Ayşe Eyyüpkoca Atila: Şule Kala: Eskiden inanıyormuşum, anne olunca iman ettim

Şule Kala: Eskiden inanıyormuşum, anne olunca iman ettim
Giriş Tarihi: 1.3.2021 14:32 Son Güncelleme: 11.8.2021 16:34

Şule Kala'yı geçtiğimiz yıllarda Diyanet TV'de yayınlanan Eksen İnsan programıyla tanıdım. Kendi varlığı içindeki türlü meziyetleri fark etmiş ve her birinin tek tek üstüne gitmiş biri olduğunu ise sonraları daha yakından tanıdıkça fark ettim. Aynı anda birçok işi yapmak pek kolay bir şey değil. Bu yüzden de kıymetli. Hep söylediğim gibi bir annenin, annelik serüveni dışında daha başka bir işe de emek vermesini çok anlamlı buluyorum. Şule Kala, öğretmenlik dışında medya alanında göğsümüzü geren birçok iş yaptı. Bunun hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum. Ama bu söylediklerimden, sadece ev ve çocuk döngüsünde olan kadınları ötekileştirdiğim sonucu çıkmasın. Benim peşinde olduğum tek şey, kadın olmanın getirdiği kimi toplumsal sorunlara, çoluğa çocuğa rağmen bir anlam arayışı içerisinde olan kadınları ön plana çıkarmak. İlgilendiğim asıl şey, Kala ve onun gibi olan tüm kadınların çocuklarıyla beraber içinde bulundukları anlam arayışları. Şule Kala ile bu bakış açısı içinde parçası olduğu ânları ve şimdide kök salma hikâyesini konuştuk.

MEB'de öğretmenlik, annelik, televizyon programcılığı ve EBA'da eğitmenlik. Sizi r öportaj için ilk aradığımda çocuklarınıza banyo yaptırdığınızı ve bana daha sonra döneceğinizi söylemiştiniz. Birçok işi aynı anda yapan kadınlarda en merak ettiğim şey de tam olarak bu aslında. Şule Kala'nın günlük yaşam pratiği nasıl bir döngüde geçiyor?

İçine doğduğumuz toplumu anladığımızda bu sorunun cevabı önümüze düşüveriyor aslında. İlk ve en üst kimliğimiz insandan daha ön plana çıkartılan "kadın" kimliğimiz ile bize sunulan görevler var. Böylece farkında olmadan pek çok şeyi üstlenerek büyüyoruz. Bazıları sahiden bizim seçimimiz olurken, bazıları da seçimimiz gibi görünen zorunluluklar oluyor. Buradan olumsuz bir sonuç çıkarılsın istemem. Hayat bize sunduğu pek çok şeyi sevgiyle kucaklamamıza da vesile oluyor. Benim için öğretmenlik tam da böyle bir şey oldu aslında. 28 Şubat sürecinde dindar bir ailenin kız çocuğu olmak hayatın bana bir getirisiydi. Bu birikimin bir sonucu olarak imam-hatip lisesine gittim. 28 Şubat'ın önümüze koyduğu engelleri o dönemde büyük bir üzüntüyle sırtlanmış olsam da zaman içinde bir nimete dönüştüğünü görmek tesellim oldu. Eğitimim hayalimdekinden farklı bir pencereye açılmıştı. Üstelik yine hiç istemememe rağmen!

Hayalimde her zaman iletişim alanında işler yapmak vardı. Peki, ilahiyat da nereden çıktı? Yurt dışına giderek istediğim bölümü okumak ya da Türkiye'de kalarak ilahiyata razı olmak arasında bir seçim yapmam gerekmişti. Bu seçimi yapma zorunluluğum "başörtülü, imamhatipli" olmamdan ileri geliyordu. Vatanımda kalarak önüme çıkan yolları değerlendirmeye karar verdim. Böylece ilahiyatçı ve eğitimci olmanın kapıları açıldı önüme. Bu birikimin hayatıma kattıklarına paha biçemem. Kimlik dediğimiz şeyin inşası insanın ömrü boyunca sürüyor. Yani şu veya bu kimliğim dediğimde aslında hâlâ süregelen bir yaşam biçiminden bahsediyorumdur.

