Sevim Zehra Can Kaya: “the crown”ın söylemedikleri

“the crown”ın söylemedikleri
Giriş Tarihi: 20.6.2017 12:48 Son Güncelleme: 20.6.2017 12:51
Sevim Zehra Can Kaya SAYI:36Haziran 2017
The Crown’ı izlerken, insan tasavvurunun postmodern yöntemle yeniden kurgulanmak istendiği olgusuyla yüz yüzeyiz. Dizi, ele aldığı temayı yeniden kurgulamak ve somut gerçekliği örtmek noktasında oldukça maharetli görünüyor.

Bilmem farkında mıyız ama post modernitenin buyurganlıkta, moderniteyi inşa eden aydınlanma düşüncesinden aşağı kalır yanı yok. Hâlbuki kendi meşruiyetini modernizmin otoriter ve kurtarıcı niteliklerinin üstünü çizerek, yapısını sökerek oluşturmuştu postmodernizm. Yani mutlak hakikat iddiasındaki büyük anlatıları yok sayarak, kurguladığı yeni gerçekliği mutlaklaştırmış oldu. Bu mütehakkim tavrı ile postmodernizm, tarihin arka bahçesinde de oynayabilir hale geldi. Çünkü bugünü yeniden inşa edebilmek için eskinin somut verilerine müdahale etmesi gerekiyordu. Bunun için tarihsel anlatıların gerçeği ne denli objektif aktardıklarının sorgulandığı bir tartışma zemini oluşturdu. Ardından eskiyi yeniden kurgulayacağı işlere girişti. Uzun zamandır son derece kullanışlı bir araç olan medya ortamındaki tarihsel anlatılar aracılığıyla, gündemin geçmişine dair algıyı dönüştürecek müdahaleler yapmaya başladı. The Crown adlı yapımın, yapı bozuma uğratılarak irdelenmesi tam da bu noktada değer kazanıyor.

The Crown, Amerikalı bir 'online' yayın ve yapım şirketinin (Netflix) yapımcılığını üstlendiği, oldukça yüksek bütçeli yeni bir internet dizisi. Dizi, Kasım 2016'da yayınlanmaya başlandı ve ilk sezonu tamamlandı. İzlerken, insan tasavvurunun postmodern yöntemle yeniden kurgulanmak istendiği olgusuyla yüz yüzeyiz artık. Dizi, ele aldığı temayı yeniden kurgulamak ve somut gerçekliği örtmek noktasında oldukça maharetli görünüyor.

Postmodern söylemi çoğaltanlar, üzerini çizdikleri inançlar ve ideolojilerden geriye kalan boşluğu dolduracak yeni hikâyeler kurgulamak zorundadır. Çünkü çeşitliliği arttırılmış, içerikleri çoğaltılmış anlatılar arasından seçim yapma özgürlüğünün cazibesi, muhatabına bazen onların kurgusallığını unutturur. Bu anlatılardan özellikle belgeseller ve tarihî yapımların kurgusal oluşu karşısında izleyici son derece savunmasızdır. Tarihî anlatılar, somut bir gerçekliği anlatır gibi yaparlar ama gerçekte kurguladığı hikâyeyi aktarırlar. Gerçek ile kurgu, sahte ile sahih flulaşıp birbirine karışır. Sonuçta ortaya çıkan ürünün kurguladığı yeni anlatı ve oluşturduğu yeni yorum, gerçeğin yerini alır.

The Crown'ın izleyicisi üzerinde oluşturduğu etki de büyük oranda böyledir. Hikâyenin anlatılış biçimi dolayısıyla İngiliz Kraliyet ailesinin fedakârca adanmışlığına acırsınız. Zira The Crown'ın baktığı yerden kraliyet ailesi, ülkesi için monarşinin yükünü çekmek vazifesi ile baş etmek zorunda kalan bir mağdur insanlar kümesidir. Diğer yandan İngiltere'nin eski şaşalı günlerinden eser kalmadığına hayıflanırsınız ve hey gidi "Great" Britain diyesiniz gelir. Hâlbuki sahneler boyu sergilenen görsellik ve senaryonun satır araları sayesinde uyanık bir zihin, kraliyet ailesi için de İngiltere için de hayıflanmaya gerek olmadığını fark edebilir.

