sonuna doğru ABD'de başkan adayı olan her isim, uyuşturucu kullanımının önüne geçmek maksadıyla birtakım vaatlerde bulunurdu seçim öncesinde. Konuya dair vaatlerden bir tanesi de şu şekildeydi: "Biz Amerika'ya uyuşturucu girmesini önleyemiyoruz. O zaman Türkiye'de bunun üretilmesini engelleyelim." Günün sonunda ABD, Türk hükümetinden afyon üretiminin yasaklanmasını istedi. Türkiye o zaman tarıma dayalı bir toplumdu. Türk ekonomisini çok ciddi zarara uğratacağı ve mevcut yerel siyasi otoritenin seçim kazanmasını imkânsız hale getireceği için bu talep, dönemin başbakanı Süleyman Demirel tarafından reddedilmiştir. Bunun akabinde ise 1971 yılında Türkiye'de darbe olmuştur! Darbeye giden yolda bu afyon meselesinin çok etkili olduğunu söyleyebiliriz zira darbeden sonra başbakanlık koltuğuna getirilen Nihat Erim'in yaptığı ilk icraat, afyon üretimini yasaklamak olmuştur. Düşünün, Amerika'nın iç siyasi meselesinden ötürü Türkiye'de darbe yapılıyor ve neticesinde Amerika'daki iç siyasi problemle alakalı bir çözüm arayışı içerisine giriliyor.

1974 yılında da Kıbrıs Harekâtı'ndan kaynaklanan bir kriz var.

Evet, hemen arkasından bir de ambargoya maruz kaldık. Çok krizli süreçti. Daha sonra Irak'ın işgali ve burada "Çekiç Güç"ün konuşlandırması Türkiye tarafından her zaman eleştiri konusu oldu. ABD'nin Irak'a girmesiyle bölge destabilize edildi ve bu süreçte PKK kendisine Kuzey Irak'ta sağlam bir zemin buldu. Akabinde 1 Mart Tezkeresi krizi yaşandı. TBMM, ABD'ye Türkiye topraklarını kullanma izni vermedi. Amerikalılar büyük şok yaşadılar ama şaşkınlıktan daha baskın olan duyguları öfke idi. Peşinden Türk askerinin başına çuval geçirildi. Ama 1 Mart Tezkeresi konusunda öfkenin hep diri olduğunu söylemek lazım. Pentagon ve CIA bunu kurumsal hafızalarına kazıdılar. İkinci Irak müdahalesinden sonra Irak, darmadağın oldu ve PKK daha da güçlendi. Suriye'deki PKK varlığı açıktan, Irak'taki PKK varlığı ise gizliden silahlar ile donatıldı. ABD, "müttefiki" Türkiye'nin altını oyma konusunda daha cüretkâr davranmaya başladı. Yaşanan bütün bu krizlerin temelinde; Amerika'nın bazı taleplerine Türkiye'nin direnmesi var aslında. ABD'nin bu taleplerinde, "müttefik" olarak tanımladığı Türkiye'nin ihtiyaçlarını, kırmızı çizgilerini, ulusal güvenliğini hiçbir zaman dikkate almadığını belirtmek gerekiyor.

