Lacivert Yazı İşleri: Tabiatta soyu tükenen varlık insan

Tabiatta soyu tükenen varlık insan
Giriş Tarihi: 7.6.2016 11:54 Son Güncelleme: 20.6.2016 12:02
Lacivert Yazı İşleri SAYI:25Haziran 2016
Elimizden alınan bir şeyi geri kazanmak yeniden yapmaktan daha kolay.

Doğadaki İnsan programının sunucusu Serdar Kılıç ile tabiat ve insan üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Hayatının neredeyse tamamını tabiat ve insan ilişkisi üzerine adayan Kılıç, "İnsan tabiatın efendisi değil. Tabiatla yaşayan insan kendisini tabiatın efendisi gibi değil, tabiatın parçası gibi görür" şeklinde konuştu.

Doğadaki İnsan programını hangi sebeplerle hazırladınız. Altında yatan fikir neydi?

Tabiatta soyu tükenen varlık insan aslında bana göre. Çünkü insanın tabiatla bağı koptu ve ona sadece resim sergisine gider gibi gidip geziyor, bu da beni rahatsız ediyor. Çünkü çocukluğumda köyde yaşayan dedemi ziyarete giderdim, ben orada büyüdüm. Biz tabiata isim filan vermezdik, doğa demezdik, öyle bir isim yoktu. Yaratanın bize sunduğu en güzel nimetlerin olduğu yerdi orası. Oralarda yaşayan insanlar kendilerince çok güzel bir kültür oluşturmuşlar. Hayvancılık ve tarım yapıyorlar. Bahçeleri bağları var, evlerinde oturma kalkma kültürleri var ama aynı zamanda sürekli tabiatla meşgul oluyorlar. Şimdilerde meşguliyet terapisi diye bir terapi çeşidi çıkardılar. Darül-şifa'da da var Edirne'de görürsünüz. Oysaki halkın içinde olan bir duygudur bu. Babaanneniz size hiç çok sıkıntım var gidip de bal işiyle uğraşayım der mi? Bu zaten işleyen bir süreçtir. Biz tabiat demişiz, yaşadığımız yer orası ama şimdi yaşadığımız yerler şehir. Beni Doğadaki İnsan'ı yapmaya iten sebeplerden biri bu. Çünkü doğadaki insanı arıyoruz biz aslında. Köyü, oradaki insanları arıyoruz. Hayatta kalmayla ilgili şeyler de yapıyorum. Yön ve yiyecek bulmak, ateş yakmak gibi şeyler ama aslında hayatta kalmak için yapılanlar bunlar değil, bunlar yaşayabilmek için yaptıklarımız. İnsan olarak farklı yapabileceğimiz şey kültürdür. İnsan kültürü ile ayakta kalır. Doğadaki insanın da yaşamını güçlendiren, zenginleştiren bir kültürü vardı. Bunların hepsine de halk edebiyatı deniyor.

Tabiat merakınızda dedenizin, köydeki büyüklerinizin etkisi var mı?

Sadece dede değil. Orada dede binlerce yıllık ataların kültürünü uygulayan adamdır. Dede sadece iyi uygulayan bir taşıyıcıdır. Adam atının nallarını bile kendi çakıyor.

Hatta evi bile kendi yapıyor. Ben çok net hatırlıyorum dedem evin damını kendisi aktarırdı...

Tabii ki kerpiçleri ayakları ile ezer saman içine katarlar, güzelce çiğnenir, kayıklarını ahşap ve taşla yapar, aralara da kerpiç doldururlar ki hem bakteri birikmesin hem de nefes alsın. Şimdi straforların hiçbiri nefes almıyor. Bu odada iki saat geçirelim, konuşurken toksin bırakıyoruz dışarı ve camları açmazsak bu karbondioksitin dışarı çıkması imkânsız. Ne ile çıkacak dışarı? Nefes alan duvar yok ki bu odada. Ama o insanlar öyle değil, tabiatı doktor ve eczane gibi kullanmışlar. İlaçların hammaddesi zaten toprak, onlar da onu bilip kullanıyorlar. Bizi oradan uzaklaştırdılar ve hayatımızı sanki bir mikroçipin içine soktular ve bizi yemliyorlar arada gibi hissediyorum ben. Dünyada yaşamayı biz zorlaştırıyoruz, hiç 'tabiata gidin' diye bir reklam görüyor musunuz mesela?

