Mustafa Akar: Tabiatın belleğine yolculuk

Tabiatın belleğine yolculuk
Giriş Tarihi: 7.6.2016 10:34 Son Güncelleme: 15.6.2016 15:54
Mustafa Akar SAYI:25Haziran 2016
Kendi tabiatınızın içine yürümeye hazır mısınız?

Biz artık yolculuk yapmıyoruz. Yola çıkan kişi yolda yeniden yapılacağının da bilincindedir hâlbuki. Bir yere gitmek midir, varmak mıdır esas olan, yoksa tüm mesele yolda olmanın insanda uyandırdığı o muhteşem duygular mıdır? Mekân değiştirmekte ferahlık olduğunu düşünen bir insan topluluğu olarak yolda olmanın tüm neşesini kaybettik. Artık yürümek bile bizim için beyhude bir yorgunluk sebebi. Her gün bizi bir yerlere ulaştıracak olan taşıtların sayısı artıyor, her gün biraz daha hız kazanıyoruz ama dünyanın bir yere kaçtığı yok. Tüm mesele bizim sürekli bir şeylerden kaçmamızı ya da o yere varmamızı sağlayan ana saikin ne olduğuyla alakalı artık. Kalabalıkların ortasında sürekli 'iki başına yürüyen' bireyler olduk. Kendimizle kalamıyoruz ne yazık ki. Kendimizle kalmamız için büyük oteller yapılıyor, kurgulanmış bir tabiatın ortasına davet ediyor bizi reklamlar. Ortada tabii bir şey kalmamış, sadece her şey ne kadar rahat edeceğimizle alakalı. Tüm bunlardan şikâyetçiyiz ve çözümü de emekli olunca yazlık bir yere yerleşmekte buluyoruz. Bir köy evi almanın sorunlarımızı çözeceğine inanıyoruz. Oysa bizim köye dönmek gibi bir duygumuz yok, bizim temel derdimiz şehirdeki alışkanlıklarımızı da köye götürebilmek. Tam da bu yüzden 'tatil köyü' denilen kelimeyi hiçbir zaman sevemedim.

Çocukluğumun hemen her anı iki ayrı köyde geçti. Annem ve babamın farklı ilçelerden olması sayesinde Karadeniz'in kıyısıyla, kırsal bölgelerini birlikte tanıdım. İnsanın taş ile toprak arasında nasıl farklı farklı yapıldığını çok küçük yaşlarda fark ettim. Karadeniz kıyısında büyümüş bir çocuk için tabiat demek önce deniz demekti tabii ki. Deniz kocaman bir imge. Tabiatın ana suyu, can suyu. Geçmek bilmeyen uzun gecelerde denize bakıp, uzakta seyreden gemilerin hangi ülkelerin bandıralı olduğunu merak etmemizi sağlayan oyunlar geliştirirdik. Deniz insana değişik bir sonsuzluk duygusu verir. Karadeniz'de de olsanız, ucu bucağı görünmeyen bir gölde de olsanız, ufkunuzun suyla çevriliyor olması, içinizdeki uzaklık duygusunu da dengeler. Hayaller fizik kuralı tanımaz elbette. Ne tip hayaller kurardık, şimdi düşünüyorum da o zamanlar yaşadığımız taşradaki kıstırılmışlık duygusu, hepimizin içinde ince ince işleyen bir tür sanatsal mirasa dönüşmüş. Denizi sevmekle onun içindeki canlıları da seversiniz. Bu yüzden denizi sevmenin binlerce yolu vardır. Hamsi, mezgit, lüfer, barbun, palamut, midye gibi deniz canlılarıyla olan yakınlığınız sadece yiyip tüketmek anlamında da kalmaz. O deniz canlılarını tanımakla kendi canınızı tanımak arasında bağlar kurarsınız. Mesela folklorun bununla yakın bir bağı vardır. Nasıl ki Ege bölgesinin engebeli coğrafi özelliği Ege oyunlarındaki ağır başlı tutuma yansımışsa, Karadeniz insanının deniz canlılarıyla kurduğu hareketli bağ da oyunlarına yansımıştır. İnsan tabiatla birlikte yapılır demem boşa değil. İnsan doğduğu yere benzer, diyen şair çok haklı.

Tabiatla kurduğumuz bağlantı denizle sınırlı değildi. Karadeniz'in dağlarını sevmeyi de öğrenmiştik bir şekilde. Ben çevremi genelde manilerdeki, türkülerdeki mekân sevgisiyle tanıdım. Tabiat, edebiyatımızda da her zaman başat bir unsur olarak yer almış bir konu.

