Ulvi Alacakaptan: DÜNYADAKİ SOSYALİST HAREKETLERDE MİLLİ CEPHE VAR, BİZDE YOK

DÜNYADAKİ SOSYALİST HAREKETLERDE MİLLİ CEPHE VAR, BİZDE YOK
Giriş Tarihi: 18.3.2024 10:37 Son Güncelleme: 18.3.2024 10:38
1969’da Dostlar Tiyatrosu İşçi Kolu’nda tiyatroya başlayan, sadece sahne önünde değil, perde arkasında da emek veren, o tarihten beri sahnelerden inmeyen başarılı sanatçı Ulvi Alacakaptan, sayısız oyunda birçok usta isimle sahne almasının yanı sıra Marksizm’i çok iyi bilen, o dönemler meydanlarda da boy gösteren sıkı bir solcu. 35 yaşını “dönüm noktam” diye tabir ediyor çünkü bir tiyatro turnesinde kutladığı o yaşla beraber İslam’la tanışma hikâyesi başlıyor ve bildiği hayatı, sosyal çevresini geride bırakarak bambaşka bir yaşam şekline yöneliyor. Usta sanatçı Ulvi Alacakaptan ile sol bir çevrede tiyatro yaptığı zamanlardan İslam ile tanıştığı günlere, Türkiye’de solun dün ve bugünkü sorunlarından solcuların neden küçük mahallelere sıkıştığına kadar pek çok konuyu konuştuk.

Küçük yaştan beri tiyatronun içindesiniz ve sol bir gelenek içinde büyüdünüz. Nasıl bir ortamdı yetiştiğiniz yer?

Ben Dostlar Tiyatrosu İşçi Kolu'nda başladım tiyatroya. Çok enteresan bir topluluktu çünkü İstanbul'daki ve Türkiye'deki sendikalı işçiye oyun oynamak üzere kurulmuş profesyonelliğin yasak olduğu bir gruptu. Orada birçok tiyatro dersinin yanında Marksist felsefe dersleri de aldık. Benim duygusal bir solculuğum hep vardı fakat orada Marksizm ile tanıştım. Daha sonra ekonomi okudum ve kapitalizmi de öğrendim. Sonra 12 Eylül geldi, solda büyük bir dağılma oldu ama Dostlar Tiyatrosu'nda biz devam ediyorduk. Kanlı 1 Mayıs'tan sonra (1977) Genco Erkal "Çok yıprandık, dağılalım"
deyip tiyatroyu devam ettirmek istemeyince tazminat da almadan oradan ayrıldım. Tabii sonra herkesi geri aldı ama beni almadı ama tiyatroyla alakalı bir nedenden dolayı değildi bu.

Ben de şehir tiyatrosunda oynamaya başladım. Çok başarılı olduğumuz oyunlar vardı. Ayak Bacak Fabrikası'nda başrol oynadım. Bizim mesleğimizin en parlak sahnesi uluslararası sanat gösterileridir ve bütün ünlülerle beraber oralardaydım. Sezen Aksu Aile Gazinosu, Hababam Sınıfı müzikalleri gibi oyunlarda oynadım. Çok para kazanıyordum, hatta olağanüstü para kazanıyordum. Hayatımda hiç tahmin etmediğim kişilerle, tahta sandalyelerde
bahçe sinemalarında seyrettiğim insanlarla sahne paylaştım.

Adile Naşit'le, Ayşen Gruda'yla, Şener Şen'le oynadım. Eğlencem tamamdı, param da vardı. Bir yandan da bir huzursuzluğum vardı ama. Yanlış yaşıyormuş gibi bir hisse kapıldım. Her şey tamamdı ama yine de eksik bir şeyler vardı. Ben inandığı şeyleri ciddiye alan bir adamım.

Nasıl hissettiniz o huzursuzluğu peki?

Şahları da Vururlar oyununda oynuyordum. Bu oyun benim için önemli bir dönüm noktasıdır. Ankara'da oynuyorduk. Sene 1984'tü ve tam da 35 yaşımı kutluyordum. Aklıma Cahit Sıtkı Tarancı'nın kendisinden daha meşhur dizeleri geldi: "Yaş 35, yolun yarısı eder." Ölüm, ölümden sonrası, öldükten sonra ne olacak, bunlar benim daha önce düşünmediğim şeylerdi. Kafama şöyle bir düşünce yerleşti. Bu bir yerde okuduğum bir şey değil, birinin gelip söylediği şey değil, rüya değil, öyle de olabilir ama: "Senin bu zamana kadarki huzursuzluğun inkârcılığındandır. Allah'ı tanı ve kurtul, çok az zamanın var." Bu düşüncelerden sonra "Eyvah!" dedim, "Kafayı yiyorum galiba." Çünkü böyle vukuatlarım da vardır benim daha önceden.

