Birol Biçer: SOLUN BAŞI SAĞ OLSUN

SOLUN BAŞI SAĞ OLSUN
Giriş Tarihi: 22.3.2024 12:34 Son Güncelleme: 22.3.2024 12:41
Şöyle bir soru sorulur yıllardır: “Türkiye’de sol var mı?” Kendisi de sol kökenli araştırmacı-yazar Murat Belge’nin bir söyleşisinde bu soruya verdiği cevap oldukça manidar: “Türkiye’de sol olup olmadığı öteden beri bir tartışma konusudur. Bu soruya evet diyebilmek zor. Bence, ‘hiç yoktur’ denemez ama çok ters yerlerde çok ters işler yapan bir sol var.” Şahsen benim bu soruya verdiğim cevap uzun yıllardan beri değişmedi. Bana göre Türkiye’de solun en büyük başarısı, var olduğuna inanmak ve birilerini de buna inandırabilmek. Doğrudur, görünüşte sol var; hatta bir değil birçok sol var. Ama zarf kadar mazrufun da bir ismi, içeriği, hedefi, tutarlılığı olsun. Bana kalırsa Türkiye’deki bütün solcuların sorması gereken öncelikli soru şu olmalı: “Neden toplumun meseleleriyle ilgilenmiyoruz?”

Dünyaya lazım olan gerçek bir sol

Dünya'da küresel boyutta yayılan ciddi sorunlar var. Bunlardan biri vahşi kapitalizmin küreselleşmesi. Buna bağlı olarak temayüz eden diğer bir sorun gelir adaletsizliği ve eşitsizliğinin her geçen yıl daha vahim bir duruma gelmesi. Gelinen durumda dünya üzerinde yüzde 10'luk bir kesimin sahip olduğu servet geri kalan yüzde 90'ınkine eşit. En zengin yüzde 1'lik kesim ise yeryüzündeki servetin yüzde 50'sini elinde bulunduruyor. Yine vahşi kapitalizme bağlı olarak müzminleşen bir diğer küresel sorunda kaynakların sömürüsü, doğal varlıkların ve dengenin tahribatı. Aynı illetin bir başka yansıması olan sömürünün ise yeni sömürgecilik şeklinde devam ettiği, yoksul ve güçsüz ülkeleri/halkları mağdur etmeye devam ettiği açık. Gelişmiş
ülkelerle dünyanın geri kalanı arasındaki uçurumun yol açtığı göç ve iltica akınları da bir başka mesele. İnsan hakları ve demokratik haklar açısından
bakıldığında toplumlar arasındaki uçurumun derinleştiği görülüyor. Bu listeyi uzatmak mümkün. Kapitalizme boyun eğmiş ideolojilerin bu sorunlara karşı sesini yükseltmesi pek mümkün görünmüyor. Söylem temelinde bakıldığında tüm bu meseleler sol olarak nitelendirilen ideolojik yelpazenin ana mücadele alanını oluşturuyor. Mantıken bakıldığında böyle bir dünyada sol söylemin ve hareketlerin coşmuş olması beklenir ama somut
manzaraya bakılınca tam tersi bir görüntü hâkim. Birkaç Güney Amerika ülkesi hariç sol diskur da siyasi oluşumlar da küresel ringde havlu atmış gibi görünüyor. Oysa dünyanın vahim manzarası gerçek bir solu elzem kılıyor.

