Hilmi Demir: İSLAM: AKLA VE GÖNLE ÇAĞRI

İSLAM: AKLA VE GÖNLE ÇAĞRI
Giriş Tarihi: 18.4.2022 13:58 Son Güncelleme: 19.4.2022 15:37
Dünyanın en sade dinidir İslam. İslam’ın yeryüzündeki tek gerçek devleti gönüllerde hâkim kılacağı ahlak yurdudur.

Nietzsche Hristiyanlığı eleştirdiği Deccal adlı eserinde İslam'a yönelik ilginç itiraflarda bulunur: "Eğer İslam, Hristiyanlığı küçük ve hakir görüyor idiyse, böyle görmekte bin kez haklıydı çünkü İslam, insanı yüceltir ama putlaştırmaz… Hristiyanlık, bizi, kadim dünyanın kültürünün mahsulünden mahrum bırakmıştı. Üstelik bununla da yetinmemiş, daha sonraları, bizi İslam kültürünün mahsulünden de mahrum etmişti. Aslında bize, Grek kültüründen de, Roma kültüründe de, esasta temel meseleler açısından daha yakın olan, bizim duygularımıza, zevklerimize ve seçimlerimize daha doğrudan hitap eden İspanya'daki o harikulâde İslam kültürü ve eşsiz birikimi ayaklar altına alınarak çiğnenmiş ve yok edilmişti. İyi de, neden? Nedeni şuydu: Çünkü İslam kültürü, asil bir kültürdü; çünkü İslam kültürü, kökenlerini, temellerini insan fıtratına borçluydu; çünkü İslam kültürü, İspanya'daki Müslüman hayatının nadir bulunan, nefis hazinelerinin üzerinde bile hayata 'evet' diyordu!"

Nietzsche İslam'ı insanî buluyordu, insanı kendisine yabancılaştırmayan bir din olarak görüyordu. Özellikle onun hayata "evet" diyen bir din olarak İslam'ı Hristiyanlığın karşısına yerleştirmesi, "Tanrı öldü" diyen biri için bile muhteşem bir şey. Nietzsche özellikle Hristiyan din adamlarının insanı manastırlara kapatan, dünyadan el etek çektiren, dini hayatı zorlaştıran bir inanç haline getirmesine ve buna karşılık altın kâselerle dolu katedrallerinde dış dünyada yaşanan acılardan habersizce yaşamalarına isyan eder.

İslam'ı diğer inanç ve dinlerden ayıran belki de en önemli yön insanı kutsal şemsiyenin altına alırken hayattan uzaklaştırmamasıdır. İslam'da Allah'a olan asli sadakatiniz için sizden bakire olmanız, evlenmemeniz, kendinizi bir manastıra kapatmanız asla istenmez. Hatta aksine bunlar dini olarak çok da makbul kabul edilmez. Tanrı'ya hizmet bireyin ona kendisini adaması ve içe kapanması, dış dünya ile olan irtibatını kesmesi, günah işlememesi değildir. Tam aksine insanlığa, varlığa hizmetin Tanrı'ya hizmet kabul edildiği bir dinden bahsediyoruz.

Düşünün bu dinin Peygamberi "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır" buyuruyor.

Desiderius Erasmus'un Deliliğe Övgü adlı eserinde dediği gibi "insanlığı vergilerle kendine bağlayan" bir kilise yok bu dinde. Bir insanın Müslüman olması için bir kiliseye bağlı olması, vaftiz olması gerekmiyor; bunun için özel mabetler yok. Camiler sadece toplanma yeri aslında. İbadet etmeniz için temiz bir toprak yetiyor da artıyor bile. Dünyanın en sade dinidir İslam. Mabetleri katedrallerle kıyas bile edilemez.

Adaleti merkeze koyan din

Bu dinin günahsız bir kul talebi yok çünkü biliriz ki peygamberler bile çok küçük hatalar işleyebilirler. Resulullah buyururlar ki: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tövbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." Aliya İzzetbegoviç'in "Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksızdır. Demokrasi ona izin verse bile ahlaklıdır" sözünü hatırlayın. Özgür irade ile yarattığı insandan günah işlememesini istemek insan için seçme, tercihte bulunma demektir. "Müslüman mı yoksa tebaa mı yetiştiriyoruz" diye haykıran Aliya'nın ruhu şâd olsun!

