Ekrem Demirli: 'Ben' ve hallerinde dair bazı mülahazalar

Ben ve hallerinde dair bazı mülahazalar
Giriş Tarihi: 11.4.2017 16:14 Son Güncelleme: 11.4.2017 16:14
Ekrem Demirli SAYI:34Nisan 2017
Hümanizmin gelişmesiyle birlikte Hristiyanlık, insan hakkındaki iddialarında büyük başarısızlıklar yaşamış, bilim ve bağımsız düşünce karşısında sürekli zemin kaybederek dinin hayat içindeki inandırıcılığının azalmasına yol açmıştır. Hristiyanlıkta ilk günah ve buna bağlı olarak -inanışa göre- Hz. İsa’nın insanın günahının kefareti olarak çarmıha gerilmesi insan üzerindeki tartışmaların ana çerçevesini şekillendirmiştir.

İnsan kimdir ve herkesin 'ben' diye işaret ettiği şeyin mahiyeti nedir? Çinli bilge Çuang-Tzu'nun bir cümlesi, bu mahiyette bir soru sormanın, ne denli bir çıkmaza sebep olacağının örneklerden biri. Cümle şöyle: 'Bir zamanlar ben -Çuang Çou- düşümde bir kelebek, uçan bir kelebek olduğumu gördüm; mutluydum. Çou olduğumu bilmiyordum. Birden uyandım; kendimdim, gerçek Çou'ydum. Fakat düşünde kelebek olduğunu gören Çou mu, yoksa düşünde Çou olduğunu gören bir kelebek mi olduğumu anlayamadım.' Buna mukabil günlük hayatta insan 'ben' derken veya 'benim' diye neredeyse her şeyi kendisine izafe ederken hiçbir zihinsel çelişki yaşamaz. Öyle ki bizzat kendisini bile kendine izafe edebilir ve yine bir çelişki görmez. Bunun sebebi mülkiyet kategorisinin ayrılmaz niteliğimiz olması mıdır, yoksa benin sınır tanımayan nihayetsiz dünyası mıdır, yoksa günlük hayatta hesapsızca kullandığımız dilin yol açtığı bir düşünme/anlatım sorunu mudur? Her biri dikkate alınabilecek amiller olabilir. Mülkiyet kategorisine derinden aşinayız. Bununla birlikte 'ben' sınırsız bir dünyadır ve düşünmemizi belirsizleştiren dil kaynaklı ciddi sorunlarla malulüz. Burada ana soru şudur: Bütün bu nesneleri ve fiilleri kendisine izafe edebildiğim 'ben' kimdir? 'Ben' denilen şey sahip olduklarından müteşekkil bir şey midir, yoksa sahip oldukları elinden alınsa geride 'ben' diye bir şey kalır mı? Gerçekte 'ben' dediğimiz nedir?

'Ben' üzerinde bir soruşturmayla yahut en azından varlığı hakkında tespitle başlamayan düşünür büyük düşünür değildir! Düşünce tarihine göz atmak bunu anlamamız için yeterlidir. Gerçekte düşünmenin en önemli meselesi insanın kendini bilmesidir. Delphi mabedinin kapısına yazılan 'kendini bil' düsturu farklı dönemlerin izlerini üzerinde taşıyarak ulaştığı Müslüman düşünürlerce yeniden yorumlandı. İslam'da 'kendini bilmek' düsturu dini ahlakın gayesi sayılarak çıkabileceği en yüksek gayeye ulaştı: Kendini bilen Tanrı'yı bildi. Bu meyanda büyük düşünürler önce 'ben'in varlığını ispatlamak istedi. Acaba 'ben' diye taşıyıcı bir cevher var mıdır, yok mudur? Buna 'benim nefsim' veya 'aklım' ya da 'ruhum' ifadelerini daha sonra eklememiz gerekir. İlk soru budur: Ben diye bir şey var mıdır, yok mudur? Gazâlî, Müslüman düşünürler arasında bu soruyu sormada öncelik sahibidir. Türkçeye Hakikate Giden Yol ismiyle tercüme edilen El-Munkızü Mine'd Dalâl adlı kitabına "Yanılıyor muyuz" diye sorarak başlar. Yanılabileceğimiz husus ise; hepimizin rüyada olduğumuz halde kendimizi gerçek varlık olarak algılama ihtimalidir. Herkes bir rüya görüyorsa 'ben' diyebileceğimiz gerçek bir varlıktan söz etmek mümkün değildir. Yani 'ben'i sormayan yoktur. Açıkça sorulmadığı durumlarda bile mutlaka bir gelenek buna yol açmış, geleneğin kurucu ismi tarafından sorulduğu için ihmal edilmiştir. Nazari düşüncenin tarihi 'ben' tasavvurunun tarihi olarak okunabilir. Herhalde düşünürler ile sıradan insan arasındaki ciddi ayrışma burada ortaya çıkar. Günlük hayatta kimsenin tereddüde düşmeyeceği şey, filozofun hemen tereddüde düştüğü meseledir. Sûfi metafizikçiler de hakikat araştırmasında 'ben' sorusunun peşinden gitmişlerdir. Onlar daha sonra; 'Kendini bilen rabbini bildi' yahut 'Rabbini bilen ise kendini bildi' diyerek meseleyi dini hayatın merkezine taşıdılar. Bu noktada dikkate değer hususlardan birisi, tasavvufun iki isimli bir disiplin olmasıdır: Yöntemi bakımından tasavvufa marifetü'n-nefs yani kendini bilmek denilirken maksadı bakımından da marifetullah yani Allah'ı tanımak denilir. Bir ilmin iki isminin olması, 'ben' meselesinin merkezi konu olmasını göstermesi bakımından kayda değerdir. Öyleyse nazari düşüncenin ilk büyük meselesi 'ben'e bir varlık tarzı bulabilmektir.

