Yasin Aktay: Sekülerleşme ve dindarlığını med-cezirleri

Sekülerleşme ve dindarlığını med-cezirleri
Giriş Tarihi: 21.5.2021 13:15 Son Güncelleme: 21.5.2021 13:16
Bilhassa din adına bir siyasi pratik ortaya konulduğunda, bu pratiğin olumsuz etkilediği kesimlerde bir süre sonra dine karşı genel bir soğumaya rastlanması bir kural gibidir. Bugün deizm ve ateizmin en yaygın olduğu yerlerden birisi muhtemelen İran’dır.

Modern dünya bilincinin bir özelliği kendi yaşadığı tecrübelere çok özel bir nitelik atfetmek… Modern dünyanın kendi yaşadıklarını, başardıklarını, yaptıklarını daha önce hiç yapılmamış şeyler olarak görmek ve ayırt etmek konusunda duyduğu bu istek göze çarpıyor. Ancak belki de unuttuğu bir şey, bu isteğin dahi yeterince özgün olmadığıdır. Belki bütün çağlarda insanlar kendi kurdukları medeniyetler ve başarıların emsalsizliğiyle övünmüş, böbürlenmişlerdir.

İbn Haldun'un yolundan giderek belki bütün medeniyetlerin bir aşamasının tam da bu tür duygulara kapıldıkları bir hâl olduğunu görebiliriz. Sekülerleşme diye nitelenen bir gelişmenin savunucuları da bu süreci, tarihin hiçbir döneminde yaşanmamış bir olay olarak öne çıkarıyorlar. Hatta çağımızın en ayırt edici vasıflarından biri olarak da sekülerleşmeyi, başka bir deyişle dünyevileşmeyi göstermeye çalışıyorlar.

Oysa dünyevileşme yani sekülerleşme dünya tarihinde istisnai bir gelişme değildir. Kendi sekülerliklerini çok beğenenlerin aynı zamanda onu insanlığın ilerlemesinin bir üst aşaması gibi güzellemeleri şaşılacak bir şey değil. Bütün insanlara tuttukları yollar hoş gösterilmiştir, der Kerim kitabımız. İnsanın kendi felaketini kendisine cennet gibi gösteren, hoş ve güzel gösteren bir dizi mekanizma vardır. Modern felsefe bunlara "ideoloji" dedi, "kültür" dedi, "epistem" dedi. Marx kendi zihnine yansıyan çarpıtmayı fark etmeden bu ideolojik aldanışın adını "gerçekliğin bilince çarpık yansıması" olarak koydu.

İnsanın eninde sonunda öleceği gibi hiç kimsenin görmekten bile kaçamayacağı bir gerçeğin toplumca unutulması, ihmal edilmesi ve dünyaya kazık çakılacakmış gibi bir yaşam sürülmesi mümkün. Düşünün bir; bütün insanları ayıran onca fark vardır: Kültürel, etnik, coğrafi, cinsiyet, tarih, sınıf, statü veya her tür sosyal tabaka farkları. Ama bütün bu farkların hepsinin yok olduğu, herkesi birleştiren bir ortak özelliktir ölüm. "Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı" demişti buna Alphonso Lingis.

Cahiliye bu değilse nedir?

Heidegger'in deyişiyle "herkes yalnız ölüyor" ise de herkes ölüyor ve bu hepimizin en ortak yanı. Buna mukabil ölümü unutmak, ölüm yokmuş gibi, bu konuda ortak olduğu diğer insanlara zulmetmek, onlara karşı bir hukuk gözetmemek, onlara karşı davranışında ölüm sonrası hiçbir hesaba çekilmeyecekmiş gibi yaşamak insanoğlunun sekülerliğinin en yaygın ve somut tezahürü.

Sekülerleşme insanın bu apaçık gerçeği ihmal etmesi, görmezden gelmesi, hatta unutması, tecehhül etmesidir. Cahiliye bu değilse nedir? Bir de insan kendi cahilliğiyle övünür mü? Övünüyor işte. Modernizmin bir ideolojisi olarak sekülerizm, tam da insanın kendi trajedisiyle, kendi zavallılığıyla övünmesinin adıdır ve tabii ki vehmettiği gibi yeni bir şey değildir.

