Ekrem Demirli: Akıl ve Teenni: Tarih derinliğiyle düşünmek veya tarihi çukuruna düşmek

Akıl ve Teenni: Tarih derinliğiyle düşünmek veya tarihi çukuruna düşmek
Giriş Tarihi: 3.1.2017 11:13 Son Güncelleme: 3.1.2017 11:13
Ekrem Demirli SAYI:31Ocak 2017
Tıpkı sönmeye yüz tutan yanardağlar gibi içe kapanan Müslüman toplumların en önemli hatalarından birisi, hali hazırdaki sorunlarla akılcı olarak yüzleşmek yerine, geçmiş nesilleri bazen istihfaf, bazen de yersiz ithamlar ve tamamen duygusal saiklerle yargılamaya teşebbüs etmeleridir.

'Şaşkınlık ahlâk-ı mezmûmedendir.'

Birkaç ay önce vizyona giren bir film turnusol kâğıdı gibi, içimizde kızgınlık, kırıklık ve belki de kinden yana her ne varsa bir anda izhar ediverdi. Film gişe başarısı göstermedi lâkin az sayıda filme nasip olabilecek bir etki yarattı. Bu film etrafında dönen tartışmalara baktığımızda şunu gördük: Biz her ne kadar sık sık ümmetin çokluğundan dem vursak da, kriz anlarında safları sıklaştırmak yerine daraltıyormuş; sayıca çoğalmak yerine azalıyormuşuz. 'Seyretmeden değerlendirebilmek' veya 'okumadan konuşabilmek' diye bir eleştirimiz olduğunu ilan ettik birbirimize yine bu film vesilesiyle. İnsanlar izlemedikleri film hakkında hüküm verirken zihnî ve ahlaki bir çelişkiye düşmeden kendi durumlarını ne garip ki tahkim edebildiler. Tarihten gelen ve bir perspektiften geçirilmeksizin benimsenen yargıların, birer düşünce olmaktan çok, düşünceyi yutan karadelikler olabileceğini müşahede ettik. İranlı ünlü yönetmen Mecidî'nin Hz. Muhammed filmi üzerindeki tartışmalardan söz ediyorum.

Türünün ilk örneklerinden biri olmasının bütün olumsuzluklarıyla malûl olan bu film -en azından Türkiye'de- Şiilik ile Sünnilik arasındaki güvensizliği yansıtan bir ayna oldu. Mevcut güvensizliğin en vahim tarafı ise bir cenahın ötekine göre daha iyi bir durumda olmaması. Benzer bir film Sünni cenahta çekilmiş olsaydı da, İran ve Şii dünyası filmi değil, kendi önyargılarını konuşacak; tarih hakikatin önüne geçecekti. Mısır'da, Pakistan'da, İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde benzer tartışmalar olabilir ve biz, bizleri harekete geçiren en güçlü saikin düşünce değil, tevarüs ettiğimiz 'önyargılar' olduğunu yine öğrenebilirdik.

Tarih ilminin gayesi, insanlara değiştiremeyecekleri geçmişlerini göstermek ve üzerinde durup edimde bulunacakları bir zemin sağlamaktır. Müslüman toplumlarda tarih bilimi geçmişi doğru anlamayı sağlıyor mu gerçekten, bilmiyoruz. Fakat şunu görüyoruz ki, tarih günümüzü ve geleceğimizi öngörmede müspet değil, menfi bir role sahip. En basit meseleleri konuşurken bile tarihin yükü altında kalmak, aklın ayrılmaz özelliği olan 'teenni' ve 'soğukkanlılığı' yitirmek bunun en bariz delilidir. Bu yitirişin en önemli sebebi, Müslüman toplumların uzun yıllardan beri içine kapanarak, rekabeti dışarıdaki değil, içerideki sözde düşmanlarla yürütmeleri ve modern dünyanın meydan okumasına bir cevap üretememeleridir. Mağlup toplumların özelliğidir; içine kapanmak ve geriye kalan güçlerini, toparlanmak için değil de birbirine karşı mücadele için kullanmak! İslam düşüncesi, dıştaki rakibi dikkate aldığı ölçüde başarılı olmuş ve evrensel ürünler ortaya koyabilmiş, çevresindeki farklı inançlar ve kültürlerle mücadele halinde kendi düşünce dünyasını inşa edebilmiştir. Buna mukabil, dış rakibi ve meydan okumayı göz ardı ederek içine kapanan gelenek ve ekoller ise daralmış, etkisizleşmiş ve verimsizleşmiştir. Günümüzde Müslüman toplumların sürekli birbirleriyle didişmesinin nedeni düşünce hayatının dünyadan ve o dünyanın meydan okumasından uzaklaşarak içe kapanması ve artık sadece birbirini rakip görmesidir.

