Onuncu yüzyılda ortaya çıkan İhvân- ı Safâ topluluğunu, yaşadıkları dönemde var olan çeşitli bilimlerle ilgili arkalarında bıraktıkları 52 risâleden (Resâilu İhvâni's-Safâ ve Hullani'l-Vefâ) tanıyoruz. Topluluğun kurucularının kimler olduğu, ne zaman ve nerede ortaya çıktıkları, faaliyetlerini nerede
ve hangi tarihlere kadar sürdürdükleri, İslâm toplumunun hangi kesiminden oldukları gibi konular yüzyıllar boyu tartışılmış. İhvân-ı Safâ Risâleleri'nde bile topluluk mensuplarının isimlerinin zikredilmemesi, çalışmalarında gizliliği kendilerine ilke edinmeleri, bilimsel problemleri tartışmak üzere
belirli zamanlarda düzenledikleri toplantılara kendilerinden olmayanların katılamaması bu topluluğun "gizli" bir örgüt olduğu görünümünü veriyor. Bu durum onların kimlikleri ve dolayısıyla Resâ'ilü İhvâni's-Safâ yazarı veya yazarları hakkındaki tartışmaların da kaynağını oluşturuyor.
Topluluğunun üyelerinden sadece şu beşinin ismi biliniyor: Ebu Süleyman Muhammed b. Ma'şer el-Bustî el-Makdisî (el-Mukaddesî), Ebu'l-Hasen Ali b. Hârûn ez-Zencânî, Ebu Ahmed Muhammed el-Mihrecânî (veya Nehrcûrî), el-Avlî (Avfî) ve Zeyd b. Rufâ'a. Makdisî dışındaki dört ismin topluluktaki fonksiyonunun, Makdisî'nin yazdığı risâleleri istinsah edip çeşitli bölgelere ulaştırmak, yazım için bilgi toplamak, periyodik olarak topluluğun kendine has faaliyetlerini konuşmak, düzenlenen toplantıları organize etmek gibi faaliyetler olabileceği anlaşılıyor. Bununla birlikte Cemiyet'in faaliyet merkezi Basra olmasına rağmen Bağdat ve Mısır'da da şubelerinin bulunduğu tahmin ediliyor.
Cemiyetin nasıl üye kabul ettiğine baktığımızda, ancak şahsî ve güvene dayalı temaslarla girilebildiğini anlıyoruz. Grup üyeleri genel olarak yaş durumuna göre tayin edilmiş olan dört dereceden oluşuyor. Yaşlı kesimin bilgilenmeye ve aksiyon almaya kapalı olmalarından dolayı gençler arasında faaliyet gösterdiklerini ve sadece belli bir yaş aralığında üye kabul ettiklerini biliyoruz.
Sembolik ve batın hermenötik
İhvân, Peygamberlerin getirdikleri, meleklerin haberleri, İblis kıssası, Âdem, meleklerin secdesi, misâk, kıyamet, yeniden dirilme (ba's), haşr, hesap, mizân, sırat, cehennemden (ateş) kurtuluş, sevap, cennet, vb. hususların Tevrat, İncil, Kur'an ve diğer peygamberlerin sahifelerinde mevcut olduğunu söyleyerek, bunların varlığı konusunda bir şüphesinin olmadığını açık ve kesin bir şekilde ifade ediyor.
Hedeflerini gizlilik içerisinde gerçekleştirme yöntemini tercih ettikleri için Basralı filozofların, işlerini, fikirlerini ve hedeflerini hakikat kılıfıyla perdelediklerini anlıyoruz. Bu eylemlerinde belki de zorunlu olarak sembollere (remz) başvuruyorlardı. Ancak yine de Risâleler'ini bilimsel kıstasları gözeterek, felsefeyi geçmişin şümullü anlayışı çerçevesinde anlatıp, düşüncelerini satırlar arasına sıkıştırıyorlardı. Bundan dolayı her şeyin te'vil edilerek, her zâhirin de batın olarak anlaşılacağını ifade ediyorlardı.
