Nizâr Tevfîk Kabbânî, modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu yani Osmanlı'nın fiilen çekildiği Arap topraklarından resmî olarak da ayrıldığının ilan edildiği sene (1923), eski bir Şam evinde dünyaya gözlerini açtığında, ilerde şiirleriyle sulayacağı bereketli Arap coğrafyasının zorlu yılları da başlamıştı. Kabbânî, baharı karşılar gibi bir 21 Mart sabahında Nevruz'a uyanarak merhaba dediği dünyada, ömrünün baharının hep kışa çalacağına şahit olacaktı. 20'nci yüzyılın ikinci yarısı bütün uğursuzluğuyla hüküm sürüyordu dünyada.
Şiiri seven bir baba ve Türk kökenli bir annenin oğlu olarak, memleketini ve kelimelerini sevmeye adım attığı yerden başlamıştı şiirine Nizâr. Doğup-büyüdüğü şehrinde 1941'e kadar iyi okullarda okumasıyla, kişiliğini oluşturan ilk nüveler de atılmıştı. Şam Üniversitesi'ndeki hukuk tahsili 1945 yılında sona erdiğinde henüz 22 yaşında olmasına rağmen diplomasi macerası da başlamıştı artık. Suriye Dışişleri Bakanlığı adına Kahire Büyükelçiliği'ndeki suyunu arayan yolculuğu Pekin'den Londra'ya uzanan bitimsiz bir gurbete dönüşmüş, hatta Türkiye'ye bile uğramıştı bu şair-diplomat yalnızlığı. En çok Beyrut'u sevmiş, en çok Beyrut'a kızmış, en çok Beyrut'u anlatmış ve en çok Beyrut'a gömülmüştür… Şehirler ve şiirler arasında geçen zorlu ve yalnız bir ömrün sahibi ve talibidir Kabbânî.
Haziranın şairi
İlk yangını sayabileceğimiz 21 yaşında kaleme aldığı Kālet lî es-Semrâ /Esmerkız Bana Dedi ki başlıklı aşk şiirinden sonra bir daha iflah olmamış bir adam, kelimelerin peşinde kaleminin son damlasına kadar savaşarak soylu bir kavganın içinden hayatını tahkim etmiş bir şair ve Bağdat'ta bulduğu biricik Belkıs'ını Beyrut'taki bombalı saldırıda kaybetmiş garip bir âşıktır Kabbâni. Güller ve yaseminlerle geçen çocukluğunun ardından, savaş ve yenilgi yorgunu bir hayatın tam ortasına düşmüş, şikâyetini dizelerine nakşederek nefes almıştır. Nefes darlığı âdettir şairlerde, şiirler buna şahit.
1948 yılı, yani İsrail Devleti'nin resmî olarak ilan edilmesi, bölünmüş Ortadoğu topraklarının ilk büyük sosyolojik depremi olarak kabul edilir. Şairlerin dara çekilen bedenlerinden binlerce filiz fışkırmıştır bu tarihlerde gökyüzüne. 1950 sonrasında gelişen öfke ve protesto dili, edebiyat alanında da bir üslup olarak yerleşmeye başlamış, 1967 Arap-İsrail savaşıyla birlikte daha da belirgin hale gelen bu protest dilin dönemin şiirlerine yansıması da oldukça şiddetli olmuştur. Modern Arap politik şiirinin önemli ismi, bıçağın saltanatını hep reddeden yara namıyla maruf Nizar Kabbâni'nin şair olarak asıl büyük çıkışını, Haziran-67 olarak kodlanan bu büyük yenilginin oluşturduğu öfkeli atmosferle birlikte gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Kabbâni'nin; "Haziranın geride bıraktığı cam parçalarının duygularımın üzerine dağılması neticesiyle başka bir sesle haykırdım" diyerek Mısır'dan sürgün edilmesine yol açan Gerileme Kitabına Dipnotlar, Bozgun Notları kitabıyla cevap verdiği Haziran-67 yenilgisi, Arap toplumu için de büyük bir travmaydı. Ümmü Gülsüm'ün yurtdışı konser turneleriyle kalbi kırık Arap halklarını büyüleyici sesiyle teselli etmeye çalıştığı hüzünlü zamanlara tekabül eden yıllardır bunlar. Haziran-67 travması yalnızca Kabbâni'yi değil, bu kavgaya dizeleriyle katılan Mahmud Derviş, Leyla Tokan, Tevfik el-Zeyyad ve Samih el-Kasım gibi diğer politik şairleri de gün yüzüne çıkarmıştır.