Âdem'i tanımadan 'ben'e cevap verebilir miyiz?

'İnsan kimdir?' sorusuna, din ilk insandan hareketle cevap verir: İnsan Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. İnsanın Allah'a halife olması Kuran-ı Kerim'de ve öteki dinî metinlerde zikredilen 'cennetteki yaratılış' ile ilgili pek çok konuya gönderme yapan temel bir konudur. Allah göklere ve yere 'emaneti' teklif etmiş, onlar emaneti yüklenememiş, insan onu yüklenmiştir. Dinde insan hakkındaki ilk mesele buradan ortaya çıkar: Allah'ın halifesi olarak insan! Hiç kuşkusuz burada sorduğumuz soruyla ilgisiz görünen bir cevap vardır zannedebiliriz fakat gerçekte dinin verdiği cevap tam cevabını aradığımız soruya verilen bir cevaptır. Çünkü insana halife demek bir tariftir ve bu tarif içinde insanla ilgili pek çok bilgiyi barındıran 'efradını cami' bir anlatımdır. Bu noktada insanın düşünen bir canlı olmasıyla, irade, eylem ve ahlak gibi meseleler dolaylı veya doğrudan gündeme gelir. Başka bir anlatımla dinin ilk insan hakkında bize verdiği bilgiler, mantıksal anlamıyla insan tarifinin kaynağını teşkil eden bilgilerdir.

İlk insan olan Âdem aynı zamanda yeryüzündeki ilk halifedir. Kuran-ı Kerim Âdem ile Havva hakkında pek az bilgi verir. Üstelik verilen bilgiler tarihsel şahsiyetleriyle Âdem ile Havva hakkında mıdır, yoksa 'insan türü' hakkında mıdır, belirsizdir. Bu nedenle sözü edilen ayetleri bütün insanları içerecek şekilde geniş bir zeminde yorumlamak mümkündür. Bu meyanda cennette yaratılmış olmak, meleklerin Âdem'e 'secde etmesi' (daha doğrusu Âdem vesilesiyle Allah'a secde etmeleri), isimlerin öğretilmesi, ilk yasağa karşı gelmesi, şeytan ve onun dürtüleri, cennetten kovulmak gibi bahisler, sadece Âdem ile Havva'ya münhasır kabul edilemez. Bunlar her bir insan için ve her zaman geçerli evrensel varlık durumlarıdır.