Eskisinden çok farklı bir sol kurgulanıyor



Sol denilince aklıma ilk olarak emperyalizme direniş, anti-kapitalizm, sosyal adalet, siyasi ve ekonomik gücün toplumda toplanması, toplumun kendi kaderine yön vermesi, eşitlikçilik, demokratik değerler, gelir adaleti gibi kavramlar geliyor. Ama ne bizde var olduğu iddia edilen solda, ne de dünyadaki sol mahfillerde artık bunların çoğu dile getirilmiyor bile. Belki olsa olsa marjinal hareketlerin afişlerinde "kahrolsun enperyalizm" türünden sloganlardan ibaret kalıyor. 1960'lar ve 70'lerin sol hareket dalgasının esintileri durulduktan sonra daha Soğuk Savaş bitmeden küresel anlamda yeni bir sol diskur kurgulandı ve bu alanda yer alan grupların bambaşka dertleri var. Bu yeni sol 20. yüzyılda gördüğümüz hareketlerden eylem ve söylem anlamında oldukça farklılık gösteriyor. Artık komünizm, sosyalizm, sosyal demokrasi, Marksizm, Leninizm, Troçkizm, anarşizm ya da sendikacılık sesleri çok daha az duyuluyor. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte kapitalizmin küreselleşmiş olmasının, hatta vahşi liberalizmin neredeyse büyük komünist devletler tarafından bile benimsenmiş olmasının etkisi yadsınamaz bir gerçek. Ama bir başka gerçek de sol hareketlerin ve söylemin bambaşka temalar üzerinde yoğunlaşacak şekilde çeşitlenmesi ve kurgulanması da bu gerçekliğin bir başka cihetini teşkil ediyor. Öncelikle bu yeni sola dâhil olan grupların davaları geniş değil, belli temalar halinde daha dar bir kapsamda seslendiriliyor. Toplumsal sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmak isteyen, servetin eşit dağılımını hedefleyen, emek-sermaye çatışmasında emekçi sınıfı önceleyen klasik Sol yaklaşım artık oldukça demode kalmış görünüyor.

Solun yeni tezahürleri


1960'lardan itibaren dünyada hızlı bir eğişim ve dönüşüm yaşanmaya başladı. Bu dönüşüm toplumsal hareketleri de derinden etkiledi ve büyük bir çeşitlenmeye yol açtı. 60'lı yıllarda hakim olan öğrenci hareketleri, yeni sol anlayışı ve sivil haklar konusundaki yaklaşımların ardından 70'li ve 80'li yıllarda barış, çevre, feminizm, insan hakları ve LGBT gibi çoğunlukla kimliğe dayalı, sınıf temelli olmayan çeşitli hareketler ön plana çıkmaya başladı. Solun varoluşunu borçlu olduğu asli meselelerine çözüm aramak yerine minimalist konuları dert edinen bir eğilime evrilmesinde II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş'tan sonra ortaya çıkan uluslararası jeopolitik kurgunun yanı sıra toplumsal yapının değişiminin de kuşkusuz önemli bir rolü olduğu söylenebilir. Beat kuşağı ve Hippi hareketinden sonra zuhur etmeye başlayan bu yeni sol kapsamına giren hareketlerin bir kısmını artık doğal dengenin korunması, kaynakların tüketiminin azaltılması, küresel ısınmanın önlenmesi ve nükleer enerjiden ya da fosil yakıtlardan vaz geçilmesi için bilinçlendirme çabalarında bulunan çevreci ve yeşil politikaları benimseyenler temsil ediyor. Bunlara paralel olarak bazı hareketler feminizm ya da LGBT kapsamına giren onlarca belki yüzlerce cinsel eğilime özgürlük yolunun açılması için mücadele ediyor. Batı'da ses getiren ve gençler arasında yayılan Woke (Uyanma) hareketi de son dönemin en ses getiren hareketlerinden biri ve bazı düşünürler tarafından sol hareketler arasında sayılıyor, hatta solun en yeni görünümü olarak tanımlanıyor. Özellikle ABD, Birleşik Krallık ve Fransa'da klasik solun yerini, 2000'li yıllarla birlikte ABD akademisi tarafından geliştirilen Woke ideolojisinin almaya başladığı ileri sürülüyor.