Sekülerleşmenin bir felsefesi olsa da o bir insanlık durumudur. Varlığın unutulması, hayatın en temel gerçekliği olarak ölümün unutulmasıdır, insanın başkalarına karşı sorumluluklarını unutmasıdır, yani gafletidir ve bu hâliyle insanlık kadar eskidir. Belki bu gafleti yüceltip ona felsefi veya sosyolojik güzellemeler yapanlar dalalet seviyesine çıkarlar ama işin özü unutmadır.

Tabi Müslümanlar da bu gaflet ihtimalinden veya tehlikesinden muaf olamazlar. Ama işi Müslümanlar dünyevileşti tespitinde karamsar tahlillere getirerek sanki geri alınmayan, tek yönlü bir süreç resmeder gibi tespitler yapıldığında sekülerleşmenin o meşum iddiası daha fazla desteklenmiş oluyor.

Doğrusu, bireyin dünyasında da din, dindarlık, ahiret endişesi gibi dünyevi gafletin de med-cezir hâllerinin olduğudur. Nitekim, seküler çağ iddiası veya sosyolojik olarak sekülerleşme tezinin olgusal olarak doğru olmadığını sergileyen çok değerli çalışmalar vardır. Peter L. Berger ve Thomas Luckmann'ın dünyanın en seküler dönemini yaşadığının söylendiği dönemlerde bile böyle bir şeyin değil tam tersi bir dinselleşmenin gelişmiş olduğunu üstelik Avrupa örneğinde gösterdikleri çalışmaları bu türdendir.

Dinler tarihindeki sarkaç modeli

Aydınlanma çağının ünlü düşünürlerinden David Hume'un Dinin Doğası isimli kitabı sekülerleşmenin dinselliğe karşı veya tektanrıcılığın çoktanrıcılığa karşı evrimsel bir gelişme içinde olduğu tezine karşı çok daha açıklayıcı, çevrimsel esasa göre işleyen bir model ortaya koyar. Seküler değerlerin doruğa tırmandığı Aydınlanma çağında genel geçer yaklaşıma aykırı bu çerçeve hem dinin kendi içinde tektanrıcılıktan çoktanrıcılığa doğru gidiş-gelişlerini hem de tarih içinde seküler ve dinsel arasındaki gelişme çizgisini evrimci bir yaklaşımdan kurtarıyor.

Dinler tarihi alanında başat bir paradigma olarak evrimci pozitivist yaklaşıma karşılık, Hume, çok daha önceden hem dinler arasında hem de her dinin kendi içinde çoktanrıcılıktan (hurafecilikten) tek tanrıcılığa (kitabiliğe) ve oradan tekrar çoktanrıcılığa doğru geçişler olduğunu anlatır. Bu hareketlilik dinler tarihindeki eğilimler arasında bir tür sarkaç modeli şeklinde bir değişimi ayırt etmemize imkân veriyor.

Çağımızda dinsellikten uzaklaşma olarak kaydedilen gelişmeler veya söylemler ilk insandan itibaren dinî bir söylemle birlikte var olan, onunla çatışma ve tartışma hâlinde olan eylem ve söylemlerdir. Dönem dönem biri diğerine galebe çalmış, göreli bir üstünlük elde etmiştir. Ama dünyanın hiçbir döneminde biri tamamen diğerini yok etmemiştir.

Çünkü sekülerlik arzusu da dinsellik arzusu da insanın içinde var olan iki temel eğilim. Bu iki eğilim bazen bir toplum içinde kendi aralarında bir sarkaç gibi gider gelirler. Toplumda görünür bir dindarlaşma veya dinden uzaklaşma hareketleri görülür. Ama bunlar bir toplumun içinde tarihsel dalgalar şeklinde gerçekleşir. Burada birinin lehine bir evrim hareketi tespit etmek mümkün değildir.

Dinin araçsallaştırılması Bazen bir dinin kendi içinde bir dünyevileşme-uhrevileşme hareketi birinin lehine diğerinin aleyhine olacak şekilde gelişir. O zaman dinin, içselleştirilmediği hâlde, tamamen dünyevi eğilimler ve amaçlar doğrultusunda basitçe araçsallaştırılması sözkonusu olur. Yani insan dinin kurtuluş çağrısına kulak verip kendini değiştireceğine, dini dünyevi çıkarları doğrultusunda eğip büker, tahrif eder, dini kendine tabi kılar.