Hükümdarlık her zaman kazanmalı


Dizide uyanmamızı sağlayacak birkaç önemli unsur var. İlki "Hyde Park Corner" başlıklı ikinci bölümden bir sahne. Elizabeth, babası Kral VI. George'un ölüm haberini alır ve o esnada İngiltere Milletler Topluluğu'nu kapsayan bir gezidedir. Geziye babasının ricasıyla, eşi Edinburgh Dükü Philip Mountbatten ile beraber çıkmıştır. Diplomatik olmakla beraber egzotik bir tatil havasında geçen gezi, kralın ölüm haberi ile yarıda kesilir. Elizabeth maiyetiyle Londra'ya döner. Daha uçaktan inmeden Elizabeth'e, büyükannesi Kraliçe Mary'den bir mektup ulaşır. Mektup, dizinin kurgusu açısından merkezi bir konumdadır ve ana temayı vermek için icat edilmiş bir metindir.

The Crown'ın bu fiktif mektup ile izleyicisine 'bak' dediği yer, Elizabeth'in -tıpkı babası gibi- aniden 'maruz' kaldığı kraliyet vazifesi karşısında yaşadığı çaresizlik ve çıkmazların; özel hayat ile devletin başı olarak karşılanması gereken vazifeler arasında sıkışmışlığın ne denli çetin olduğudur. Bu fedakârlık tablosunun ardında var olan aslî mesajı görebilmek için spotların parlattığı noktaya değil o spotun kendisine bakmak icap eder.

Mektup şöyle; "(…) Görev seni çağırıyor (...) Halkının senin gücüne ve liderliğine ihtiyacı var (…) Babanın yasını tutarken başka birinin yasını da tutmalısın. Elizabeth Mountbatten'ın yasını. Çünkü artık onun yerine başka biri geçti. Kraliçe Elizabeth. Bu iki Elizabeth sürekli birbirleriyle çatışma halinde olacak. Gerçek şu ki hükümdarlık kazanmalı. Her zaman kazanmalı." Ana Kraliçe'nin torununa verdiği son öğüt çok güçlü; hükümdarlık mutlaka kazanmalıdır! Elizabeth ile birlikte The Crown'ın bu öğüde sahip çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu mektupla oluşturulan havayı, güçlü görsel etki eşliğinde ele alalım. Sahneler boyunca izleyicinin gördüğü -ki bunu görselliğin meşrulaştırıcı, mütehakkim ve muhatabını yalnız yakalayan etkisi bağlamında değerlendirsek iyi olur- parlak kırmızı ceketleri içinde sayısız muhafızlar ve büyük bir görevliler ordusu eşliğinde haşmetli saraylar içinde şaşalı seremonilerin çevrelediği bir hayatı yaşayan İngiltere Kraliçesi portresidir. The Crown'un hikâyesi bir şey söylerken bu söylemin aracısı olan görseller bütünü, tam tersi bir imaj oluşturur. Hatta kraliyetin görkemli var oluşuna dair tüm görsellik, söylemin acındıran pozisyonu ile birleşince, değil sadece İngiltere halkının, yapımcı şirketin 190 ülkedeki abonelerinden milyonlarca izleyicinin de sahipleneceği bir kraliyet portresi oluşturulmuş olur.

Yapımcı, aslında bu konuyu seçmiş olmakla dahi -reklamın iyisi kötüsü olmaz şeklindeki meşhur motto ile beraber düşününce- monarşinin meşruiyetini pekiştirmiş oluyor. Doğu ülkelerindeki hanedanlarla mücadele etmiş bir anlayışın en güçlü temsilcileri olarak İngiliz ve -yapımcı şirket dolayısıyla- Amerikan medyasının, her şeye rağmen monarşinin arkasında durduğu aşikâr.

The Crown'daki İngiliz tarzı monarşiye meşruiyet zemini sağlayan örtük çabanın izlerini çoğaltmak mümkün. Mesela bunlardan biri, Kral VI. George'un ölümünden evvel Elizabeth'in çıktığı Milletler Topluluğu gezisini aktaran sahneler de görülebilir. Bu gezi esnasında Elizabeth, çoğu İngiltere'nin eski sömürgesi olan Milletler Topluluğu ülkelerinde büyük bir taltifle karşılanır. Her ülkede insanlar sokaklara dökülmüş bir şekilde Elizabeth'in ziyaretini kutlamaktadır. Resmî aracın geçtiği yollarda insanlar sevinç gösterileri eşliğinde kraliyete olan bağlılıklarını izhar etmiş olurlar.