Sorunlardan kaçmak ve gizli-pasif 'tekfir'

Tıpkı sönmeye yüz tutan yanardağlar gibi içe kapanan Müslüman toplumların en önemli hatalarından birisi, hali hazırdaki sorunlarla akılcı olarak yüzleşmek yerine, geçmiş nesilleri bazen istihfaf, bazen de yersiz ithamlar ve tamamen duygusal saiklerle yargılamaya teşebbüs etmeleridir. Müslümanlar yaklaşık üç asırdan fazla zamandır dünyanın 'garipleri' olarak yaşıyor. Değer üretmek, kurumlar teşkil etmek ve evrensel çapta insan yetiştirmek uzun süredir İslam ülkelerinde görülen şeyler değil. Herkeste bunun yol açtığı bir 'suçluluk' duygusu hâkim!

Müslümanlar geçmişteki -göreceli- başarıları ile mevcut 'sefalet' arasında sıkıştıklarında genellikle şöyle bir değerlendirme yapagelirler: 'Önceki nesiller iyi Müslüman oldukları için başarılı oldular.' Bu yaklaşım, İslam olmak ile başarılı olmak, İslam'dan uzaklaşmak ile başarısızlık arasında zorunlu bir ilişki varsayar. Akli bir temeli olmayan bu tarih ve toplum yorumu, Müslüman toplumlarda yaygın olduğu kadar da kötü sonuçlara yol açmış bir okumadır. Bu yaklaşım o denli yaygındır ki, mevcut meseleleri değerlendirebilecek bilgi düzeyinden yoksun insanlar aynı refleksleri verir: 'Böyle Müslüman olmaz', 'İslam böyle değildir,' 'şu grup Müslüman değildir.' Bu tepkiler bilhassa, ahlaki sorunlar ortaya çıktığında, toplumsal ve sosyal başarısızlıklar fark edilir hale geldiğinde, kısaca modern dünya değerlerinin ıskalandığı zamanlarda verilir. Cümlenin arka planında din ile dünyevi başarı arasında var olduğu farz edilen ilişkisi vardır. Dinin insanı muvaffak kıldığı öteden beri kabul edilegelmiştir. Ahlakî veya sosyal-siyasal hayatın çeşitli alanlarında bir başarısızlık varsa, bu dini yaşamdaki zafiyetlere mal edilir. Bununla beraber, bu varsayım bir tekfir iltizam etmiyor olsa da şunu kabul etmeliyiz ki, İslam toplumların kendilerini ve birbirlerini anlamasını engelleyen ve irtibatlarını tezyif eden bu yaklaşımdır. Bu nedenle, bu hükmü bir tür 'pasif tekfir' addedebiliriz.

Bizzat tekfir veya tekfir iması taşıyan cümleler İslam tarihinde her zaman görülmüştür. Evrensellik iddiasında bulunan bir din söz konusu olduğunda, bu şaşılacak bir durum değildir. 'Şaşırmak', öngörüsüzlük kadar İslam tarih tecrübesinden yoksunluğun da alameti sayılabilir. İslam ahlak literatüründe zikredilen insan tiplerine, insanların işledikleri veya işleyebilecekleri günahlara, suçlara bakınca, Müslümanların insan ve hayat hakkında ne kadar derin ve gerçekçi bir fikre sahip olduğunu fark ederiz. İslam aklı insanın yapıp edebileceği hiçbir iyilik veya kötülük karşısında 'şaşırmaz'; hiçbir insan davranışı İslam aklını aciz düşüremez. 'İnsan yeryüzünü kana ve fesada boğabilir.' İnsanın ilk yaratılışında dile gelen ilahi hüküm budur. Müslüman bilginler "Müslüman kimdir", "mümin kimdir", "İslam olmak ne demektir" sorularına bütün bunları dikkate alarak cevap aradı. Bu nedenle günümüzdekinin tarihte karşılığı olsa bile, bu cümlenin kendine mahsus yönleri daha baskındır. Binaenaleyh 'böyle Müslüman olmaz' derken zihnimizde saklı olan 'İslam' ile İslam düşünce hayatında ortaya çıkan tartışmalarda dile getirilen İslam aynı değildir.