Hayata kadın olarak merhaba deyişimizin bize sunduğu nimetler ve külfetler var. Sadece biyolojik değil toplumsal kimliğimizle de hayatımızı inşa ediyor oluşumuz bize yepyeni pencereler açıyor. "Cennet annelerin ayakları altındadır" hadis-i şerifine nail olmak ve çocuklarımın kimliğinin inşasında onlara güzel hatıralar, ahlâk mayasıyla yoğrulmuş çeyizler bırakmak en büyük hayalim. Bunun için de her anne ne yapıyorsa, bunu ne kadar istiyorsa ben de onu yapıyor ve istiyorum aslında. Dışardan bakılınca "kariyer" yapan kadınların evreninde "sıradan" kadınların hiçbir telaşının olmadığı düşünülüyor. Bir defasında pazardan çıkmış elimdeki poşetlerle eve gittiğimi gören öğrencilerimin şaşkınlığını anlatayım: "Hocaaaaam! Siz pazara da mı gidiyorsunuz?" Ben "Yaaa, ne sandınız? Evde tuvalet de temizliyor, bulaşık da yıkıyorum." deyince epeyce gülüştük. Elbette hayatımı kolaylaştırabilmek için destek aldığım zamanlar oluyor ama çocukların anneleriyle sıcak hatıralarının çokluğu en büyük övünçtür bence. Her şeye yetişmek ya da birçok işi aynı anda yapan bir sihirbaz gibi görünmek değil amacım. Yorulan, sıkılan, bunalan, hastalanan, koşturan, bıkan ama hayata tutunan, iz bırakan bir anne profili sunmak onlara. Zaten onlar çoğu zaman mutfakta onlara kek, yemek yapan, evde patik ve örgü yelekle gezen, birlikte hamur açıp ekmek pişiren anneleriyle olmaktan mutlular. Çünkü onlar her şeye yetişen değil, onlara umut olan bir anne istiyorlar, her çocuk gibi. Siz aradığınızda da onlara banyo yaptırıyor olmam, her evdeki tatlı telaşlardan biri aslında. Bazen gülüşme bazen didişme ile geçen yaşantımız sadece evinin işleriyle meşgul olan kadınlardan farklı değil. Hatta biliyor musunuz ev hanımının mesaisinin çok daha yoğun ve yorucu olduğunu düşünüyorum. Onlar takdirin en büyüğünü hak ediyor. Bir yönüyle "kadın" olmak aynı anda pek çok işe yetişmek demek. Yaptığımız işler farklı olsa da hepimiz ahtapot gibiyiz.

Türkiye'de medyanın yeni çalışma pratikleri ya da ihtiyaçları nelerdir sizce? Bizim gibi Müslüman kadınlara ne kadar ihtiyaç var bu alanda?

Bizler senelerce televizyonun caiz olup olmadığını tartışırken bu mecra aldı yürüdü. Ortaya alternatif birikimler koyamayınca nesiller boyunca maruz kalınan şeylerin etkisiyle uğraştık/ uğraşıyoruz. Yeni neslin farkındalıkları da beklentileri de çok farklı artık. Onlar dikkat çeken ve kendilerini "eğlendiren!" uyaranları tercih ediyor. O uyaranların başrolündekiler gibi olmak istiyor. Medyanın yenilikleri, pratikleri, ihtiyaçları çok hızlı değişiyor. Ancak burada bize düşen bu değişimlerin hızına alternatif metotlarla uyum sağlama... Hatta mümkünse değişimleri başlatan taraf olmak... Kendi seçeneklerimizi ortaya koymadan olup biteni eleştirmeye hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Kişisel hırslarımızdan arınmış bir üslup ve kimlik ile bu alanda var olmak zorundayız. İşin amacının popülerlik, para ve kariyerden çok daha anlamlı olduğunu önce biz fark etmeliyiz. Bu farkındalıkları da Müslüman kadın/erkek herkesin gücü yettiğince aktarması ve alana katkı sağlaması gerektiğini düşünüyorum.

Neredeyse yaptığınız tüm işlerin ana ekseninde kavramsal olarak insan olduğunu görüyorum. Sorular soruyor, cevaplar arıyorsunuz. Pekâlâ, klasik bir öğretmen olarak yaşamınızı sürdürmek varken neden bu kadar ağır bir taşın altına elinizi koydunuz?