Tabiattan bahseden şiirleri pastoral (çobanlama) şiir olarak tanımlıyorlar. Türk ve dünya şiirinde sadece pastoral şiirler yazan şairler olsa da bu sayının ne kadar az olduğunu tahmin edebilirsiniz. Özellikle klasik dönem şiirleri için bir pastoral damardan bahsetmek mümkün elbette. Yunan edebiyatından Theokritos, Latin edebiyatından Vergilius pastoral şiir dendiğinde ilk akla gelen isimler. Yine de pastoral şiirden çok şiirlerde pastoral unsurlardan bahsetmek çok daha doğru. Özellikle Halk Edebiyatımızda tabiatla ilgili yazılan şiirlerin mükemmel örneklerini bulmak mümkün. Âşık Ömer, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Karacaoğlan, Dertli, Bayburtlu Zihni gibi şairler pastoral şiirin büyük şairleri. Ben tabii bu şairlerin yanına kendi babaannemi de ekliyorum. Çünkü bir ümmi olan babaannem ezberindeki binlerce mani ve türküyle konuşurdu.

Tabii biz bu şairlere bugünden edebiyat tarihinin sınıflandırma ölçütleriyle baktığımız için böylesi ayrımlar kullanıyoruz. Halk ve Divan edebiyatı şairlerindeki tabiat kullanımı gayet kendiliğinden, gayet doğal olarak gelişmiş. Şairlerin yaşadıkları yerin tabiat özelliklerini şiirlerinde kullandıklarını da görüyoruz. Halk şiirinde şairler bunu bazen kafiyeyi tamamlamak için yapıyorlar bazen de şiirlerinde bahsetmek istedikleri meselenin özünü anlatmak için. İslam öncesi Türk edebiyatı olarak sınıflandırılan edebiyatta 'baksı', 'kam', 'şaman' olarak da adlandırılan şairlerin avcılara güç ve cesaret vermek üzere söyledikleri şiirlere 'koşuk' deniyor. Koşuklarda baharın gelişi canlı imgelerle gösterilirken, şiirlerde mutlaka bilgece bir ifade de kullanılıyor.

"Bahar geldi, kar suları
Aktı delice selleri
Doğdu seher yıldızı
Dinle sözüm, gülmeden"

Daha sonra Türklerin İslamiyet'i kabulünden sonra ortaya çıkan koşuk türünün de devamı olarak kabul edilen koşmalarda tabiat artık doğrudan şiirlerin bir parçasıdır. Dağlar, tepeler, bayırlar, sular bazen adlarıyla bazen de çağrıştırdıklarıyla şairin ana konuları arasındadır. Fakat tabiat unsurları ya şairin yararlandığı birer semboldür ya da şairin anlatmak istediği konunun bir tür yardımcı nesnesi. Yüksek yaylalar saflığın sembolüdür mesela, soğuk sular abı hayatın ve temizliğin sembolüdür. Bazen de şairler bu mekânları gerçek halleriyle kullanırlar. Bir yaylaya, bir köye şiir yazabilir şair.

"Türlü yaylayı görünce
Soğuk suları içince
Kocayıp vaktin geçince
Taşlar alıp döğünürsün"

Der mesela Karacaoğlan bir gelinle konuşur gibi söylediği şiirinde. Çocukluğumda babaannemden duyduğum bu Karacaoğlan şiiri gibi şairin diğer şiirleri de tabiatla sadece içli dışlı değil, giderek o şiirler, o tabiatın malı olmuş. Orayı anlatırken, Karacaoğlan'ın şiirlerini söylemeseniz olmaz gibi geliyor bana. Hâlâ da ne zaman bir yaylaya çıksam aklıma Pir Sultan Abdal'ın "Karşıda görünen ne güzel yayla" mısraı gelir. Tabii şiirin devamı buruk. Çünkü pir idamından önce yazdığı şiiri "Bir dem süremedim giderim böyle" diye noktalıyor. Burada yayla hayatın bir remzi.