Bazen de bir bireyin kendi içinde dindarlaşma veya dünyevileşme yönünde bir hareketlilik gözlemlenebilir. İnsan her zaman aynı ruh hâlinde, aynı yaklaşımda olmaz. Bir gün dünyaya gark olmuş bir insan, ertesi gün veya bir saat sonra yaşadığı bir olayın, aldığı bir haberin, gördüğü bir şeyin, okuduğu bir mesajın etkisiyle dinsel bir hâle yönelebilir. Bir tövbe veya bir yeniden doğuş tecrübesi şeklinde olabilir bu yöneliş. Tam tersi bir durum da olabilir. Bir gün yaptığı her şeyin hesabını vereceği duygusuyla tam bir ilahi gözetim altında yaşadığı hissiyatından çıkıp dünyaya meyledebilir insan.

Bu arada insanların yaşadığımız dünyada giderek dinden daha fazla uzaklaşıyor oldukları veya dünya işlerinde dine daha az müdahale alanı bıraktıkları, yani sekülerleştikleri yönündeki tespitleri her zaman doğrulayacak veriler bulunabilir. Sanayi toplumuyla birlikte yaşanan bu sekülerleşme veya dünyevileşme belki daha önceki yüzyıllara nazaran görülmemiş yaygınlıkta bir gelişme olmuştur.

Önceki dönemlerde siyaset ve toplumsal hayat meşruiyetini kurumsal olarak dinden alıyordu. Bu, İslam dünyasında da Hıristiyan, Yahudi veya pagan dinlerin dünyasında da büyük ölçüde öyle olagelmiştir. İnsanlar bireysel dünyalarında dinden uzak olsalar da kamusal düzeyde din görünürlüğüyle de şekilsel mevcudiyetiyle de meşruiyetin belirleyicisi konumundaydı.

Sekülerleşmenin teolojik payandası

Farklı dinlerin dünya ile, öte dünya ile bireyler arasında kurduğu ilişki ve bunun bireyin düşüncesi üzerindeki etkisi konusunda farklı tecrübeler söz konusudur tabi. Mesela dinin en çok görünür olduğu pagan dünyasında, paganın aslında insanın hizmetinde olması ve çok daha derin bir dünyeviliğin işareti olarak okunması da mümkündür.

Dinin görünürlüğü her zaman gerçekten de dindarlığın bir işareti olmayabiliyor. O dinselliğin dünyevi işlevi, insanın dinsel objelerle veya ritüellerle kurduğu ilişkinin de sekülerleşme düzeyi için ayrı bir değerlendirme konusu olması gerekir. Tersi durumlar da söz konusu olabilir. Bir insanın görünürde hiçbir dinî iz veya eser taşımayan bir hareketi aslında niyet bazında çok dindarca motivasyonlarla yapılmış olabilir. Bunu sosyolojik bir araştırmada tespit etmek o kadar kolay olmaz. Sekülerleşmenin veya dindarlığın psikolojik boyutunu hesaba katmamızı gerektiren bir durumdur bu. Sadece ortaya çıkan tezahürlere bakarak bir sekülerleşme-dünyevileşme tespiti yapmak çok doğru olmaz.

Bu arada bugün bir yandan din alanında açıkça göze çarpan çeşitlenme hatta dinselleşme patlaması da sekülerleşme tezi açısından izaha muhtaç bir durum oluşturuyor. Gerçi bu çeşitlenme aynı zamanda ana akım dindarlıktan bir sapma olarak da yaşanıyor olsa da neticede dinsel bir boyuta da sahiptir. Deizmin geçmiş dönemlerde hiç olmadığı kadar geliştiği söyleniyor mesela. Deizm belki de sekülerleşmenin teolojik payandalarından birisidir. Ancak bunun da yeni bir gelişme olduğunu söylemek için çok aceleci davranıldığı çok açıktır. Hem bu konunda geçmişle bugünü karşılaştırabilecek yeterli veri yoktur hem de bu konudaki gelişimi veya seyri izleyecek bir zemin.

Deizm ve ateizm eğilimi

Deizm düşüncesine veya eylemine insanlık tarihinin bilinen bütün zamanlarında rastlanır. Aristoteles'in "tanrı insanı mükemmel bir biçimde yarattı sonra bir kenara çekildi, çünkü o insanlığın basit meseleleriyle uğraşmaktan yücedir" diye bilinen bir yaklaşımı vardır. Deizm düşüncesinin en veciz ve en eski ifadesidir bu. Bu düşüncenin Aristo'dan önce de bazı Yahudilerce ifade edilip yaşanmış olduğunu Kuran'ı Kerim'in anlatımından biliyoruz: "Onlar Allah bize bir şey indirmemiştir demek suretiyle Allah'ı gereği gibi takdir etmediler."