Öyle görünüyor ki Âdem ile Havva meselesi doğru anlaşılmadan bir insan tasavvuru ortaya konulamaz. Bunu çağdaş düşüncede dile getirilen 'tarihsel bir varlık olarak insan' veya tarihi gelişim seyrinde insanı tanımak meselesiyle irtibatlı ele almak mümkündür. Bu noktada sadece İslam'ın değil hiç kuşkusuz Hıristiyanların ve Yahudilerin de benzer kaynaklardan tevarüs edilen bir insan tasavvuru vardır. Özellikle Hıristiyanların teolojisi insanın kadim günahkârlığı meselesinden hareketle yüzyıllardır süregelen ciddi tartışmalara yol açmıştır. Hümanizmin gelişmesiyle birlikte Hıristiyanlık, insan hakkındaki iddialarında büyük başarısızlıklar yaşamış, bilim ve bağımsız düşünce karşısında sürekli zemin kaybederek dinin hayat içindeki inandırıcılığının azalmasına yol açmıştır. Hıristiyanlıkta ilk günah ve buna bağlı olarak -inanışa göre- Hz. İsa'nın insanın günahının kefareti olarak çarmıha gerilmesi insan üzerindeki tartışmaların ana çerçevesini şekillendirmiştir. Bu meyanda Hıristiyanlığın tarihi katı bir nefis-ruh yahut beden ve ruh karşıtlığı şeklinde gelişti. Bunun sebebi ilk hikâyeyi bu istikamette yorumlamış olmalarıydı. Çünkü insanın günah işlemesi onun yeryüzüne sürülmesinin sebebiyse, tekrar cennete dönmek ve Tanrı'nın hoşnutluğunu kazanmak da hazlardan uzaklaşmakla mümkün olacaktı. Bu durumda beden ve onun hazları kaçınılması gereken şeyler kabul edilerek Hıristiyan zahitliğinin ana umdesi haline geldi. Günümüzde dindarların dahi üzerinde büyük bir baskı olan bu beden karşıtlığının ilk teorisyenleri Hıristiyan zahitlerdi. Hıristiyanlar çevrelerindeki öteki felsefi geleneklerden ve dinlerden etkilenerek insan ve ahlak anlayışlarını 'çile' ve zahitlik üzerine inşa ettiler. Bu anlayışta insanın ahlaki gelişimi beden ile ruh karşıtlığı üzerine kuruludur. Beden güçlendikçe ruh zayıflarken ruhun yücelmesi ancak bedenin hazlarının terk edilmesiyle mümkündür. Bu hazlar arasında kadının yani Havva'nın ise özel bir yeri vardır. Havva Âdem'in cennetten kovulmasının suç ortağıdır ve özellikle de ondan uzak durmak dindarlığın gereğidir. Hıristiyanlarda kadının gerçek anlamıyla 'adı yoktur.' İslam yeryüzüne yayılmaya başladığında böyle karamsar ve haz karşıtı bir dünya ile çevrelendi. Hicaz'dan Doğu Akdeniz'e yayılırken karşılaştığı ilk büyük sorunlardan birisi bu zahitlik anlayışının çevresindeki din ve ahlak telakkisini belirlemiş olmasıydı. Bu nedenle Müslümanlar bu anlayışın etkisi altında nasları yorumlamışlardır. Bunda kuşku yoktur fakat abartılacak bir şey de yoktur! Bu durum sadece sûfiler ve zahitler için geçerli değildir. Müslüman düşünürler nasları yorumlarken önceki dini geleneklerin etkisinde kalmıştır. Ancak bu etkiyle paralel bir uygulamanın gelişmediğini de söylemek gerekir. Müslümanlar hiçbir zaman 'ilk günah' fikrine yol açabilecek bir anlayış çıkartmadılar Âdem ile Havva hikâyesinden! Bu nasıl olmuştur meselesi üzerinde dikkatle durulması gereken bir konudur. Müslümanlar Âdem'in cennette yaratıldığını, kendisine yasaklanmış ağaca yaklaştığını, bunun neticesinde de Havva ile birlikte cennetten kovulduğunu kabul eder. Kuran'da öteki metinlerdeki gibi ayrıntılı tahliller ve anlatımlar yoktur fakat meselenin şekli kısmı en azından Tevrat'taki anlatımla benzerdir. Bu nedenle Müslümanlar Âdem'in yasağı ihlal etmesini kabul etmiş, sürgünü de bunun cezası saymışlardı. Fakat buradan Hıristiyanlıktaki gibi asli günah fikrinin gelişmemesini nasıl izah etmek gerekir? Öyle görünüyor ki bunun sebebi fiili hayatta dinî hükümlerin Hıristiyan tecrübesiyle ters bir istikamet takip etmiş olmasıdır. Her şeyden önce Hz. Peygamber'in ideal hayatı ilk günah fikrine ve bu fikrin istilzam edebileceği beden-kadın karşıtlığına imkân vermiyordu. Müslümanları Âdem-Havva bahsinde özgün bir yorum geliştirmeye zorlayan şey bizzat Hz. Peygamber'in hayatıydı. Peygamber'in evli olması, dünyayla irtibatı ve benzeri durumlar Müslümanların çevrelerindeki dinî geleneklerin etkisinden sıyrılmasını sağladı.