"Son kullanma tarihi 1960'larda sona ermiş bu söylemi yenilemeliyiz"



Sol düşüncenin içeriğinin küresel çapta bu denli değişmesinin altında yatan sebepleri sayanlar pek çok etkene işaret ediyor. Şahsen bende en çok merak uyandıranlardan biri solun artık nedense kapitalizmi ve sınıfsal çatışmayı öncelemeyen hareketler şeklinde zuhur etmeye başlaması. Bu hususta Fransız filozof ve sosyolog Bruno Latour'un bir tespiti bana oldukça ilginç ve fikir verici geliyor. Sol zihniyetin başta Avrupa olmak üzere küresel çapta gerilemesine ve yön değiştirmesi konusunda yaptığı bir yorumunda şöyle diyor Latour: "Solun geleneksel meseleleri halen önemini korumakla birlikte bugün her şeyden önce ekolojik kriz başta olmak üzere günümüz dünyasının sorunlarını çözebilecek beceriye sahip bir sol düşünebilmemiz gereklidir. Sınıf mücadelesi artık birkaç on yıl önce taşıdığı anlamı taşımıyor. Antikapitalizm ise tipik bir 20. yüzyıl efsanesidir ve tamamen ütopiktir." Latour solun gerilemesinin başlıca sorumlusunu "sol entelisanjiya" olarak gösteriyor ve solun durgunluğunun mesulü olarak günümüzde "hiçbir şeyin değişmediği" ve karşılaştığımız sorunların çözümlerinin geleneksel Marksizm'de bulunduğu düşüncesini sürdürmekten zevk alan sol aydınları suçluyor ve şöyle diyor: "Gerçekte sol, bu kurguya dayanarak her şeyi yüz üstü bıraktı ve üretim anlayışının büyüsüne kapıldı ama bunun gerekçeleri artık geçerli değil. Dolayısıyla bu söylemi hızla yenilemeli ve son kullanma tarihi 1960'larda sona ermiş bir sosyolojiyle yaşamaktan vazgeçmeliyiz."

"Toplumsal meseleden (sosyalizmden) uzaklaşmış bir ideoloji"



Tel Aviv Üniversitesi'nden Shlomo Sand, ülkesi İsrail'in Filistin halkına yapığı zulmü eleştiren ve Yahudi Ulusu Nasıl İcat Edildi adlı bir kitaba da imza atmış bir çağdaş dönem tarihçisi. Entelektüel, Marksist ve anti-Siyonist bir İsrailli solcu olan Shlomo Sand'in ilginç bir kitabı daha var: A Brief Global History of the Left (Solun Kısa Küresel Tarihi) adlı bu kitapta Sand da yukarıda saydığımız gerekçelere paralel açıklamalarda bulunuyor ve kendi adına özellikle son yıllarda dünyadaki sol hareketlerin trajik bir tutarsızlığa kapılarak "neredeyse tamamen solun ana meselesi olan toplumsal davadan (sosyalizmden) sapmış olmasından" üzüntü duyuyor. Kitabının tanıtım metni ise sol ideolojiler ve hareketlerin dünya genelindeki gerileyişini ifşa eder nitelikte: "Sol'a neler oluyor? Yavaş bir ölümün pençesinde can çekişir gibi görünüyor. Pek çok düşünür onun sonunun geldiğine dair tahminlerde bulundu ama sol her zaman bu kasvetli tahminlere meydan okudu ve en beklenmedik şekillerde küllerinden yeniden doğdu. Bununla beraber bugün soldaki örgütlü hareketlerde küresel bir düşüşe tanık oluyoruz ve toplumsal mücadeleler hâkim siyasi rejimlere meydan okumaya devam ederken, bu çabalar geleneksel sol partilere destek veya solda dinamik hareketler yaratılmasına dönüşmüyor." Shlomo Sand'in Haaretz gazetesine verdiği röportajda başlığa çekilen cümleleri ise daha çarpıcı: "Küresel sol can çekişiyor. Onunla birlikte eşitlik miti de…"