İslamiyet'in eskimeyen soruları

İslam düşünce dünyasında yürütülen tartışmalara yön veren en önemli sorulardan biri, Müslüman'ın kim olduğudur. 'İman nedir' ve 'İslam olmak ne demektir', İslam düşüncesinin kurucu sorularındandır. Herkes dindarın iyi bir insan olması gerektiğinde hemfikirdir. Zira dindar olmak 'başkalarına zarar vermeyen, onların iyiliğini düşünen' olmak değilse, dindarlığın ne anlamı olabilir ki? Bu iddia akla makul gelse de, dindar olmak bundan daha fazla bir şeydir ve asıl sorulması gereken soru da bu değildir. Dini düşünce meseleyi ele alırken şuna dikkatimizi çeker: İnsan Müslüman olunca yapıp edecekleri hakkında bir kanaatimiz ve beklentimiz olsa da inançlarıyla bağdaşmayan işler yapanın durumu ne olacaktır? Bir Müslüman başkasını haksız yere öldürmez, kimseye zulmetmez, yalan söylemez, kimsenin malını çalmaz… Peki, akla gelebilecek bütün suçları ve günahları işleyen bir insan İslam dairesinin dışına çıkar mı veya onu bu dairenin dışında çıkartabilecek bir otorite var mıdır? Bu sorular İslam'da dini düşüncenin başlamasına yol açan ilk sorular olduğu kadar, öyle anlaşılıyor ki hiç eskimeyen sorulardır. Hâlen aynı soruları farklı gerekçelerle konuşuyor olmamız, meselenin ehemmiyetini anlatmaya kâfidir. Bu durum gösteriyor ki, insanların dinden beklentisinin çok yüksektir ki; bu da anlaşılır, muteber ve iyi bir şeydir. Dindarlık herhangi bir felsefi düşünce veya ideolojiye mensubiyetten fazlasını ifade eder. Fakat bu beklentinin karşılanmadığı veya büsbütün göz ardı edildiği durumlar ortaya çıktığında ne yapacağız? Sorun burada odaklanır.

Müslümanlar Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra karılaştıkları ilk sorunu aşar aşmaz 'Müslüman kimdir' tartışmasının içinde buldular kendilerini. Tartışmayı başlatanlar Haricîlerdi. Bu tartışma geniş bir zeminde hareket edip, iman-amel ilişkisi meselesine doğru evirildi. İman ve amel tartışması, felsefe tarihinden aşina olduğumuz bilgi, eylem ve ahlak ilişkisi tartışmalarının İslam toplumlarındaki izdüşümüydü. Müslümanlar bu tartışmalarda kendisine referans verilen evrensel mirasa yeni açılımlar getirdiler. Filozofların 'bilgi nedir', 'bilgili insan kimdir' sorularını sordukları bağlamda Müslümanlar 'gerçek Müslüman kimdir' sorusunu soracak, Hicaz'dan gelen miras Doğu Akdeniz'deki kadim mirasa bitişecekti. 'Müslüman kimdir' sorusu hiç kuşkusuz İslam'ın ilk nesli tarafından da sorulmuştu. İslam'ın dinamik varlık anlayışı insanın sürekli bir ahlaki muhasebe içinde olmasını istilzam eder; insanın iyilik ve kötülüğü kadim ve ezeli olmayacağına göre, her iki cihete doğru da değişim göstermek muhtemel, hatta muhakkaktır. Bu nedenle sahabe nesli sürekli nefs muhasebesi içinde yaşamıştır. Hz. Ömer'in, sahabeden olan Hz. Huzeyfe'ye; "münafık olup olmadığını" sorduğu aktarılır. Fakat dikkatimizi çekmesi gereken nokta sahabe devrinde yürütülen bu tartışmaların şahsi hayatla münhasır muhasebe-i nefsin bir parçası olmasıdır. Haricîlerle birlikte tartışma sosyal alana taşınarak 'Müslüman biziz, siz kimsiniz' noktasına vardığında, İslam toplumunda bölünmeler ve fırkalaşmalar kurumsallaştı.