İhvân'a göre, ayetlerin te'vili dikkat gerektiren bir sırdır ve bunun ilmi de derin bir deniz gibidir. Bu bağlamda İhvan, te'vil yapabilecek olanları, peygamberlerin halifeleri, hadis ehli (rivayet âlimleri), fakihler, zahitler olarak sınırlandırır.
Kur'an'ı mecazî olarak yorumlama yolunu tercih eden İhvân-ı Safâ, şerîatın ruhçu bir açıdan yorumlanması gereğini öne sürdü. Bu konuda onlar, yalnız din kitaplarına bağlı kalmadılar, Kelile ve Dimne gibi Hint kaynaklı kitapları ve Zerdüşt'ün eserlerini de yorumladılar.
Risâle yazarı, kutsal kitaplardaki yaratılış, Âdem, şeytan, bilgi ağacı, haşr, hesap günü, cehennem, cennet gibi bütün metafizik motiflerin sembol olarak alınması ve mecazî şekilde anlaşılması gerektiğini ifade eder. Yalnızca onlar nezdinde böyle şeylere akıl erdiremeyen avâmdır ki söz
konusu olguları sözlükteki maddi anlamlarıyla alırlar. "O, gökten su indirdi" (13 Ra'd, 17) gibi temalar bile onlara göre sembolik anlamda
alınmaktadır; nitekim ayette geçen "su", bu bağlamda Kur'ân demektir.
İhvân-ı Safâ'nın kanaati, dini kanunların, milletlerin ihtiyaç ve mizaçlarına uygun olarak farklı olduğuydu. Tıpkı Mutezîlîler gibi onlar da, yukarıda belirtilen mevzularla birlikte bütün dinî temaların semboller olarak alınması ve alegorik olarak incelenmesi gerektiğini iddia ettiler. Bu çerçevede
onlar, melekler, cin, şeytan ve iblisi tabiat kuvvetlerinin sembolleri olarak açımlardılar. Netice itibariyle olayları ve olguları zâhir ve bâtın ayırımı
kapsamında değerlendiren İhvân için bu yöntem, İhvân düşüncesi üzerinde geniş bir etki bıraktı. Bu hususta onlar, te'vil için bir kapı, kitapları için bir üslup buldular ve te'villerinde sınır tanımadılar. Çoğu zaman İslâm'ın kaynaklarına dayanarak ortaya koydukları düşüncelerinin propagandasını yaptılar. Yayılmasını kolaylaştırmak için, fikirlerini ilim kılıfıyla sundular ve marifet boyasıyla boyaladılar, sembollerle ve işaretlerle göndermelerde bulundular.
Mensupları içerisinde gayrimüslim bulunmayan İhvân-ı Safâ, genelde din, özelde İslam dini hakkında özel te'villere müracaat etmişlerdir. Özel bir misyon duygusuyla yürütüldüğü hissini veren faaliyetlerinde hemen göze çarpan Şiî renkler sadece dramatik bir özellik taşımaktadır; zira bu
özellik onlara kitlelerin duygularını zekice yönlendirme konusunda oldukça yardımcı olmuştur.
Topluluğun yorumlama yöntemini İsmâlîlikle ilişkilendiren Netton'a göre, İhvân'da Kur'an ve İslâmî geleneğin tefsir kavramları, İsmailîlik'in batınîliğiyle hafifçe boyanmıştır.
Dinî metinlerin yorumlanma tekniği
Risâleler'inde Kur'an ayetlerini sıkça zikreden İhvân-ı Safâ, çok sayıda araştırıcının tartışmalı biçimde kendilerine nispet ettiği İsmâiliyye akımının te'vil anlayışına uygun olarak, zâhir ve batın kelimelerinin altını çizmiş ve bu anlayışla ayetleri tefsir etmiş. Her şeyden önce onlar, Kur'an'daki müteşabih ayetlerin ancak kendilerine hikmet verilmiş bilginlerce yorumlanabileceğine inanmışlar ve doğal olarak kendilerini o sınıfın içerisinde görmüşler. Onlar, antropomorfist çağrışımlar yapan ayetleri te'vil hususunda ısrarlı olmuş, "hurûf-ı mukatta"ın gizli anlamlar taşıdığını ima ederek onları yorumlama yetkisine sahip olduklarını izhar etmişlerdir. Genel olarak Kur'an ayetlerine kısa ifadelerle yorum getirdiği görülen
İhvân, nadiren bazı ayetlerin kapsamlı yorumunu yapmıştır.