Geldiğimiz noktada Türkiye ile ABD arasında yaşanan gerilimli sürecin sebepleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Gelinen noktada özellikle Suriye'de kurulmak istenen PKK-PYD devleti ve 15 Temmuz darbe girişiminin azmettiricisi teröristbaşı Fethullah Gülen'in ABD tarafından hâlihazırda korunuyor olması Türk-Amerikan ilişkilerini zehirleyen en büyük iki meseledir. Halen devam eden ve artık bir "şantaj unsuruna" dönüşen Reza Zarraf davası, Halkbank Genel Müdür Yardımcısı'nın ABD'de Amerikan hukukun da izah edemediği bir gariplikle tutuklanması, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın son ABD ziyaretinde kendisine şiddet içeren protestolar yapan bir gruba cumhurbaşkanı korumaları tarafından müdahale edilmesi sonucu ABD'li makamların 13 korumayı gözaltına almaya çalışmaları… Bütün bunlar da son dönemde ABD tarafının agresif davranışları olarak karşımıza çıkıyor. ABD, sanki suçüstü yakalanmış ve bundan dolayı savunma yapmak zorunda kalmış gibi davranıyor. Bir süper güç olarak savunmayı da saldırarak yapıyor. Türkiye'nin penceresinden ise durum çok net artık. Türk yargısı siyasi otoritenin cesaretlendirmesiyle özgürleşerek korkmadan olayların perde arkasına doğru gidiyor, 15 Temmuz davasını derinleştiriyor ve davalar derinleştirildikçe iş, dönüp dolaşıp Amerikan büyükelçiliklerine ve Başkonsolosluğu'na dayanıyor. Adalet mekanizması korkusuzca işliyor. Kim olduğuna bakılmaksızın darbe ile ilişkisi olan ve ABD ile iltisaklı kişiler gözaltına alınıyor. ABD'nin alışık olmadığı bu durum onu daha da agresifleştiriyor. Neticesinde ABD'nin kontrolsüzce, sonunu iyi hesaplamadan yaptığı vize başvurularını askıya alması gibi bazı hamlelerle taraflar arası ilişkiler iyice geriliyor.

Türkiye'nin bölge politikalarında izlediği yol ABD ile yaşanan gerilimi artırıyor diyebilir miyiz?

Geldiğimiz noktada Türkiye, uluslararası ilişkilerde blok siyasetini terk ederek bölgesel sorunlarda bölgesel ittifaklar, mikro ittifaklar konseptine dâhil oldu. Ne demek bu? Türkiye'nin uluslararası siyaseti, her zaman Amerikan siyasetiyle uyumlu gidecektir diye bir şey yok. Türkiye artık çıkarları çerçevesinde kendi mikro ittifaklarını devreye sokuyor. Oyunu yeniden kuruyor. Örneğin Suriye konusunda, Türkiye'nin bazı bölge ülkeleriyle bir ittifak arayışı içerisinde olduğunu görüyoruz. Türkiye kendisi için en büyük tehdidi, Suriye de kurulması öngörülen bir PKK-PYD devleti olarak tanımlamış durumda. Bunun önüne geçmek için İran ve Rusya'yla iletişim ve işbirliği halinde yoluna devam ediyor. Bu durum Amerika'yı rahatsız ediyordur ama Amerikalıları en fazla rahatsız eden şey tıpkı Demirel'in afyon üretimine direnmesi gibi Amerika'dan gelen bir talebe mevcut siyasi otoritenin de direnmesidir. Bugün yaşadığımız bu vize krizinin de esasında Türk siyasi otoritesinin Amerikan taleplerine direnmesinden kaynakladığını söylemek çok yanlış olmayacaktır. Hatta 15 Temmuz darbe girişiminin nedenleri arasında Türkiye'nin kendine bağımsız bir yol çizme çabasında olmasını da gösterebiliriz.

Büyükelçi John Bass'ın; "DAEŞ son zamanlarda Türkiye'de herhangi bir eylemde bulunmuyorsa bu ABD sebebiyledir" anlamına gelecek açıklamalarını nasıl okuyabiliriz bu noktada?