Aşkın ve kavganın ortasında
Nizâr Kabbâni şiirinin iki döneme ayrıldığı genel kabul görmüş bir tezdir. Aşkın ve kadının şairi olarak tanınmasının ardından gelen Haziran-67 travması, Kabbâni'nin politik şair kimliğini kuşanmasını -kendi açısından- zorunlu kılmıştır. Kavgaya mecbur kaldığını söyleyecektir zaten. Şair icbar edilmiştir, haysiyeti buna kadirdir çünkü. İlk dönem şiirlerindeki baskın kadın imgesinin trajik bir arka plana sahip olduğunu da unutmamak gerekir. Çok düşkün olduğu annesinin zamansız vefatı ve sevmediği biriyle zorla evlendirildiği için intihar eden kız kardeşi, Kabbâni'nin şiirini bu bağlamda oldukça derinden etkilemiştir. 'Kadın'ı yücelten duygusal yoğunluğunun paralel adresi burada aranmalıdır. İlk eşi Zehra'nın ölümünden sonra, "Babil kraliçelerinin en güzeli'' olarak andığı ikinci eşi Belkıs'ı da bombalı bir saldırıda kaybeden Kabbâni'nin hayatındaki bütün kadınlar şiirindeki hüzne fazlasıyla dâhildirler. Kalp hastalığı sebebiyle 17 yaşında kaybettiği oğlunun acısı da şairin kalbini çok yormuş ve kanatmıştır. Bu yaşananlardan sonra 'açık bir yara' gibidir artık şair. Şiire tutunarak devam etmeye de mecbur.
Kabbânî, kılıcı keskin bir şair olarak tek başına ve ayrıksı olmanın lanetine çoktan hazırdır, yola çıkarken hüküm giyeceğini biliyordur zaten. Kelimelerini cesurca savurur. Tarihin zorunda, emperyalist müdahalenin kucağında ve siyonist zorbalığın sessizliğinde sancılı bir anne gibi doğurur şiirlerini. Arap coğrafyası kan kusarken yalnızca şiir yazıyor olabilmeyi içine sindiremez ama elinden başka bir şey gelmediğinin de farkındadır. Irak'taki bir şiir festivalinde Saddam Hüseyin'i eleştiren hicivler okumayı göze alabilir mesela. Gelmiş ve gelecek olan yeryüzünün bütün diktatörlerine ithaf ettiği Horoz Kasidesi'ni yazmış olmanın şanı bile tek başına yeter şairliğine, bunu herkes bilir. Tavrının netlik ayarı yıllar önce yapılmıştır zaten; "Bir tarafta yer almayan, bir tutum ve tavır sergilemeyen, bir görüş için mücadele etmeyen, herhangi bir insanın zulmü karşısında kılıcını çekmeyen bir şiir hayal edemiyorum. Seyfuddevle ve Babıali'den maaş alan bütün şairlere ve edebiyattaki sirk oyunlarına karşıyım. Edebiyatçıların saray yöneticilerinin karşısında filler gibi dans ettikten sonra elma, muz ve zilletle ıslatılmış ekmeğin önlerine konması için hortumlarını uzatmalarını yadırgıyorum."
Şam'da medfun, Beyrut'a meftun!
"Başkaldırmıyorsa nedir şiir" diyen Nizar Kabbâni, halkın içinde, halkla beraber bir şairdir. Sözünü ustalıkla incelterek, şiirinin Arap sokaklarında dolaşıma girmesini sağlamakla kalmamış, tercüme edildiği dillerde de güçlü bir 'kan hattı' yakalamıştır. Batı'nın kuklası olmakla suçladığı dönemin kudretli yöneticilerini/liderlerini eleştirdiği gibi halkını da eleştirmekten geri durmamıştır. 1956 yılında Arap toplumu ve tembellik hakkında yazdığı Hubz, Haşiş ve Kamer/Ekmek, Ot ve Ay isimli şiiriyle büyük tepki toplasa da yolundan dönmez. Kabbâni, halkın beğenisini kazanmanın belirli bir estetik düzey tutturarak da mümkün olabileceğini kanıtlayarak, şiirini fildişi kuleden bir sesleniş olarak değil, günlük hayata sirayet eden kalbi bir yakarış olarak kurmuştur. Kabbâni, bu anlamda konuşma dilinin zarafetini şiirine yansıtabilmeyi başarmış ender şairlerden biridir. Halktaki karşılığı bu yüzden oldukça anlamlıdır. Sokağa inebilmenin şiirini yazmıştır.
Nizâr Tevfîk Kabbânî, mazlumların sesi, ekâbir ve müstekbirlerin zehri… 30 Nisan 1998 tarihinde 75 yaşındayken aşırı yorgun ve dertli kalbi birdenbire durur ve yeniden çalışmayı reddeder. Çileli ömrünün son büyük krizidir bu. Usulca gözleri kapanır ve o anda görecek şeyler azalır artık Arap dünyasında. Londra'da 15 yıldır kapandığı bir apartman dairesinde yalnız başına ölmüştür şair. Dizeleri cebindedir, davası divana kalır. Londra'da ölür ve naaşı evine, ülkesine, kavgasına yani doğduğu topraklara getirilir. Şöyle söylerler hakkında; "Şam'da medfun ama Beyrut'a meftun." Kabbâni doğduğu günden beri yaralıydı ama bıçağın saltanatını reddedecek kadar onurlu bir yaraydı bu taşıdığı. Öyleyse Hâlid Bin Velîd'in İşten Çıkarıldığının Resmidir şiirini en az bir kere bağıra bağıra okumadan ölmemeli insan. Şiir dünyayı durdurur, buna iman ederiz. Kabbânî'nin zulme çektiği o kılıç da asla paslanmayacaktır.