Sonra Toplum Kitabevi diye sol yayınlar yapan bir tanıdığımıza gittim. "Bana Kuran-ı Kerim meali verir misin?" dedim. "Abi bende yok ama sana bulayım" dedi. Üç beş gün sonra gittim, Kuran'ı gazete kâğıdına sarmış bana veriyor. Öyle bir yerde yaşıyoruz ki adamın böyle bir şey verdiğini görseler adamı soldan atarlar. Öyle bir ortam... Kuran'ın haricinde 40 Hadis okudum, İsmet Özel'in Zor Zaman'da Konuşmak, Mustafa Kutlu'nun Ya Tahammül Ya Sefer kitaplarını okudum. Evet, ani yaşadım bu süreçleri ama bu işin sigara bırakır gibi yavaş yavaş olacağını sanmıyorum. Ben bütün büyük günahları bir günde terk ettim. Bana diyorlar ki "Ne kadar dirayetli bir adammışsın." Alakası yok. O Allah'ın bir lütfu.

Bir gün arabada giderken Tarık Pabuççuoğlu ve Rasim Öztekin'e söyledim. Bir sözümüz vardı, bir festivalde oynayacağız, para almayacağız ama bir hafta orada gezeceğiz, eğleneceğiz diye konuştuk. Benim bir hafta orada eğlenme gibi bir durumum kalmamıştı. "Ben kendi imkanlarımla uçakla gelirim, oyunu oynar dönerim" dedim. Son oyunu da orada oynadım ve oradaki tiyatroyu bıraktım. Çünkü bir yandan tiyatro yap, bir yandan namaz derken pek bağdaştıramadım.

Türkiye'de sol sürekli tartışılan bir düşünce aslında. Sizce solun eksiği nedir?

Solun en büyük eksiğini size söyleyeyim; dünyadaki bütün ülkelerde sol hareketlerin milli cepheleri var, bizde yok. Yunanistan'da iç ve dış olarak iki tane komünist partisi vardı. İç olan milliyetçiydi, dış ise Moskova'ya bağlıydı. Türkiye'de solcular daha sağ yumruğu mu, sol yumruğu mu kaldıracağını bilmiyor. Ama bu ülkede Mao Zedong'un nasıl söyleneceği ile ilgili insanlar birbirini öldürdü. Mao öldü, şu an ne diyeceksiniz? Bizde Türkiye'ye hiç uygun olmayan uygulamalara gidildi. Küba Devrimi'ni kendine örnek alan gençler Nurhak Dağlarına gerilla olmaya gittiler. Küba'da tropikal ormanlar vardı, Nurhak Dağlarında ot bitmiyor. O kadar fark var. 12 Mart (1971) geldiğinde okumak burjuva işi diye okulu bıraktılar. Böyle bir saçmalık olur mu?

Benim dönüşümümün en büyük nedenlerinden birini söyleyeyim. 1978'te Almanya'daydım. Orada Komünist Partisi ile tanıştım. Bir kız bana dedi ki "Ben de Marksistim ama bunlar memleketi Rusya'ya sattı." Millicilik bu yüzden önemli… Türkiye'de soldan milli tek bir ses çıktı: Kemal Tahir. Onu da milli söylemlerinden dolayı "sağcı" diyerek aforoz ettiler. Sol işçi sınıfı diyor. Doğru. Fakat başlarındakiler hep ABD'de yetişmiş isimler. Sendikalar diyorsunuz, onlar da bir süre sonra işveren sendikalarıyla iş birliği yapmaya başladılar.

1977'deki 1 Mayıs sol için bir sondur. O olaydan sonra solun eski görünümü kalmadı, bitti. Neden olduğunu söyleyeyim. 1 Mayıs büyük bir provokasyondur. 34 kişi acı bir şekilde hayatını kaybetti. Az bir süre sonra da seçim olacaktı. Ecevit miting yaptı ve "1 Mayıs katliamının hesabı sorulacaktır" dedi. Ardından başbakan oldu ve sustu. O zaman sol bitti. Çünkü kendi kendini yemeye başladı. Provokasyonlara çok açık hale geldi. Bir türlü tam olamayan, halkta yankısı olmayan bir düşünce oldu. Solun yenilgisi diyorum ben. Buna çok kızıyorlar, küfreden var. Ben buna sevinmiş değilim. Türkiye'de maalesef hiçbir şeyin hakikisi yok.