John Bass'ın Türkiye'den giderken kullandığı ifadeler fazlasıyla ilginç. Diplomatlar nerede, ne zaman, ne şekilde mesaj vereceklerini çok iyi bilirler. Büyükelçinin bu sözleri, Türkiye'de bir tehdit olarak algılandı. Böyle algılanması da çok anormal değil zira Bass'ın kurduğu bu cümleyi tersten okuduğumuzda şöyle bir anlamla karşı karşıya kalıyoruz; Türkiye- ABD ilişkileri bozulursa DAEŞ gelir, terör olur. Bu fazlasıyla problemli bir cümledir. Zannediyorum bunu tesadüfen yahut gelişi güzel olarak söylemedi büyükelçi. Bir mesaj vermek istemiş de olabilir. Ben de bunun üstü örtülü bir tehdit cümlesi olduğu kanaatindeyim. Amerikan unsurları bölgede çok ciddi bir istihbarat ağına sahipler. Özellikle Türkiye sınırının hemen dışında planlanan, organize olarak hayata geçirilmek istenen her türlü terör faaliyetinden güçlü istihbarat ağları neticesinde haberdar oluyorlar. Ben büyükelçinin bu ifadelerini, Türkiye'yi istihbarat paylaşımı noktasında tehdit etmek olarak algıladım. Yani bazılarının dediği gibi "DAEŞ gelecek, Türkiye'yi vuracak, bunun arkasında Amerika var" şeklinde değil de istihbarat paylaşımını kesme noktasında bir tehdit söz konusu. Bu da terörle mücadelede en fazla teröristleri memnun edecek bir durum olur. Böylesi bir yaklaşım müttefikliğe de DAEŞ ile mücadelede de uygun bir yaklaşım değil. ABD olarak bölgedeki en büyük amacınızı DAEŞ ile mücadele üzerine inşa ettiğinizi söyleyip Türkiye'yle alakalı bir konuda istihbaratı gizlerseniz, bu konuda bir işbirliğine gitmezseniz bu sizin politikanızın kendi içinde çürümüşlüğünün bir göstergesi olur. Uluslararası ilişkilerde üzerinde çokça durulması gereken bir cümledir aslında John Bass'ın giderken yapmış olduğu bu açıklama.

Vize krizi meselesinde Türkiye'nin tutumunu nasıl bulunuyorsunuz?

Vize krizi konusunda Türkiye doğru olanı yaptı. Mütekabiliyeti tam olarak uyguladı. Burada geri adım atması gereken Amerika'dır. Bu davranış, diplomasi alanında başarılı ve sonuçları iyi hesap edilmiş bir davranış değil. Ben bunu Amerikan tarafının panikle, sonuçlarını iyi hesap etmeden atmış olduğu bir adım olarak görüyorum. Bu iyi hesap edilmiş bir eylem olsaydı, günün sonunda Amerika'ya bir faydası olurdu. Bu tutumun Amerika'ya hiçbir şekilde faydası olmayacağı çok açık. Temel mesele Amerika'nın Türkiye'yi eski Türkiye olarak görmeye devam ediyor olması. Yani Türkiye artık kendi ulusal güvenlik tanımlamasını yapmış ve bu ulusal güvenlik tanımlaması içerisinde kendi müttefiklik ilişkilerini yeniden dizayn etmiş bir ülke. ABD bunu kabullenmek istemiyor aslında. Bu krizin Amerikalıların yeni Türkiye'yi tanıması açısından çok hayırlı olduğunu düşünüyorum. Yeni Türkiye kendi ulusal güvenliğini, kendi yol haritasını kendi çizen bir ülke, istikamet verilebilen bir ülke değil artık. Bunu sadece iç siyasete değil Türkiye'nin bölge politikalarında da göreceğiz. Dolayısıyla bu krizin Türk-Amerikan ilişkilerini sağlıklı bir düzeye oturması açısından oldukça elverişli bir ortam sunacağını söyleyebilirim.

Vize krizi tartışmaları geldiğimiz noktada ne durumda, sorunun çözülmesi için taraflar hangi girişimlerde bulunuyor? İlişkiler yakın zamanda normalleşebilir mi yeniden?

Meselenin halledilmesi için taraflar görüşme halindeler. Türklerin vizeleri olduğu için onlar Amerika'ya gidebiliyorlar fakat Amerikan vatandaşları vizeleri olmadığı için Türkiye'ye giremiyor. Türkiye Amerika'ya hiçbir zaman vize uygulamadığı için, vizeler hep kapıda alındığı için Amerikan vatandaşları daha fazla mağdur olmuş durumda. Dolayısıyla bu vize krizi bir şekilde çözülecektir. Türkiye-ABD ilişkilerinin normalleşmesi meselesine gelirsek, ilişkilerinin normalleşebileceğini pek düşünmüyorum zira ABD'nin bölgede bir PKK-PYD devleti kurmak gibi bir amacı var. ABD bu amacından vazgeçmediği sürece taraflar arası ilişkilerde bir normalleşme beklemenin yanlış olacağını düşünüyorum.

BİZE ULAŞIN