Yok, tabiatın ortasına bir site yapmışlarsa mesela ona gidin diye reklam yapıyorlar.

Çünkü orada satılacak bir şey vardır. Tabiata giden bir adamın ne kadar sarfiyat yapacağını bir düşünün, bu yüzden Doğadaki İnsan diye isim koyduk, hoşuma da gidiyor.

Röportajın başında doğada nesli tükenen varlık insan dediniz, buradan devam edelim mi?

Doğaya karşı olan algımız değişti bizim. Oğluma öğretmeni ödev veriyor. Hayvan koruma haftasıymış, ilk defa duyuyorum. Ödevin konusu, sapan yapımı. Onlar hayvanları korumak için sapan yapmamak lazım diye öğretiyorlar. Oğlum da benimle yapmak istedi ödevi. Hafta sonu onu dağa götürdüm. Dağda çadır kurduk, odun toplayıp ateş yaktık. Sonra çantaları sırtlayıp geziye çıktık. Ben çantamdan ödevi çıkardım, sapanı gösterdim. "Bu ne?" dedim. "Sapan" dedi. "Yapalım mı?" dedim. "Hadi yapalım" dedi. Çocuklar hızla kafalarında canlandırabiliyorlar böyle şeyleri. Şuradaki ağacın dalı çatal gibi oradan hemen yapabiliriz dedi. Çocuk teorik olarak doğru biliyor ama uygulamada hiçbir şey yok. Evet, o 'V' harfi gibi çatallı bir ağaç ama yumuşak gibi görünüyor, gel gidip elleyelim dedim. Çünkü yumuşaksa lastik gibi o da esner ve taşı attığın zaman dibine düşer hep.

Ardıç ağacı ise eğer o baya esnek bir ağaçtır, biliyorsunuz...