Biz tiyatro yaparken seyircimiz hep gençti ve biz de insanları bilinçlendirmeye yönelik oyunlar oynardık. Gençlere derdik ki; "Yapmayın, sizi kullanıyorlar." En büyük yanlış da burada... Onlara "sizi kullanıyorlar" dediğinizde daha beter ateşleniyor. Gezi olaylarından sonra hep söylediğim bir slogan var. Gençler öldürülmesin, yaşlanabilsinler. Dünyada gençlerin yaptığı hiçbir devrim yok. Bu hareketler iktidara gelmek için gençleri kullanır, iktidara gelince de atarlar. Hiçbir hareketi kendi haline bırakmazlar. Mesela ben dönüş yaptıktan sonra beni ne cemaatler ne hocalar istedi de hiçbirine varamadım. Ben solda da öyleydim ama. Hatta bize "ÇBS" derlerdi; "çizgisi belirsiz solcu" demek. Böyle olduğunda da biri değil, hepsi sizi hırpalıyor.

Türkiye'de sol var olduğundan beri Batı'ya dönük bir çizgide. Bu yüzden de millilikten uzak oldu sanki.

Bu konuyla alakalı çok meşhur bir anekdot vardır. 27 Mayıs'tan sonra (1960) halkımıza kültür getirelim diye devlet operasını tüm ülkede turneye çıkartmışlar. Bayburt'ta turneden sonra halka nasıldı diye sormuşlar. Onlar da "Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmemiştir" demiş. Çok meşhur bir müzisyen de gidip yine bir başka şehirde klasik müzik konseri vermiş. Konserin başında da insanlara bu flüttür, burada gürültü yapılmaz, sonunda alkışlanır falan diye anlatmışlar. Konser bittiğinde müzisyen "Ne söylediysek tersini yaptılar. Hepsini anlatmıştık" diye sinirlenmiş. Karşısındakiler
de "Burada kimse Türkçe bilmez ki" demiş. Halkı tanımak, bilmek böyle bir şey işte…

Bizde taklit etmeye çalışmak var. Biz onlarla yarışmayacağız. Avrupa medeni fakat o medeni Avrupa'da sadece mezhep savaşlarında 10 milyon kişi öldü. Biz kendi kültürümüzü geliştirmeye bakacağız. Bir sanatçıyı sanatçı yapan şey kendine has bir üslubunun olmasıdır. O zaman sanatçı olur. Geleneksel sanatın yanlış dostları ve yanlış düşmanları var. Düşmanları "Bırak o eskide kalmış, şimdi olur mu?" der. Dostları da destekler fakat "Evet efendim, münasiptir efendim" diyerek o dönemki metinleri olduğu gibi alır. Bu sözlerle bir şey söyleyemezsin. Onun üslubunu alıp yeni bir biçimle sunmanız gerekir. Meddahta da bu böyledir. Ben ayağa kalkarım, dans ederim, barkovizyon kullanırım. Gelişmelere ayak uydurarak kendimizden bir şeyler üretebiliriz. Evet, geçmişte çok büyük bir kırılma yaşanmış. Biz de şimdi birilerine benzemeye çalışarak bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Türk tiyatrosu şu anda yok. Biz Fransızlar gibi Moliere, İngilizler gibi Shakespeare oynuyoruz fakat kendimiz gibi oynadığımız bir tiyatromuz yok. Haldun Taner'ler vardı tabii ki ama yeterli olmadı.

Özellikle sanat dünyasındakilerin Cihangir gibi küçük ve zengin alanlarda kaldığını görüyoruz. Bu mekânlarda kalmak halktan uzaklaşmak anlamına gelmiyor mu peki?

Karl Marx'ın "din afyondur" dediği kilise dinidir. Hristiyanlık da değil. Latin Amerika'da özgürlük teolojisi diye bir akıma bağlı papazlar var. Onlar Vatikan'ı reddeder ve "Hz. İsa sizin altın kubbeli mermer yerlerinizde değil, halkın yüreğindedir" derler. Eğer Karl Marx Müslümanlığı bilseydi ondan çok şey alırdı. Almıştır da. Emeğe saygı mesela. Marx işçi sınıfından değildi. Babası matbaacıydı, orta sınıfın üstündeydi. Neden işçi sınıfını seçti? Onlar gettolarda kalabalıklarla yaşıyorlardı ve sömürü ağırdı. Marx bu devrimi İngiltere'den yahut Almanya'dan bekliyordu. Ağır sanayi orada, dönüşüm orada, işçi sınıfı oradaydı. Sonradan iktidara gelip parti diktatöryasını uydurdular. İşçiler aman kurtulduk derken partinin zulmüne girdiler.