Günahsızlık insanlık durumuna o kadar yabancı ki Allah bu durumu insanlık dışı kabul ediyor. İnsan olmanın, özgür irade sahibi olmanın, eylemde bulunmanın kaçınılmaz şartıdır günah ve hata. Mesele günah işlemekte değil günahta kalmaya devam etmekte, pişman olmamakta, günahının bağışlanması için Yaratıcının kapsını çalmamaktadır.

İslam'a göre günahlarınız için din adamlarına başvurmanıza da gerek yoktur. Issız bir köşede yüreğinizi Rabbinize açarak içten yapacağınız bir tövbe günahlarınızın bağışlanması için yeterlidir. Unutmayalım ki Rabbimizin kapısı her daim kuluna açıktır. Yalnız kul hakkı hariç elbette. Çünkü birinin hak ettiği bir şeyi ona vermemişseniz ya da ondan bu hakkı haksız biçimde almışsanız, üstünüze geçirmişseniz bu durumda tövbe yetmeyecektir. İşte size toplumsal hakları hak sahibine bırakan, adaleti toplumun merkezine koyan bir din!

İslam kul hakkının bağışlanmasını hak sahibine bırakıyor. Onunla ya helalleşmeniz ya da ona hakkını iade etmeniz gerekiyor. Eğer bunu bu dünyada yapamazsanız ahirette Allah sizle onu karşı karşıya getirecek ve hak sahibinin bir şekilde de olsa hakkını almasını sağlayacaktır. Bu yüzden İslam yalnızca birtakım ritüellerden ibaret olmayıp inanç ve ahlaki değerleri ile toplumsal hayatı adalet ilkesi çerçevesinde kuran bir dindir. İslam yüzü yalnızca ahirete bakan bir din değil, onun bir yüzü daima hayata bakmaktadır. Fakat bu hayatı durağanlaştırmak, onu zamanın önünde bir engel olarak kullanmak için değil aksine hayatı ahlaki olarak inşa etmek ve zamanı yönetmek içindir.

İnsan olmayı başardığınızda…

Dünya ve dünya ötesi gibi ayırımlar, birbirinden kopuk iki âlem tasavvuru baştan reddedilmiştir. Müslüman birey, dünya ve dünya ötesi âlemleri ortak bir "âlem" tasavvuru çerçevesinde algılamalıdır. Bu nedenle "âlemin" herhangi bir boyutuna karşı dışlayıcı bir davranış sergilemesi düşünülemez. Dünya hayatı eğlencedir doğru ama bu onu reddetmek, yadsımak, onu çile haline getirmek için değildir. Orada eğlendiğimizi bilmek onu doğru ve insanî şekilde geçirmek içindir. Sorumsuzca hayatı harcamayı seçsek bile her seçimimizin sorumluluğundan kaçamayız.

Her seçim bir sorumluluktur. Nerede olduğunuz, kim olduğunuz, hangi makamda bulunduğunuzun, cinsiyetinizin, etnik kimliğinizin hiçbir önemi yoktur. Tanrı'nın katında tek ölçünüz insan olmanızdır. İnsan olmayı başardığınızda, insanca bir hayat yaşadığınızda ve insanca tüm yüklerinizden kurtulmuş olarak onun huzuruna vardığınızda gerçek sükûna da kavuşmuş olursunuz.

Bu yüzden İslam bir ahlak dinidir. Allah Resulü "ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim" derken dinin gerçek davasının ahlak davası olduğunu da ifade etmiş olur. İslam'ın yeryüzündeki tek gerçek devleti gönüllerde hâkim kılacağı ahlak yurdudur.

Kalp hem imanımızın hem de ahlak davamızın evidir. Kalplerde kazanılmamış hiçbir dava kalıcı değildir. Bu yüzden olacaktır ki Yunus Emre şöyle der: "Ben gelmedim davi için/Benim işim sevi için /Dostun evi gönüllerdir /Gönüller yapmaya geldim."

Gönül kelimesi o kadar önemlidir ki aşkın metafiziği adeta orada saklıdır. Mevlâna Celalettin-i Rumi Hazretlerinin bir dörtlüğünü buraya almadan olmaz: "Gönüldeki kâbeyi tavaf et sen gönülden /Gönül mana kâbesi, onu çamur sanma sen / Kâbe'yi sen binlerce kez yaya tavaf etsen /Bil ki kabul olunmaz tek gönül incitirsen."