Gittik baktık, ardıç gerçekten de esnek bir ağaç. Ardıcın meyvesini gösterdim, özelliklerini anlatıp tavşanın altına yuva yapabileceğini söyledim. Kışın bile meyvesi olacağını öğrettim. Yürüdüğümüz için yoruldu, acıktı, oturduk bir yerde ateş yaktık. Yanımızda Türk gıda kodeksinden geçmemiş doğal gıdalar vardı. Kasapta yaptırdığımız sucuğu kesip çatala güzelce yerleştirdim ateşin üstüne, ucuna da ısırgan otundan ip yapmasını öğrettim. Isırgan otunun nasıl eline batmayacağını, batarsa da o sıvının formik asit olduğunu, zararlı değil bağışıklığı güçlendirdiğini, kadavraların onda saklandığını, yapraklarındaki magnezyumu anlatıyorum. Çocuk da onunla bir bağ kuruyor. Evden getirdiği sentetik ip yerine tabiattan bulduğu doğal ipi kullanıyor. Sucuğumuzu yedikten sonra susadı tabii ev gibi değil, git şişeden su iç diyemezsin. Git dereden su iç dedim. İçilir mi dedi. Oğlum suyun kaynağı orası dedim. Bu tabii sevine sevine gitti üstünü başını sırılsıklam edip geldi. Baba gel bir şey göstereceğim, ağacı buldum dedi. Gittik, gerçekten de çatalı bulmuş. Kestik ağacı, ödevdeki fotoğrafa bakıyor, biraz 'U' gibi oradaki çatal. Baba bunda bir sakınca var mıdır? Taş geçer mi bunun arasından, dedi. Geçer ama istersen yuvarlayabiliriz de dedim. "Nasıl?" dedi. Oğlum, ağaç yaşken eğilir dedim. Yanımda tel getirmiştim, o telle ucunu yamulttum. Ateşin kenarına sokup üzerini külle örttüm. Daha sonra o soğuyunca açtı. Oğlum dedim gördün mü ağacı büktük. Şaşkın şaşkın heyecan içinde bakıyor. Bir kitapta okusa öyle bakabilir mi? Hadi devam edelim lastiğini yapalım dedi. Tabiatta lastik bulamadı tabii. Affedersiniz donunun lastiğini kesecekti neredeyse. Dur oğlum ben bisikletinin iç lastiğini getirmiştim dedim. Düğüm atmayı öğrettim ona bir güzel bağlattım. Atletinin arkasından da bir parça bez kestirdim, taş koymak için hazne yeri olarak. Hadi taş bul hedefe atalım dedim. Gitti küçük küçük taşlar toplayıp geldi. Bunlar olmaz aerodinamik yapısı bozuk bunların dedim. 'O ne demek?' dedi. Farklı aşınmış yüzeyleri, bize tam yuvarlak lazım dedim. Yok, ben vururum bununla da dedi. İyi peki, şu ağacı vur bakayım dedim arada yedi sekiz metre var. Atıyor vuramıyor, yamuk gidiyor, bir iki tane denk getirdi. Baba nereden bulacağım yuvarlak taş dedi. Oğlum daha yeni yine bana ödev getirmiştin hani çakıl taşları vardı dere aşındırırdı onları… Aa hatırladım dedi gitti dereye, dereden küçük güzel yuvarlak taşları bulup getirdi. Bunlarla hedefi belirliyor, alıyor atıyor gerçekten de vuruyor. Oğlum gel bir kuşa bakalım dedim. Yok, hayır öldürmeyelim onu dedi. Hayır, öldürmeyeceğiz yanımızda yiyecek var dedim. Baba dedi şu kuş nasıl, eti yenir mi dedi. Küçücük bir kuşu gösteriyor.

Sapan yapımını öğrenince avcı olmaya karar verdi herhalde?

Mercimek kadar eti var o öldürülmez dedim. Avcıların mantığı hayvan öldürmek değil çok açken açlığını doyurmak için öldürür sonra da yer onu. Serçe, saka, saksağan, karga kuşlarını gösterdi, bunların hiçbirinin eti yenmez dedim. Eti yenecek kuş bulamadı saatlerce aradı ama saatlerce yürüdük, tırmandık, derelerden geçtik. Sonra şahini gösterdi; baba kesin bunun eti yenir dedi, oğlum onun da eti yenmez, istersen bir taş at, havada yakalar o taşı, sen onu göremezsin ama onun gözü çok keskin. Böyle konuşa konuşa kampa geldik, konuşurken yorgunluktan uyuyakaldı. Sabah kalktık eve geldik, bütün gün ödev yaptı. Ödevinin sorusunu değiştirmiş. Öğretmenin verdiği ödevde "Neden sapan yapılmaz?" sorusu vardı, bizimki soruyu "Neden sapan yapılmalı?" olarak değiştirmiş. Bir çocuğun tabiatla bağ kurabilmesi için sapan yapması şart deyip altını da doldurarak cevaplamış. O gün bir sapanın peşinden 15-20 kilometre arası yol yaptık. Çocuğu futbol, basketbol, yüzme gibi sporlardan birini yaptırmaya götürsen takım içinde en fazla iki kilometre yol yapar. Sorunun cevabına yazdıkları oldukça önemli; ağaçları, ağaç yapraklarının ne işe yaradığını, hangi ağaçtan nasıl istifade edileceğini, kuş türlerini, seslerini duyarak görerek öğrendiğini yazmış. Sucuk yediğini, nasıl su bulabildiğini, kampta nasıl kalınacağını güzel bir dille anlatmış. Öğretmen herkesin ödevini topladıktan sonra Tibet'i tahtaya çağırmış ve soruyu yanlış yazdığını söylemiş. Tibet, öğretmenim siz önce bir okuyun demiş. Öğretmen okuyunca etkilenip diğer öğretmenlere götürmüş ve nihayetinde idareye kadar çıkmış ödev. Öğretmeni sen bu ödevini arkadaşlarına da anlatır mısın demiş. Tibet tamam deyince bin iki yüz kişinin olduğu bir salonda anlatmış bunları. Burada anlatmak istediğim; bizim tabiatta yaşayan insanın, öğretmenin dahi algısı değişti. Hayvan Koruma Haftası ne demek? Hayvansever, doğasever ne demek? Sen zaten doğanın içindesin, bunu söylemenin ne gereği var?