İnsanı bilen Rabbini bilir

Müslümanlar Âdem'in ağaca yaklaşmasıyla ortaya çıkan 'isyan'dan ilk günah fikrinin doğmadığını anlamışlardı. Bu nedenle sadece Âdem'i masum saymakla kalmadılar; buna bağlı olarak konuyla ilgili anlatılan bütün detayları başka bir istikamette yorumladılar. Her şeyden önce yeryüzü hayatını zindan ve hapis kabul etmek, 'halifelik' ile bağdaşmaz. Erken dönemdeki bazı sûfi gurupları bu konuda yanlış yorumlara sapmış olsalar bile, hâkim anlayış bunu kabul etmedi. Bu düşünce modern çağda dahi anlamından hiçbir şey kaybetmemiştir. Dünyanın zindan olmadığı ve buradaki hayatımızın bir sürgün hayatı sayılamayacağı Müslümanların yeryüzü hayatına bakışlarını şekillendirdi. İbnü'l-Arabi dünyadan söz ederken 'en çok gadre ve iftiraya uğramış annemiz' diye onu yüceltir. Konevi ise sıla-i rahim diye hadislerde geçen ve akrabalık ilişkisini anlatan ahlaki erdemi beden ile ruhun barışması olarak kabul eder. Sıla-i rahim yapmak bedenin haklarını yerine getirmek, onun hazlarını meşru ölçülerde karşılamak demektir. Ona göre; "Bazı filozoflar bedenin ruhun kemale ulaşması için ne kadar öneme haiz olduğunu anlamadıkları için bir beden karşıtlığı geliştirdiler." Gerçekte ruhun ulaşabileceği her kemal bedende bulunmasıyla mümkündür. Bu nedenle olması gereken şey bedenin ihmal edilmesi veya hazlarının düşman telakki edilmesi değil, onun tedbiridir. Bu meyanda İslam ahlakının en önemli kavramı, tedbirdir. Tedbir güçlü bir beden ve ruh teorisinin ana kavramıdır. Ruhumuz veya aklımız bedenimizin hazlarını tedbir ederek onu yönetmek zorundadır, yoksa bedeni terk etmek ve onun hazlarını dünihmal etmek İslam ahlakının gereği olamaz.

Müslümanlar böyle bir nefis-beden teorisini nasıl geliştirebilmişlerdir? Bunun kaynağı hiç kuşkusuz ilk hikâyemizde bulunabilir. Âdem ilahi yasağı ihlal etmiş, 'günah işlemiş' dolayısıyla her insan bu günaha ortak olmuştur. Ancak günah fiilden çok potansiyeldi. Bu nedenle ahlaki anlamıyla bir günahtan söz edemeyiz. Bu günah 'ontolojik' bir duruma işaret eden bir bulunuş halinden başkası değildi. Buna mukabil ilk isyandan sonra insan tövbe etmiş, Rabbine dönmüştü. Bu da bütün insanlar için kuvve halinde bir dönüş demekti. Öyleyse her insan aynı anda günahkâr-tövbekâr olarak fıtrat üzere yaratılmıştır. Ne asli günah var ne doğuştan gelen bir üstünlük, sadece imkândır söz konusu olan! Baştaki hikâyenin böyle yorumlanması İslam'ın 'silm' (sulh) anlamıyla yakından irtibatlıdır. İslam insanın Allah'a teslimiyetidir. Bu teslimiyet ise barışı meydana getirir: Doğayla barış, tedbir edilen beden ile barış, hemcinsleriyle barış!

Çağdaş İslam düşüncesi İslam'ın asırlardan beri işlenen insan teorisinden habersiz kalmıştır. Bu nedenle çağdaş sorunlara güçlü bir cevap verememektedir. Muhammed İkbal, insan teorisini İslam'ın bu ana iddiası üzerinden yeniden inşa etmek isteyen birkaç düşünürden birisiydi. Fakat yine de söyledikleri çok yetersiz kalmıştır. İnsan onun özgün yaklaşımına bakınca, keşke İslam düşüncesi hakkında daha derin birikime sahip olsaydı diye üzülmeden edemez. Böyle bir çerçeve dâhilinde insan ve onun dünyası meselesi ele alınabilseydi, çağdaş dünyanın sorunları karşısında daha muhkem bir tavra sahip olacaktık. İslam'da dini düşüncenin gelişmesi öncelikle insan tasavvurunun yeniden hatırlanmasıyla mümkün olabilecektir: Başlama noktası insandır: 'İnsanı bilen rabbini bilir.'

BİZE ULAŞIN