Bu soru önüme gelene kadar taşın ağır olduğunu hiç düşünmediğimi itiraf etmeliyim. Yaşamım boyunca belki farkında olarak belki olmayarak hep sorular sordum, cevaplar aradım. Yaratılmışların en şereflisi olan insanı anlamak, insan kalmaya çalışmak, yolda olmak ve yola iz bırakmak hayalim oldu. Sınıfta yüzü asık oturan bir öğrencime ya da koridorun bir köşesine sinip ağlayan bir çocuğa nasıl duyarsız kalırım? "Peki, görmediklerim ne olacak? Bunun için ne yapabilirim?" sorusu hiç yakamı bırakmadı. Geriye dönüp baktığımda elimden tutan, hâlimi hatırımı soran, bana değer veren hiçbir öğretmenimi unutmadığımı görüyorum. Bunca nimeti bana bahşeden Rabbime şükrümün bir ifadesi olarak elimden geldiğince, gücüm yettiğince, dilim döndüğünce insana, sorularına ve cevaplarına yönelik arayışım devam edecek inşallah.

Farkındalığı oldukça yüksek bir öğretmen olarak Z kuşağı adı verilen zamane gençlerini daha yakından müşahede etme imkânına sahipsiniz. Son bir yıl içinde değişen sosyal, kültürel ve ekonomik yaşam döngülerimizi de hesaba katarak sormak isterim; gerçekten çocuklarımız için endişelenmeli miyiz?

Son bir yılda salgının hayatımıza yön vermesiyle birlikte bu konuya bakışım tamamen değişti. Asıl endişelenmemiz gerekenin çocuklarımız değil, bizzat kendimiz olduğunu düşünmeye başladım. Oturduğumuz yerden onlar için ah vah etmeyi bırakıp "Nerede hata yapıyoruz?" diye sorma zamanındayız. Milattan önce Aristo'nun "Bugünlerde gençler kontrolden çıkmış durumda. Kaba bir şekilde yemek yiyorlar, yetişkinlere karşı saygısızlar, ebeveynlerine karşı çıkıyorlar ve öğretmenlerini sinirlendiriyorlar" cümlelerini ondan daha önce "Günümüz gençleri öyle umursamaz ki, ileride ülke yönetimini ele alacaklarını düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum. Bizlere, büyüklere karşı saygılı olmayı, ağır başlı davranmayı öğretmişlerdi. Şimdiki gençler kurallara boş veriyorlar. Çok duyarsızlar ve beklemesini bilmiyorlar" şeklinde Hesiod dile getirmiş. Tarih değişiyor ama insanın beklentisi, eleştirileri değişmiyor. Buradan varacağımız asıl sonucun "Çocukları kendi yetiştiğiniz çağa göre değil, büyüyecekleri çağa göre yetiştirin" çağrısıyla Hz. Ali'ye kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum.

Annelik, kadına kendini ve çocuklarını korumayı, kurt kapanlarını, tehlikeli olansomut ve soyut birçok şeyi öğretiyor. Çelikleştiriyor yani kadını. Sizin anneliğinizin kuvveti neyledir?

Annelik serüvenimdeki farkındalığım şu oldu: Eskiden inanıyormuşum, anne olunca iman ettim. Bir yavruya can olmak, insan olarak bu hayatta yaşanabilecek en kıymetli mucize anlarından biri. Bu yönüyle "çelikleşmek" deyiminiz çok kıymetli. Ancak "mükemmel anne" olma çabası insanı aynı çelikle döven bir süreç hâline geliyor. Evriliyorsunuz. Hayatta hiçbir şeyin mükemmel olmayacağını anlamak zaman alıyor. Annelik insana "elinden geldiğince" olmanın anlamını öğretiyor. Yüzeysel bir inançtan derinlikli bir düşünme ve iman biçimine geçiriyor. Benim bir kuvvetim varsa o da hayal etmemde gizlidir. Çocuklarıma güzel hatıralarla dolu bir çeyiz sandığı bırakmak ve onların Allah'a ve insanlığa güzellikler katacağı hayaline olan imandır bana kuvvet veren.

Anadolu kadını ile modern kadının "benlik" algısı üzerine kurduğu kadınlığını ve anneliğini nasıl okuyorsunuz? Hiçbir yerde başardıkları yazmayan kadınların haklarını nasıl teslim edeceğiz?