Burada iki cenah var sanırım; ilki tabiatı hunharca kullanarak katleden, diğeri de tabiatı ilahlaştıracak derecede ona tapan... Bu iki cenah da insanın tabiatın efendisi olduğunu düşündüğü için mi böyle hareket ediyor? İnsan gerçekten tabiatın efendisi mi?

İnsan tabiatın efendisi değil. Tabiatla yaşayan insan kendisini tabiatın efendisi gibi değil, tabiatın parçası gibi görür. Eşim klinik psikolog, o bunu insanın kendi içindeki korkuları olarak yorumlar diye düşünüyorum. O tabiatın efendisi denilen insanı alın, en vahşi ormana bırakın, altına işer, hakikaten işer korkudan. Seslerden korkar, ayının saldıracağını, karıncanın ısıracağını falan düşünür. Ben şehirde çok 'efendiler' gördüm ama orada yalnız kalınca daha da efendileştiler. Tabiatla yaşayan insan naiftir. Dedem günlerce dağlara giderdi, dört beş gün sonra dağdan dönerdi. Nereye gittiğini sorunca aşı yapmaya gittim derdi. Kime aşı yaptığını sorunca, bahçedeki elma armudu dağdaki ağaçlara aşıladığını söylerdi. Tabii ben çocuğum anlamıyorum, dede orada insan yok ki neden böyle yaptın dediğimde, oğlum oranın kurdu kuşu yok mu, onların hakkı yok mu derdi. Onun bunu söylemesi tabiata karşı üstünlüğünü değil, tabiatla beraber yaşadığını, oradaki canlıya da bir his besleyerek, onu da Allah'ın yarattığı bir canlı olarak gördüğünü gösteriyor. İnancı da bunu söylüyor.

Yurtdışında Doğadaki İnsan'ın muadili olan programlardan birinin ismi İnsan Doğaya Karşı, diğeri Doğadan Kaçış. Onlarla böyle bir zihniyet farkı var bizim aramızda. Batılı insan doğayı böyle mi görüyor?

İnsan doğaya karşı olabilir mi? Biz yaratılış olarak da inanç olarak da farklıyız. İnsan doğaya karşı olursa ölür. Bir yıldırım düşsün de dur durabilirsen orada yahut bir selin geleceği yere ev kur bakalım neler olacak. Suyla birlikte onun üzerinde bir parça gibi gitmeyi becerirsen suyla beraber akar gidersin, suya direnç uygularsan su alır seni kaya gibi, yapıştırır.

Bir de sanırım tabiatı rakip olarak gören bir yönelim var…

Şehirdeki insanlar mücadeleyi, kavgayı seviyorlar ondan böyle bir kurgu var. Bizim beklentimiz bu değil. Benim program Anadolu'da daha çok izleniyor, çünkü öyle yaşıyorlar, yabancı değiller.

Peki insan bir böceği niye bilsin, kuşun çeşidini, ağacı, çiçeği neden tanısın?