Kapitalizmin bir kuralı vardır; çok satan doğrudur. Kapitalist sistem yığın halinde üretim yapar. Bu yüzden yığın halinde de tüketim olması gerekiyor. Her şey tüketim malzemesidir, sanat da öyle. Mesela şöyle örnek vereyim; eskiden dayanıklı mallar revaçtaydı, şimdi albenisi olan, imajı güzel olan şeyler önemli. Evet, kimse kalkıp Bağcılar'a gitmiyor. Fakat bu sefer de Bağcılar'ı Cihangir'e imrendiriyorlar çünkü kapitalizm insanı nefsinden yakalıyor. O tarafın zenginliği, ünü, orduları insanın gözünü kamaştırıyor. Hep onlar gibi olma hayali var oldu tüm toplumda. Diğer yandan o tarafta da bir korku var. Şöyle diyeyim sana; o mahalleden bir kadın der ki; "Bu kadın benim kapıcımın karısıydı. Şimdi ise Ray Ban gözlükleri takmış, altında arabasıyla benim kafeme geliyor." Bir paranoya halindeler. Ben mesela onlar gibi olmak istemiyorum. İnsanın başka değerleri olması gerek. Hala antikapitalist bir insanım. Müslümanlık buna engel değil, bilakis öyle olması gerekiyor. "La" dediği zaman neleri reddettiğini bilmesi gerek insanın. Tüm çevresini, işini, sevgilisini belki. Zemin tertemiz olduğu zaman "ilahe illallah" oluyor.

Sahnede en çok mizah yapıyordunuz aslında. Bugün en çok konuşulan konulardan biri de sanat dünyasında komedyenler ve mizah yapanlar. Siz ülkemizde son zamanlardaki mizahı nasıl görüyorsunuz?

Şu anda her şeyin sivrisi, aşırısı moda… Mizah Türk halkında yüzyıllardır gelen bir gelenek. Muammer Karaca benim dayım olur. Onun ağzından hiç küfür çıkmazdı fakat küfrederdi. Seyirci bir şekilde onu anlar ve gülerdi. Abdülcanbaz oynadığımızda Kavuklu Pişekar rolü bana düştü. Ben de bir yerde argo bir kelime kullanıyordum. Ankara'da film ve tiyatro sansürünü bir jandarma başçavuşu yapıyordu. Bana da o kelimeyi çıkarttılar. Onun yerine başka bir kelime kullandım (hepsi aynı otun soyu) ve seyirci çok daha güldü. O gündür biz o kelimeyi kullanmaya devam ettik. Seyirci mizahı anlar. Hatta seyirci kendi keşfettiği için daha çok güler. Biz İslami camiaya ilk tiyatro yapan topluluğuz. Müzik de yaptık. Kimse bir şey demedi.
Ben geçenlerde bir standup'çı seyrettim mesela. Bayağı sahnede devamlı küfrediyor. Seyirciye ima edersin. Biraz seyircinin zekasına güveneceksin.

Ulvi Alacakaptan kimdir?

1949'da Ankara'da dünyaya geldi. İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi Şişli Yüksek Okulu İşletmecilik Bölümü'nü bitirdi. Tiyatroya daha ikinci sınıftayken çıktığı bir piyesle adım attı. 1960'ta İstanbul Radyosu Çocuk Bölümü'ne seçildi. 7 yıl İstanbul Radyosu'nda çalıştı. Aynı yıllar arasında oyunlar yönetti ve oynadı. 1969-1971 yılları arasında Dostlar Tiyatrosu sınavını kazandı ve iki yıl eğitim gördü. 1969-1978 yıllarında Dostlar Tiyatrosu'nda sergilenen pek çok oyunda oyunculuk, yönetmen yardımcılığı ve dramaturgluk yaptı. 1977-80 arası TİSAN Tiyatro Sanatçıları Derneği İcra Kurulu ve Yönetim Kurulu Üyesi ve Eğitim Sekreteri oldu. Aynı yıllarda İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'na konuk oyuncu olarak katıldı. 1980 yılında sinemaya atılarak Talihli Amele, Postacı, Sahibini Arayan Madalya ve Minyeli Abdullah filmlerinde ve çeşitli TV filmlerinde oynadı. 1994'te İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı'na GSM Gösteri Sanatları Merkezi isimli bir tiyatro okulu kurdu, 1997'ye kadar Genel Sanat Yönetmenliği ve Politik Tiyatro hocalığını üstlendi. Melodik Coplama, Ağzınıza Laik, Çaladaktilo, Ulvî Şeyler, Zehir Zemberek gibi birçok kitaba imza attı.

BİZE ULAŞIN