Türk solunun din algısı

Bana kalırsa dünyada ve bilhassa ülkemizde solun kendi ayağına sıktığı en büyük kurşun Karl Marks'ın "Din toplumların afyondur" sözünün yine sol
tarafından bağlamından kopuk olarak algılanışıdır. Çünkü Karl Marks bu sözü aslında laikliği dine karşı yorumlayan hocası Bruno Bauer'e karşı dinin olumlu işlevini tasdik anlamında kullanır. Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı çalışmasında bu sözü şöyle kullanır Marks: "Din ezilen insanın içli
hüznünü, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, ruhun dışlandığı toplumsal koşulların tinini oluşturur. Din, halkın afyonudur." Kendisi de Yahudiliğe mensup olan Marks bu sözü dinin baskı, zulüm, yoksunluk ve sömürüye karşı teskin edici gücüne atıf maksadıyla yapar. Ancak komünist ve sosyalist ideoloji mensuplarının bu konudaki yaklaşım ve uygulamaları genellikle bu sözün kastettiği manayı "dinin uyuşturucu" işlevi gördüğü şeklinde olmuştur ki bu da dünya genelinde tüm dinlerden dindarların bu ideolojilere mesafeli ya da karşı durmalarına yol açmıştır. Türkiye'deki solun da birkaç istisna hariç aynı hataya düştüklerini görürüz. Üstelik bugüne dek bu anlayış doğrultusunda halka karşı uygulanan politikalar aradaki bu mesafenin kapatılmasını son derece güçleştirmiştir. Bu olumsuz durumu aşma ve bu vahim hatayı giderme yolunda adım atma görevi öncelikle solun kendisine düşüyor. Ancak sadece lafta kalan din ve gelenek olumlamalarıyla ya da seçimden seçime depreşen Cuma ve bayram namazına gitmelerle bu mesafenin kapatılmasını beklemek de kendini kandırmaktan başka işe yaramaz.

Sekülerlik tutkusu ve İslam alerjisi Filistin davasından da uzaklaştırdı


İsrail'in Gazze'ye yönelik insanlık dışı saldırıları ve katliamları sürerken Türk solunun tepkileri son derece cılız kaldı. Oysa bir zamanlar solcular Filistin'deki sadece insani drama tepki göstermekle kalmaz, Filistin davasını herkesten çok benimserdi. Hatta zamanında birçok solcu militan Filistin'deki kamplarda eğitim görür ve Filistinli direnişçileri kendilerine direniş örneği olarak alırdı. Sol ile beraber bu yaklaşım da son yıllarda hızla değişti. Zamanla solcular İsrail'in Filistin'e saldırılarına ve Filistin davasına giderek tepkisizleşmeye başladılar. Özellikle Türk solunun kendisi için bir zamanlar kült ve eğitim sahası olan Filistin davasına bakışı 2000'lerden itibaren ciddi değişime uğradı. Türkiye'de sol, Filistin direnişini bir zamanlar emperyalizme ve sömürgeciliğe kafa tutuş olarak görüyordu. Oysa günümüzde Hamas ve İslami Cihat gibi örgütlerin bu direnişi bir din çatışmasına dönüştürdüğünü düşünme eğilimi ağır basıyor. İslami tonlamaları nedeniyle Filistin davası için mücadele eden böyle örgütlere mesafeli duran Türk solu haliyle laiklik hassasiyeti nedeniyle emperyalizme direnişin laboratuvarı olarak gördüğü Filistin'e ve buradaki zulme de giderek yabancılaşıyor görünüyor. 2016'da yazdığı bir makalesinde bu duruma temas ederek "Amerikan emperyalizmine ve bölgedeki jandarmasına karşı kim direniyorsa, ben onu desteklerim. Müslüman veya Budist olması hiç beni ilgilendirmez." diyen yazar Roni Margulies'in bu duruma tepki gösterdiği satırları oldukça ibretlik: "Filistin hareketinin başını Hamas çekmeye başladığından beri, solun Filistinlilere desteğinde bir azalma oldu. Hamas Müslüman bir örgüt olduğu için ve Türk solu büyük ölçüde Kemalist ve anti-Müslüman olduğu için… Böyle saçmalık olmaz!"