Onların hakkını verecek olan her şeyin sahibi ve en adil olan Allah'tır bence. Modern dünya bizi her nimetin karşılığının bu dünyada alınacağı yanılgısına düşürdü. Bizim göremediğimiz bir sonucun, aslında ortaya çıkmadığını düşünemeyiz. Haklarını teslim edemeyiz çünkü bu bizim haddimize değil. Anadolu irfanına hâkim ve hayat okulundan dereceyle mezun olmuş kadınlarımızın yetiştirdiği evlatların mirasıyla bugün ayaktayız. Gözünü kırpmadan yavrularını cepheden cepheye gönderen o yürekli annelerin ve dahasının hakkını bizim ödeyebileceğimizi düşünmek başlı başına zayıflık göstergesidir. Ama onlardan payımıza düşeni nasıl alırız, derseniz o da nasibimiz ölçüsünde olacaktır. Nasibimizin ne ölçüde olacağı ise peşinden ne kadar koştuğumuzla ortaya çıkar. Her çağın kendine has sorunları, sorumlulukları ve imtihanları var. Anadolu kadınını da modern kadını da kendi sınırları içinde anlamaya çalışmalıyız. Burada sınırlı cümlelerle ve sınırlı birikimimle ne söylesem eksik kalacak. Ancak, kadın her çağda ve pozisyonda kadın... Zaman, mekân ve şartlar ne olursa olsun kadına biyolojik ve toplumsal olarak yüklenen değerler ve sorumluklar pek de değişmiyor. Neşet Ertaş özetliyor sanırım: "Kadınlar insandır, biz (erkekler) insanoğlu."

Kendi anneniz ile kurduğunuz bağ için geçmişinize döndüğünüzde aklınıza gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarınızın sizi hangi imgelerle hatırlamalarını istersiniz?

Kendi anneml ilgili hatırladığım en çarpıcı imge "hayat mücadelesi" oluyor. İstanbul'da sobalı bir evde, beş çocukla eşinin yaşlı babaannesine bakan ve sürekli misafir ağırlayan bir kadın…

Mütemadiyen yemek yapan, çamaşır asan, pazara markete giden bir kadın... Şimdilerde çalışan kadın, ev kadını şeklinde yapılan ayrımın aslında hiçbir kadın için -en azından standart imkânlara sahip hiçbir kadın için- yapılamayacağını o zamanlar anladım. Bizimle oyun oynamaya hiç fırsatı olmadı. Belki kendi de hiç çocuk olmadı. Bu yüzden her insanı kendi yaşam dinamikleri içinde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Annemin hayalini kurup yaşayamadığı her şey için üzülüyorum. Ama iyi ki inancımız var, diyorum. Allah her şeyin mükâfatını verendir. O, evlatlarının ve torunlarının "iyi ki'leri" ile mutlu olmayı biliyor. Çocuklarımla olan iletişimimde ise benim beklentimle hayatın önüme koydukları arasındaki dengeyi bulmaya çalışıyorum. Şartlar ne olursa olsun beni "Bizi çok seven, her koşulda bize destek olan, her fırsatta bize sıkı sıkı sarılan, sadece kendi için değil, sadece çocukları için de değil, hepimiz için yaşayan bir annemiz vardı" diye hatırlasınlar isterim. Hangi anne çocuklarının mutlu çocukluk anılarına sahip olmasını istemez ki? Bende de durum tam olarak böyle sanırım.

ŞULE T. KALA KİMDİR?
1986 yılında İstanbul'da doğan Kala, liseyi Güngören Anadolu İmam Hatip Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara'ya giderek Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Hayalini kurduğu bambaşka bir meslek grubu için Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Radyo TV Sinema okurken evli ve bir çocuk annesiydi. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi'nde Din Eğitimi alanında yüksek lisansını tamamladığında da ikinci kez anneydi. Diyanet TV'de Eksen İnsan (2018 Türkiye Yazarlar Birliği yılın TV programı ödülü), Bize Emanet, Kafama Takıldı programlarını hazırladı ve sundu. 2010'dan beri Millî Eğitim Bakanlığı'nda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeni olarak görev yapan Kala, yazıları ve röportajlarıyla da çeşitli dergi ve gazetelerde yer aldı.

BİZE ULAŞIN