Şeriatı spirituel bir yaklaşımla açıklayabilmek için Kur'an, mecaz yolu ile tefsir edilmiş. Aynı şekilde tefsirler, din ile alakası olmayan, mesela Kelile ve Dimne adlı eserdeki hikâyelere de tatbik edilmiş. Hatta Goldziher'in ifade ettiği gibi, özellikle hayvanların "sadık safîler" (İhvan-ı Safâ) sıfatı ile avcıların tuzaklarından ve diğer başka tehlikelerden, karşılıklı yardımlar sayesinde, nasıl kurtulduklarını anlatan "Boynu halkalı kumru" hikâyesi, birliğin adının konmasında etkili olmuş olabilir.
Hemen hemen konuyla ilgili tüm araştırmacılara göre "ruhanî rivayetleri" ilk defa "işaret te'viline" uygulayan ekolün ilk temsilcileri, Basra İhvân-ı Safâ'sıdır. Yine, Hintlilerin Pantschaatanta isimli masal kitabını Kelile ve Dimne adıyla Arapça'ya tercüme ederek kendi felsefî teorilerine göre te'vil eden de yine bunlardı. Onların üzerinde en çok özen gösterdiği şey, İslâmî rivayetleri kendi hedefleri ışığında te'vile tabi tutmaktı. Onlar, naslarda yer alan ve insanların kapasitelerine göre farklı idrak ettikleri kıssaların kapağı altında çok yüce hakikatler buluyorlardı. Yine, kimi zaman duyusal idrak, kimi zaman da rivayet ve nakil yoluyla ulaştıkları şeylerin hakikatine karşı da bir yandan derin gözlem ve araştırma, öte yandan da bâtınî keşif yöntemini uyguluyorlardı.
Sırrı koruma ilkesi
Hakikatin bilinme süreci ve aşamaları, onlara göre, insanlara bahşedilen ya da kendilerinin elde ettikleri kapasite ve yeteneklere paralel olarak değişen bir süreçtir. Bu farklılık, Goldziher'e göre, dini hakikatlerin anlaşılmasında da basit, olgunlaşmamış idraklerin salt maddî algılayışlarıyla, olgunluğun zirvesine ulaşmış kâmil insanların hakikatleri felsefî kalıplar içerisinde derinliğine anlayışları arasında da aynen geçerlidir.
Onlar, üstü kapalı ifadelerin altında yatan hakikatleri ve kendilerini kuşatan sufî gizemciliğinin labirentlerinde kaybolmadan dolaşmanın yollarını biliyorlardı. Bununla birlikte, bilmecemsi ve çözümü oldukça zor bir anlatım üslubu kullanmakta sufîlerden aşağı kalmıyorlardı. İslâm'da kelâmî düşüncenin başladığı günden beri çok tartışılan meselelerden biri olan "Allah'ın görülmesi" meselesinde, "ru'yetullah" tabirini, salt sözcüklere dayalı bir tezle şöyle yorumluyorlardı: "Allah'ın görülmesi, nurun, nurla, nur için, nurda ve nurdan görülmesidir."