Başka bir dikkat noktası da Kenya ziyaretinde kendini gösterir. Elizabeth için yapılan resmi törende, Afrikalı bir kabile reisi de hazır bulunur. Kabile reisi, geleneksel tacını da giymiş bir şekilde Elizabeth'i dinlemektedir. Edinburgh Dükü, kabile reisinin yerel sembollerle süslü gösterişli tacını şapka zanneder. Lakayt ve üstenci bir tavırla sergilenen bu yanlış anlamayı fark eden Elizabeth eşinin yanlışını düzeltir. Ne var ki Elizabeth'in tavrı da tacı benimser ve saygı duyar nitelikte değildir. O birkaç saniyelik karşılaşma anında, hangi tacın 'the crown' ve dolayısıyla makbul olduğu vurgulanmış olur.

Kraliçe hesabını halka değil Tanrı'ya verir

The Crown'ın yapısını sökebileceğiniz bir başka ipucu, "The Act of God" bölümünde belirir. Bu bölümde, sıkıntılı bir dönem yaşayan İngiltere gerçeği karşısında kraliçe, Tanrı'nın kutsal misyonunun taşıyıcısı olduğunu tekrar hatırlar. Zira monarşi Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesidir. Tanrı, yeryüzünü onurlandırmak ve yüceltmek için kraliyet ailesine kutsal bir görev vermiştir. Dolayısıyla monarşi Tanrı'dan bir sözdür. Bu nedenle kraliçe, hesabını halka değil Tanrı'ya verecek olan, Tanrı tarafından kutsanmış bir insandır. Doğal olarak kilisenin başı da kendisidir. Bu bölümden hareketle şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki Leviathan, birçok ülkede başarmış olsa da ana yurdu İngiltere'de din ile devleti birbirinden ayıramamıştır.

Malum, modern siyaset düşüncesinin kurucusu konumundaki İngiliz düşünür Thomas Hobbes'a göre eğer bir siyasal düzen kurulacaksa, bu düzen tabiatüstü güçlere, hayaletlere yahut diğer birtakım manevi unsurlara değil, maddi ve cismani temellere dayalı olmalıdır. Ki bu temel de tamamen fiziksel ilkelere ve kanunlara tabi olan insanın bedensel varlığıdır. Laiklik dolayısıyla her türlü aşkın anlam ve değerin reddi ve monarşi karşıtlığı gibi -Batı'dan yayılan ve istese de istemese de özellikle Doğu dünyasının kabul etmekle beraber uygulaması beklenen ve bir şekilde uygulaması sağlanan- ilkelerin çıkış noktası mekanizmacı dünya tasavvurudur. Dünya üzerinde distribütörlüğünü yaptığı ve gücünü, itibarını borçlu olduğu laiklik ve demokrasi gibi temel ilkelerle çelişmek pahasına İngiltere'de monarşi ve kilisenin başı olarak kraliçe dimdik ayakta durmaktadır. The Crown ise bu durumun somut göstergelerindendir.

Dizinin izleyicisine sunduğu görsellik çok yoğun ve etkileyicidir. Taç giyme merasimi, düğünler gibi kilisenin merkezde olduğu heybetli seremoniler ile o ihtişamlı kraliyet yaşamı izleyicisini büyüler. Kilisenin her an, hayatın pratikleri üzerindeki etkisiyle, hazır ve nâzır bulunduğu gerçeği dizinin merkezi unsurlarındandır.

The Crown'ın kilisenin merkeziliği vurgusu ile yaptığı, 16'ncı Benedictus için yapılan Papalık seçimlerini dünyanın dört bir yanında canlı yayınlayan ana akım medyanın oluşturduğu etkiyi çoğaltmaktır aslında. Hıristiyan dünya ile organik bir bağı bulunmayan Türkiye'deki kanallar dahi yeni papanın seçildiğinin işareti olan meşhur beyaz dumanın çıkışını, adeta ruhani bir tevekkülle yayınlamışlardı zamanında.

İngiltere'de hüküm süren biçimiyle monarşik düzenin meşruiyetini güçlendirmekle kalmaz, kraliyetin konumunu, Tanrısal iradenin tezahürü olduğu vurgusuyla, aşkın bir boyuta taşır dizi. Bu durum, Edinburg Dükü'nün monarşi karşıtı görüşlerinin didaktik bir reddediş ile olumsuzlandığı diyaloglarda sabitlenir. Nihai noktada The Crown, kendi kurgusal öğüdüne bizatihi kendisi uyar ve kraliyet her koşulda kazanır.

Sevim Zehra Can Kaya Kimdir? Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi Sosyal Bilimler'de doktora öğrencisi.

BİZE ULAŞIN