Deizm tarih boyunca bir eğilim olarak var olmuştur. Günümüzde de daha az veya daha çok gelişmiş olması onu çok özgün veya çağa bir özgünlük katan bir hareket kılmıyor. Belki aslolan deizm düşüncesinin hangi sosyolojik koşullarda daha fazla gelişmeye fırsat bulabildiğidir. Öncelikle söyleyelim ki, aslında ne ateizm ne sekülerleşme ne de deizmin yayılması güçlü argümanların veya fikirlerin toplumda kabul bulması yoluyla olmuyor. Mesela insanlar bilimsel veya felsefi bazı delilleri veya argümanları okuyarak, dinleyerek veya tartarak sekülerleşme veya ateizm lehine bir karara varmıyorlar. Bu eğilimler daha ziyade pratik hayat içinde hâkim olan maddi bir kültürün ürettiği atmosferde çok kolay benimseniyorlar.

Modern dünyanın hazcı popüler kültür ve tüketim ortamında insanların farklı düşüncelere kapılmaları için fazla argümanlara ihtiyaçları olmuyor. Bu kültürel tüketim ortamında insanların kanaatleri çok hızlı şekillenip değişebiliyor. Üstelik dindarca bir hayat yaşamak için hiçbir mekânsal ve zamansal düzenlemenin yapılmadığı bir ortamda herhangi bir dinî pratik tamamen iğreti durur. İnsanlar namazlarını kılmak için bir sürü zahmete katlanmak zorunda kalabiliyorlarsa bu durum namaz kılmaktan da bir süre sonra soğutup uzaklaştırır. Böylece dindarlık insanların gözünün önünde olmayınca gönüllerinden de ırak hâle gelmiş olur.

İran örneği: Deizm ve ateizmde zirve

Deizm gibi düşüncelerin yayılmasında da bazı argümanların iyi işlenip benimsenmesinden ziyade başka pratik ve psikolojik faktörler devreye girer. Bilhassa din adına bir siyasi pratik ortaya konulduğunda, bu pratiğin olumsuz etkilediği kesimlerde bir süre sonra dine karşı genel bir soğumaya rastlanması bir kural gibidir. Bugün deizm ve ateizmin en yaygın olduğu yerlerden birisi muhtemelen İran'dır. Dine fanatikçe bağlı olan bir toplum kesimine karşılık kendini dine isnat eden kötü siyasi pratik kitlelerde dine karşı bir soğumayı da tetikliyorlar.

Burada politik pozisyonun dinsel bir tepki olarak ifade edilmesi, o noktada işleyen güçlü argümanların olduğunu göstermese de mevcut pratik bin argümandan daha ikna edici gelebiliyor. Aynı şekilde iki sene önce Irak'ta Şii gençler bizzat kendi dinî liderlerine, mollalara karşı protesto hareketlerine giriştiler. Bu gençler için mevcut Şii teokratik yönetim yolsuzluktan başka bir şey getirmiyordu. İran'ın temsil ettiği dinî teokratik yönetimin sekülerleştirici etkisi öncelikle Şii kesimler üzerinde görülüyor, ama genel anlamda "İslam Devleti" kavramına karşı da ciddi bir tutum doğurup besliyor.

Aşırı görsellikle, şekilcilik ve törensellikle dışa vuran velayet-i fakih iradesi pratikte yaşanan yolsuzluklarla, fakirlikle, istikrarsızlık ve şiddetle buluştukça bunun sekülerleştirici bir etki yapması çok doğal. Bu durum aslında sekülerleşme tartışmaları için üzerinde özenle durulacak, oldukça esinleyici yepyeni bir tecrübe olarak yaşanıyor.

Bugün Türkiye'de de bir şekilde kendini İslami referanslara isnat eden bir siyasi kadronun yönetimine karşı gelişen hoşnutsuzlukların bir kısmının deizm olarak ifade edilmesi pekâlâ mümkündür. Bunun hayli örneği de var. Ancak burada fikrin gelişiminin belirleyicisinin argüman değil, duygusal pratik durumlar veya atmosfer olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Ayrıca yeni sekülerleşmenin bir tezahürü olarak görülen dinî çeşitlilik veya sapmaların da tarih boyunca hep var olduğunu dikkate alırsak bugünün sekülerleşmesinin bunun da daha fazlası olduğunu düşünmek için bir neden yoktur.

BİZE ULAŞIN