Rıza olmadan iman olmaz

Halka hizmet hakka hizmettir felsefesinin, kendini bilen Rabbini bilir hikmetinin zirvesidir gönül felsefesi. İnsan kendini bildikçe Rabbine yaklaşır çünkü her "ben", büyük âlemin küçük bir katresidir. İslam'ın davası kavga değildir, gönüller yapmaktır. Rıza olmadan iman hâsıl olmaz. Dinde zorlama yoktur diyor Yüce Allah. İman önce kalbin rızasını almalıdır. Rıza sebatı getirir. İnsan rıza gösterdiği şeyde sebat eder. Vefa göstermek için de razı olmak lazımdır. Gönülden seven, gönülden razı olan, gönülden katlanan insan sevdiğine vefa gösterir.

Bu yüzden nerdeyse tüm İslam düşüncesi ve tasavvuf kültürü akla seslendiği kadar da kalbe, gönle seslenir. Muhammed İkbal, "Batı düşüncesi vicdanını, İslam dünyası ise aklını kaybetmiştir" der. Haksız da değildir; bugün yaşadığımız krizlerin arkasında biraz da bu vardır. Gönlü, kalbi, vicdanı akıldan, düşünceden, bilimden ayırdığımızda insanoğlu hep tek ayaküstünde kalır.

Bu bağlamda Daniel Goleman ile birlikte anılan "Duygusal Zekâ" kavramını da hatırlamak yerinde olacaktır. Uzun yıllar boyunca duyguların zihinsel faaliyetleri engellediği ve bu nedenle kontrol edilmeleri gerektiği düşünülmüştür. Son yıllarda yapılan araştırmalar bilişsel zekânın (IQ) hayattaki başarılara tek başına yeterli olmadığını, duygusal becerilerin de gerekli olduğunu ortaya koymaktadır.

P. Salovey ve J. D. Mayer adlı bilim insanları duygusal zekâyı "bireyin kendisinin ve başkalarının duygularını anlama, bunlar arasında ayırım yapma ve bu süreçten elde ettiği bilgiyi, düşünce ve davranışlarında kullanabilme yeteneğiyle ilgili olan sosyal zekânın bir alt formu" olarak tanımlamaktadırlar. Birey başka hayatlara karşı açık olduğunda, iletişim kurduğunda, farklılıkları kavradığı, onlarla bir arada yaşama kültürü geliştirdiğinde bu düşünme, kavrama, sorun çözme ve başarılı olma imkânını da artırıyor.

Zekâ ve kalp ile düşünmek

Sonuçta duygusal olarak kemale ermiş bireyler, akli olarak da daha başarı oluyorlar. Daha açık biçimde ifade edersek; birine yardım etmek yani vicdan sahibi olmak ile bilişsel zekâ arasında bir ilişki var. Ahlaklı olduğumuzda yalnızca iyi bir insan değil aynı zamanda daha başarılı ve yeniliğe daha açık ve yeni şeyleri keşfetmeye daha yetkin bir insan da oluyoruz.

Dünyayı güzelleştirmenin yolu yalnızca zekâmızı doyurmaktan değil, duygularımızı da doğru beslemekten geçiyor. Dolayısıyla yalnızca zekâ ile değil kalp ile de düşünmeye alışmak bizi, hem daha ahlaklı hem de daha zeki kılıyor. Yapılan araştırmalar özellikle çocukluk döneminde duygusal gelişimini tamamlamış çocukların ahlaki yargılarda daha isabetli kararlar verdiğini söylüyor. Duygularla zihinsel faaliyetlerimiz birbirine zıt ve birbirini dışlayan şeyler değil, aksine birbirini tamamlayan ve birbirini besleyen insani özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Erol Güngör'ün deyişiyle "İslâm medeniyetinin yenilenmesi, her çağın kendi imkânlarıyla İslâm'a getireceği yeni yorumlarla mümkündür." Kendi medeniyetinin ben idrakine sahip olamayan ecnebi fikirlerin müridi, kendi tarihinin ecnebisi bir aydın tipi ile bunu başarmak ise oldukça zor gözüküyor. Zaman hakkaniyet, merhamet ve adalet ilkeleri ile akılla gönlü, kalp ile zekâyı buluşturacak ve gelenekle tarihin ufkunda bir millet bilinciyle asırlara hitap etme yeteneğine sahip olabilecek bir medeniyet modelinin, yeniden ihyasına gebedir.

BİZE ULAŞIN