Müslüman tanımı, 'hakikilik' vasfını modern insandan alıyor

Günümüz Müslüman toplumlarda görülen ciddi zihni sorunlardan birisi 'pasif tekfir' diyebileceğimiz, yazıda tasvir etmeye çalıştığımız bu yaklaşımın ve bu yaklaşım ile gelen üslubun toplumsal dile yerleşmiş olmasıdır. 'Böyle Müslüman olmaz' derken bir insan tam olarak ne demek ister? Her şeyden önce, bu hükmü veren kişinin 'iyi Müslüman kimdir' sorusuna verecek açık ve seçik bir cevaba sahip olmasını bekleriz. O fikir nereden iktibas veya istinbat edilmiştir? Meselenin ehemmiyetini idrak ve tehlikesini fark edebilmek için bu sorunun cevabını bulmamız gerekir. Bu bakış açısının öteden beri cari olduğunu söyledik. İslam toplumlarının endüstriyel toplumun hammaddesi haline gelmesiyle birlikte İslam dünyasında gizli-pasif tekfirci dilin güçlendiğini de söylemek gerekir. İslam toplumları kalkınma sorunu mu yaşıyor; hemen o cümleye sığınırız: 'Böyle Müslüman olmaz.' İslam toplumlarında okuma yazma sorunu mu var, hemen o cümleyi söyleriz: 'Böyle Müslümanlık olmaz.' Demokrasi veya başka bir sorun mu var hemen aynı cümleyi tekrar ederiz: Müslüman böyle olmaz.' İslam toplumlarının sıkıntılarını en iyi tahlil eden Mehmet Akif, Muhammed İkbal gibi entelektüellerde bile bu dili görürüz. İmanı paranteze alırsak, ideal Müslüman deyince akla gelen örnekler, Japonlar, Almanlar gibi modern dünyanın kazananlarıdır bu düşünürlerde! Bu eleştirilerde kendini gizleyen 'ideal Müslüman'dır. Mesela sorun okumak yazmak, bilgili olmak ise ideal Müslüman mutlaka okur-yazar, bilgili bir insandır. Sorun kalkınmayla ilgili ise Müslüman olmak zenginliği, başarılı olmayı istilzam eder. Demek ki bu eleştiriler, geçmiştekinin aksine, dini gerekçelerden daha çok sosyal ve siyasal gerekçelerle irtibatlıdır ki, işaret ettiği ideal insan, 'başarılı' insandır. Sorgulamaksızın pek çoğumuzun da benimsediği Müslüman tanımı 'hakikilik' vasfını modern-gelişmiş insan tipinden almaktadır; işin hakikati bu!

Duygusal gerekçelerle teşekkül eden bu eleştirel dilin, hadiseleri doğru anlamaya bir araç olmaktan ziyade, derin tahlillerden kaçmanın bir yolu olduğu açıktır. Bir grup hakkında 'Müslüman değiller' veya 'böyle Müslüman olmaz' şeklinde bir hüküm verdiğimizde, zannediyoruz ki konuşulması gereken konuşulmuş, zaten bir zihin sorunu olmayan bu mesele kapanmıştır. Bu zan ile tam bir idealist körlüğe düşüyoruz. İslam, İslam toplumlarında yoksa nerededir? İslam bir ideal veya bir hakikat ise idealin tikellerinde bulunması icap eder. İbnü'l-Arabi hakikat ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi şöyle kurar: 'Din Allah'ın katında, peygamberin katında ve onun bildirdiğinin katındaki dindir.' İslam'ı savunmak için Müslümanlar ile İslam arasına mesafe koymak, tenzihçi bir söylemle İslam'ı savunmak, 'Müslümanlar kötü, İslam iyidir' demek, mevcut sorunlardan kaçma imkânı verebilir fakat zihinsel dünyaya ise hiçbir katkı sağlamaz. İslam toplumlarının sorunlarını tartışırken daha çok kavram üretmek, daha çok yöntemden yararlanmak ve çok yönlü tartışmalar yapmak zorundayız. Her şeyden önemlisi de artık bütün bu sorunları sadece bir ilahiyat meselesi olmaktan çıkartmalı ve daha geniş bir zeminde ele almalıyız. Bir şeyi ise hiç unutmamak gerekiyor: Günümüz İslam dünyasına gerçek ve insani hikâyeler anlatmaya ihtiyacımız var. İki milyar Müslüman 'İslamsız' yaşamıyor ve İslam ne göklere çekildi ne de tarihte kaldı!

BİZE ULAŞIN