Bizim ihtiyacımız toprakta. Üstümüzdeki yün topraktan, yediğimiz içtiğimiz topraktan, bindiğimiz aracın yakıtı topraktan, enerji topraktan. Ama biz orada yaşamıyoruz, bunda bir terslik var. İnsanın bunu bilmesi lazım. Birçok bitkiyle ilaç yapılıyor. Bilim zaten tabiatın içinde. Matematik, fizik, kimya hep orada. Gerçek bilim adamı onu oradan bulup buraya getirecek. Asıl bilim kitaplarda değil tabiatta. Bitkiyi böceği bilmen lazım. Bal yiyoruz, balın kaynağını bilmemiz gerekiyor. İlla her şey bizim hizmetimize sunulmuş gibi görmemek gerek ama tabiat insana bahşedilmiş en muhteşem şeydir. İnsan da yediği, içtiği, ürettiği şeyle onun parçasıysa bilmesi gerekir. Bir ineğin, koyunun yahut atın dışkısına baktığımızda etrafında mikroorganizmaların ve bitkinin yetiştiğini görürüz. Mesela karınca türleri, dağda bir karınca türü ile elime dikiş attım, ısırarak dikiş atıyor. Karınca başka bir şeyden faydalanıyor, sen de ondan faydalanıyorsun. Evliya Çelebi bir beyin operasyonundan bahsederken adamın kafatasını açtıklarını ve karıncayla dikildiğini anlatır 1500'lü yıllarda.

Çok pratik olarak düşündüğümüzde bugün yaşadığımız toplumsal cinneti, insanın tabiattan kopuşuyla doğrudan ilişkilendirebilir miyiz?

Yüzde yüz ilişkilendirebiliriz. Çünkü elektronik çağda yaşıyoruz. Bu çağ insanı temastan uzaklaştıran bir çağ. Komşularımızla temas edemiyoruz, arkadaşlarımızla, ailemizle görüşemiyoruz. Elektronik çağ da olsa şehir daha küçük olmalı. İnsan küçük şehre göre bir varlıktır. Edep, ahlak ve gelenek küçük şehre göredir. Evvelden köye yabancı biri geldiğinde hemen kim olduğu öğrenilir hakkında araştırma yapılırmış köylüler tarafından ama şu an kim kime belli değil. İnsan küçük yerlerde yaşamak için yaratılmış. Aileler birbirine bağlı ve güçlü.

Şehrin insanı emekli olunca gidip sessiz bir yere yerleşmeyi, belki bir köye ev yaptırmayı falan düşlüyor. Dönem dönem de Ege'de, Akdeniz'de bazı yerler öne çıkıyor ve zamanla şehrin insanının ulaşmadığı yer kalmıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsanlar artık sakinleşmek ve yavaşlamak istiyor. Doğru gidiş bir köy yaşantısının yeniden canlanmasıyla olur. Oraya nostalji gibi gitmek olmaz. Orada ölürsün ancak gittikten sonra. İnsan çalışarak dinlenir ve yaşar. Mesela oturarak okuyan insanlar delirmiştir. İnsan gezecek ve okuyacak. Arının çok çiçeğe konması gibi. Ne kadar çok çiçeğe konarsa bal o kadar iyi olur.

Eski mutasavvıflar yılın belli bir zamanı yüksek dağlara çıkarlar ve şehir merkezlerinde durmaz, hareket halinde olurlarmış.

Mesela Evliya Çelebi bugün yaşasa Evliya Çelebi olur muydu? Uçaklı Evliya Çelebi düşünebiliyor musunuz? Mesela Mimar Sinan. Doksan küsur yaşında öldü. Mimardı ama aslında yeniçeriydi. Savaşarak ve gezerek öğrendi. O zamanki seferleri düşünmek lazım, yirmi milyon kilometre kareye yakın bir alan ve atla yapılıyor çoğu zaman seferler ve aylarca, bazen yıllarca sürüyor. Savaş bir saat sürüyor. Savaş bitene kadar yaşadıkları asıl önemli olan. IV. Murat Bağdat fethinde, Bağdat'ın fethinin değil, Bağdat'a giderken yaşadıklarının önemini anlatıyor.