Solun yerlilikle imtihanı


Türk solunun son birkaç on yılda büründüğü baskın imajın ana unsurlarını sıralayacak olsam sanırım şöyle bir tasnifte bulunurdum: Kemalizm, Ulusalcılık, 28 Şubatçılık, İslam karşıtlığı ve son olarak yabancı düşmanlığı. Tüm bu unsurların ortak paydasını milliyetçilik oluşturuyor. Bu bakımdan solun "milli ya da milliyetçi" damardan tamamen yoksun olduğu söylenemez ama aynı zamanda bu özelliğin, yeri geldiğinde kendi milletinin bir kısmını ötelemekten, hor görmekten çekinmeyen oldukça arızalı bir damar olduğunu da es geçmemek gerekiyor. Bu, yakın tarihimizde örneklerini gördüğümüz, hatta günümüzde de baskın olan bir maraz. Bir başka maraz ise yerlilik meselesi. Arızalı da olsa milli bir damar bulunmakla birlikte konu yerlilik meselesine gelince iş daha vahimleşiyor. "Türk aydını iki yüzyıldır kendi aklını değil, Avrupalının aklını kullanmayı aydınlanma sanıyor!" diyen şair İsmet Özel'in bu bağlamda Marksist entelektüellere getirdiği başlıca tanımlardan biri "yerli olma melekesinden yoksun" olmaları. Evrensel olma iddiasındaki sol yerlilik konusunda bir usul ya da üslup geliştiremediği sürece yabancılaşıyor. Bu bakımdan özellikle sağ cenahtan Türk solunun nasıl göründüğünü yine bir solcu olan Tanıl Bora'nın "Solun Yerlilikle İmtihanı" adlı makalesinin girişinden okuyalım: "Türk sağının Türkiye soluna en cân-ı gönülden yönelttiği ve en inandığı eleştirilerinden biridir herhalde: 'yerli olmamak', 'memleketten kopukluk', 'ayağını bu topraklara basmamak'... Bu itham, en yumuşağından, solun sahici olmadığı imasını taşır içinde; sol, belki 'iyi niyetli' olsa bile, nakilcidir, kitabidir... giderek taklitçidir, züppedir."

Muhafazakâr/dindar solculuk olur mu, olmaz mı?



Ülkemizde dindarlık, mütedeyyinlik, muhafazakârlık çoğunlukla sağ ile ilişkilendirilir. Ancak son yıllardan tıpkı 60'lar ve 70'lerde bazı Ortadoğu ülkelerinde görüldüğü gibi "muhafazakâr solcular", "Müslüman solcular" da ortaya çıkmaya başladı. Haliyle Müslümandan, muhafazakardan solcu olur mu, olmaz mı meselesini gündeme getirdi. Her ne kadar solculuk ırk-milliyetcinsiyet- din-etnisite gibi özellikleri dışlayarak soyut bir insan kavramını merkezine alsa da acaba bunlardan muaf kaç insan vardır dünyada? Dolayısıyla solculuk içine giren ideolojik doktrin ve uygulamalar ister istemez her toplumun kendi kültür ve kimliğine göre az-çok şekillenir. Solcular çoğunlukla insana ait bu kimlikleri göz ardı etse de ya da sağ kanattakiler solu materyalizm ve ateizm ile özdeşleştirseler de neticede asıl olan tanımlamalar ve kuramlar değil, ilkeler ve bu ilkelerin insanlar tarafından savunulabilir olup olmadığıdır. Bana kalırsa "Müslümandan/ muhafazakârdan solcu olmaz" önermesi en az "Müslümandan/muhafazakârdan ancak sağcı olur" önermesi kadar saçmadır. Mesele gerçekten sosyal adaleti ve eşitliği sağlamaksa, sınıfsal farklılıkları düzeltmekse, gelir dağılımını hakkaniyetli yapmaksa, tahakkümü ortadan kaldırmaksa, sömürgecilik biçimlerine direnişse, emperyalizmi durdurmaksa, küreselleşme adı alındaki tahakkümü reddetmekse, zorbalığa kafa tutmaksa, insanların doğal haklarını korumaksa Müslümanlar kadar herhangi bir dinin mensupları ve muhafazakârlarının da genelde solculara atfedilen bu yaklaşımları benimsemesi mümkündür. Yeter ki sol denilen şey temel ilke ve hedeflerini gözetsin, sol gösterip sağ vurmasın, özgürlük gösterip esaret dayatmasın, hak hukuk gözetsin.

BİZE ULAŞIN