Bu türden ifade kalıpları ve mazmunlar, sufîlerin kitaplarında sık görülen şeylerdir. Bunlar, Arap dilinde harf-i cerler kullanılarak yapılan artistik gramer jimnastiğidir. Ve toplumdan "rızaya ermiş" ve marifette zirveye ulaşmış yetkin insanlardan başka kimselerin bu türden şeyleri anlamaları mümkün değildir. İhvân-ı Safâ'nın müteaddid olarak dikkat çektiği "sırrı koruma ilkesi" uyarınca, kendisine nasip verilmemiş kimselere ya da bu konuda yeterliliğini ispatlamamış kimselere bu bilgiyi vermekten kaçınıyorlardı. Onlar şöyle diyorlardı: "Bu sırrın sadece bir boyutunun ima ve ona bir şekilde işaretle yetinmek istiyoruz. Çünkü yüce Allah'ın şu sünnetine tebean onu açıklamak caiz değildir: 'Allah dilediğini dosdoğru yola ulaştırır.'" Aynı cildin 98. sayfasında şöyle denilir: "Ey kardeş, anla işte bu işaret ve uyarıları. Ve buna benzeyen şeyleri bununla kıyaslayıp sırrı ifşa etme..." Yine onlar bir başka yerde şunları söylüyorlardı: "O (yani harfler ve sayısal semboller) gizlenmiş sırdır. Onları Allah'ın ihlaslı kulları dışında herkese öğretmek doğru değildir. Bu işaretlere delalet eden harflerden bir kısmını burada andık. Onlar Kur'an'ın sırrıdır. Açıklanması caiz değildir. Çünkü hakimler ve peygamberler buna izin vermemişlerdir."
"İster Tevrat'a ister İncil'e ve isterse Kur'an'a inansın"
Bu da onları en büyük tarafa, Kur'an ve hadisteki dinî kıssaları te'vil yoluyla yorumlamaya yöneltiyordu. Onlar şunu diyorlardı ki: "İyi bil ki, ilâhî kitapların indirilişi zâhirî bir üslupladır. Onlar, okunan ve işitilen sözcüklerden oluşmaktadır. Bu zâhirî sözcüklerin bâtınî te'villeri vardır. Bu anlamlar da
mantıkî ve anlaşılabilir anlamlardır. Böylece şeriat kurucular bu sözcükler ve anlamlar üzerine kanun koyuyorlar. Konulan bu kanunların da açık ve zâhirî hükümleri, onları dünya hayatında uygulayan insanlar için dünyevi bir kurtuluştur. Onların gizli bâtınî sırları da onu bilen kimseler için uhrevî bir kurtuluştur. Kim ilahi kitapların anlamlarını kavramayı başarır, şeriatların sırrı kendisine bildirilir, sünnet-i hasene ile amel etmeye çabalar, adil bir yol izlerse, bu özellikleri taşıyan nefisler cesetten ayrıldığı zaman, cennetlerin (sekiz kattır) kendilerine açıldığı meleklerin rütbesine yükselir.
Uzunluk, genişlik ve derinlik gibi üç boyuttan oluşan maddi varlığından kurtulur ve her biri yer ve göklerin yüz ölçümü kadar olan sekiz katlı cennetin tüm derecelerine kanat çırpar. Kim de bu sırrı bilmez ve söz konusu gizli manaları anlamaya irşat edilmez, lakin şeriatın zâhirî hükümleriyle amel eder, sünneti yaşar, adalete muvaffak olursa, bu nefisler de cesetten ayrıldıkları zaman, insan suretini muhafaza ederek kendisi lehine izin verilinceye kadar sırat-ı müstakim üzere kalır."
İhvân-ı Safâ, işaret tefsirini sadece kıssalarla sınırlı tutmadı, dinin ibadet ile ilgili alanlarını da bu tefsir çerçevesinde yorumladı. Farzlar, hadler ve cezalar hakkında şöyle düşünüyorlardı: "Peygamberlerin haberlerinden kendilerine ulaşan şeyler, şeriatlerinin hükümleri arasında yer alan hadler,
para cezaları ve ölçüler... Bütün bunlar nereden gelip nereye gittiğinden gafil olan nefse birer nasihat ve hatırlatma vesilesidir, tıpkı farzların belli sayılarda oluşu, peygamberlerin hükümlerinin belli şartlar üzere oluşu, onların terbiye ve talimi için özel vakitlerin seçilmesi, muhtelif kıblelere
yönlendirmeleri, belli kurallarla ibadet edilmesi gibi. Bu kimse ister Tevrat'a ister İncil'e ve isterse Kur'an'a inansın!"
* Prof. Dr. İ stanbul Üniversitesi, İ ilahiyat Fakültesi, Felsefe Tarihi Ana Bilim Dalı