Türkiye'de en sevdiğiniz yolculuk rotası neresidir?

Her zaman değişiyor. İki sene önce gittiğim bir yer vardı çok sevmiştim. Bunların yanına Doğu Karadeniz'i çok seviyorum. Bir de Doğu Anadolu, Erzurum-Kars arası. Eski sefer yolu var orada. Yavuz Sultan Selim ve IV. Murat'ın seferlerinde kullandıkları yol. O güzergâh müthiş. İki bin ile üç bin iki yüz arasında platolar var, inanılmaz bir yer. Dünyada böyle bir şey bulamazsın. Sadece Tibet'te var o stepler ama burası gibi değil. Buralar yemyeşil. O parkuru atla yaptım. O sırada IV. Murat'ın geçtiği bir köyde konakladık, köyün ismi Muratbağı. Asker sefere giderken zamanında menzile varamadıklarından açlık ve susuzluktan kırılmış. Dönüşte de aynı şeyi yaşayınca, padişah, toprağı kazın ve yetişecek tohumları serpin, kurt, kuş yesin, bir daha burada Türk askeri aç kalmasın diyor. Kitapta yok bunlar kimse yazmamış, Çelebi de geçmemiş buradan. Hâlâ oradan çiçekler çıkıyor.

ODTÜ'de okurken bir seminere gittim. Orada mimarlık fakültesinden birilerinin yaptığı bir maketi gördüm. Çok güzel bir teknikle birbirine geçirilerek birleştirilen ağaçlardan bir ev yapmışlar. Çok kuvvetli bir ev yapmışlar, ne yaparsan yap devrilmiyor yapı. Altında da İsveç yazıyor. Halbuki bu ev İspir'de Geçitağzı köyünde Dursun amcanın eseridir. Sen Türkiye'nin en yüksek puanlı mimarlık öğrencisi alan bölümlerinden birisin ama bu evin İspir'de olduğunu bilmiyor, İsveç'te arıyorsun, memleketini gezip görmemişsin. Sen önce kendi milli değerlerinin farkına var, onları koru. O çocuk mimar olunca size İsveç evi yapıyorum diyecek. Sahip çıkmazsak eriyor bu değerler. Kim sahip çıkacak? Bilim adamı sahip çıkacak. Köylü nereden bilsin? O işini yapıyor, doğaya doğa bile demiyor, olağan süreci zaten. Sen köylünün el emeğinin kıymetini bil, ahilik sistemi gibi sistemler kur. Ecdat yaptıysa şimdi de yapılır. O hayat tarzı elimizden alındı ama dönebiliriz. Elimizden alınan bir şeyi geri kazanmak yeniden yapmaktan daha kolay.

Programlarınızda tabiatta nasıl yaşanır bunu anlatıyorsunuz. Peki izleyicileriniz arasından tabiatta zor durumda kaldığında sizi arayanlar oldu mu hiç?

Tabii. Mesela dağda bir yerde kalmış. Neredesiniz deyip tarif alınca, şuradan şu kadar gidin, yol ayrımı göreceksiniz oradan düz gidin bir yaylaya varacaksınız, orada biraz dinlenin, sonra kuzey doğuya doğru gideceksiniz deyip tarif ettiğimiz oldu. Savaşlarda da bunlar önemlidir. Sarıkamış'ta harita üzerinden yapılan hata yüzünden iki ordumuz birbiriyle karşılaşıyor ve birbirini öldürüyorlar. İki bin kişi ölüyor. Orada başlarında bir çoban olsa yanlış yere götürmez.

Diyelim tabiatta tek başımıza kaldık. Yanımıza da sadece bir alet alma şansımız var. Bu hangi alet olurdu?

Bıçak kesinlikle. Diğerlerini sıraya koymuyorum bile. Belki çakmak taşı olsa yeter. Çakmak taşı olmadan da sürtünme yöntemiyle ısı oluşturup kav kullanarak ateş yakılabilir, yeter ki tekniği bilinsin.

Peki, insanın tabiatla ilişkisini ele alıp çocuklara öğretmeye başlamak için eğitim sisteminde neler yapılabilir?

Bu modelde tabiatla ilişki kurabilmenin imkânı yok. Oğlumla yaptığımız sapan gezisini buna örnek verebiliriz. Dünyada buna benzer örnekler var. Bununla ilgili düşüncelerim var tabii ileride yapmak istediğim. Asıl mesele eğlendirmek. Çocuk eğlenerek yaşayacak. Biz küçükken dövenin üzerine çıkardık, o eğlenceydi ama iş olurdu orada. Helkeyle su getirirken oyunlar oynardık, su getirirsin ama oyun oynarsın orada suyla. Aldığın oyuncak bir işe yaramıyor burada. O oyuncak ancak sarfiyat oluyor çünkü yazılımı var. Yazılımı bir ay sonra değiştirmezsen olmuyor. Çocuklar da bu hale geldi.

Bu sistemi oluşturmak için sizin gibi tabiatla hemhal olmuş, eli toprağa dokunmuş, işin teorisini değil de pratiğini bilen öğreticiler var mı?

Aynı düşünceye sahip insanlar var, konuştuğumda destek olmak istiyorlar ama pratiğe de hâkim olan çok kimse görmedim. Ama bu oluşturulabilecek bir şey, neden olmasın? Fantezi Matematik Köyü, Fizik Köyü gibi yapılar var. Bu isimler bana hayvansever, doğasever isimleri gibi geliyor. Köyün adı köyün coğrafyasına, yaşantısına göre konur. Mihrali Bey Kafkasya'dan Osmanlı Rus Savaşı'ında göç etmiştir. Sivas Ulaş'ta bir köy kurmuştur. İsmi Acıyurt Köyü.

Son olarak, şehrin içinde yaşayan insan bu imkânsızlıkla tabiatın içinde nasıl yaşayabilir, en basitinden ne yapabilir?

En basitinden sapan yapın. Hiç yapamıyorsanız bahçeye yirmi santim genişliği bir metre uzunluğunda bir tahta koyun. Her gün o tahtanın altını kontrol edin. Oraya mesken tutan canlıları gözlemleyin. Bir ay sonra altındakileri not edin. Bir sene sonra tahtanın çürümeye başladığını göreceksiniz. Sonra bakın ve gözlemlerinizi yazın, o canlıların türlerini öğrenin, sizi çok ilginç yerlere götürecektir, bilim adamı olabilirsiniz böyle.

Teşekkür ederiz.

Serdar Kılıç KİMDİR?

1969 Sivas doğumlu. 1976-1979 yıllarında mukavemet kayağı Cross Country kayak eğitimi aldı. 1980-1989 yıllarında temel hayatta kalma eğitimleri, kampçılık ve izcilik faaliyetlerinde bulundu. 1990-1991 yıllarında temel dağcılık eğitimleri gördü, yurt içinde ve yurt dışında birçok dağ tırmanış gerçekleştirdi. ODTÜ Jeoloji Mühendisliği eğitimine devam ederken, bu bölümden Beden Eğitimi ve Spor bölümüne geçmiş ve 1995 senesinde buradan mezun olmuştur. Yüksek lisansını Spor Organizasyonu ve Yönetimi üzerine yaptı. Haliç ve Marmara Üniversitesi gibi öğretim kurumlarında öğretim görevlisi olmuştur. 2008'de SKY Türk kanalında İçimdeki Doğa isimli bir belgesel dizi, 2010'da NTV kanalında Doğada Tek Başına isimli belgesel programını yaptı. 2014'te ise TRT Haber'de Doğadaki İnsan adlı programa başladı.

BİZE ULAŞIN