Çocukken dağlarla olan yakınlığımızı düşününce keder gelip kalemimin ucuna oturuyor. Ortaokuldayken ilk kez gittiğimiz Alucra'nın epey yükseğinde bulunan Çakmak köyünde gördüğüm çiçekler karşısında şaşkınlıktan saatlerce susmuştum. Çünkü o çiçekler bir kitapta gördüğüm Van Gogh resimlerinin neredeyse aynısı olan sarı çiçeklerdi. Çocuk aklı işte. Sanki o resimdeki çiçekler canlanmış, tam da karşıma gelip kurulmuştu. Büyükanneme bu çiçekleri sorduğumda verdiği cevap ise yıllarca aklımdan çıkmadı, "O çiçekler ailemizin çiçekleri." O zamanın insanları işte. Evinin önünde kendiliğinden yetişen çiçekleri bile sahiplenip, onlara bir su yolu yapıyor. Sonraları da çok kez gidip geldiğimiz dağ köyünde dedemden 'yürümeyi' öğrendim. Evet yürümek… Biz şehirlilerin bilmediği, yaşamadığı bir eylem biçimi o. Kızılderililer çok hızlı gittiklerinde bir süre durur, ruhlarının da kendilerine yetişmesini beklerlermiş. Dedemden öğrendiğim birinci yürüme kuralı yavaşlıktı tabii ki. Sonra yolu ve çıkacağın tepeyi kendi içinde bir bölümlemeye tabi tutmak. Hızını ona göre ayarlamak. Şu karaağaçtan sonra mutlaka bir su gözesi vardır çünkü orada. Az sonra camide namaz kılınır ve Tepesi Delik denilen garip yer altı suyunun geçtiği yokuşta serinlenilir. Sonra muhakkak armutluktan meyve alınır ve komşunun soğuk ayranı içilir. Oradan ver elini Gamlıbayır. Adı gibi gamlı bir iniştir. Ama etrafında türlü türlü nebatat… Sen de onların arasında kendi geçip gidiciliğinin farkına varırsın. Gamlıbayır adamı az zorlasa Yunus Emre yapar, Hacı Bektaş yapar, anlarsın.

Kendi tabiatına yürümek

Uzun yolculuklarımın çoğunu giderek kitaplarda yapmaya başladım ben. Tüm bu tabiat sevgisi geçmişte kaldı. Kaldı kalmasına ama içimde bir burukluk olarak yaşar durur. O burukluğu yıllar sonra başka vesilelerle bileyledim. Askerliğimi kaderin sillesiyle Osmaniye'nin Kadirli ilçesinde yaptım. Deniz görmeden yaşayamayan birisi için Çukurova dilsiz bir serüvendi elbette. Karakolda geçen gecelerin sonunda Meryemcelerin ufkun ucundan olduğum noktaya doğru yuvarlanıp gelmesi, bir bükün tam ortasında sökün eden o yalnız ardıç, ikindileyin kokan kavun kokusu ve Çukurova'ya özgü nem… Tüm bunları garip bir tebessümle hatırlıyorum. Ha bir de Yaşar Kemal. Çukurova'yı bana sevdiren romancı. O zamana kadar okumamanın verdiği utançla Kadirli'de kaldığım günlerde neredeyse tüm romanlarını okudum, çünkü romancının doğduğu köyden her gün geçiyor oluşumun sadece garip bir tesadüf olmadığının da farkındaydım.

Romancının tabiatı anlatması, ondan yaşayan bir varlıkmış gibi bahsetmesi alışıldık bir şey. Yazıda bahsettiğim şairlerin ve şiir türlerinin içinde geçen tabiat unsurları da öyle. O metinlerde tabiat neredeyse bir kontrpuan. Mesela Yunus Emre'yi düşünelim; "İy derviş diyen bana nem durur derviş benüm/Dervişlik yaylasında hareketim kış benüm." Yaşar Kemal'de ise tabiat bambaşka. Romancı nasılsa sizin beş duyunuza hitap etmeyi başarıyor. Yaşar Kemal, William Faulkner'ın güneyi gibi kendine özgü bir güney düşüncesi geliştirmiştir. Onun kitaplarıyla Çukurova'yı baştan sona gezmek mümkün. Çünkü yazar hem dağların dilinden anlıyor hem de insanların. İnce Memed'de okuduğum köylülerle her gün karşılaşıyordum mesela. Sumbas Çayı, kale, Hemite capcanlı karşımda duruyordu.

Çocukluğumun gecelerinden aklımda kalan bir şeyler var. Ormanın kenarındaki köyde, geceleyin sadece ay ışığı altında yaptığım yürüyüşlerde kendimi yeniden bulduğumu ve kurduğumu düşünürdüm. Karanlığın getirdiği korku, kendi kendime yeni sorular sormamı sağlamıştı. Bu ritüeli yakın bir zamanda yeniden yaşadım ve aynı çarpılma dakikalarıyla karşılaştım. Gece ve ay ışığı sizi bilindik dünyadan koparıp değişik bir kozmolojinin içine atıyor. O an derin bir yalnızlığın içinde, garip bir harelenme olarak kutsal olanın farklı farklı yüzleriyle karşılaşıyorsunuz. Günlere ve gecelere yaslanan o değişik kozmolojinin içinde uzun yürüyüşlere çıkmak istiyorsunuz, ola ki bir yerlerde kendinizle karşılaşasınız diye. Yine Kızılderililerin inancına göre tüm ruhlar birlikte yaratılmıştır ve insan dünyadaki ömrü boyunca kendi ikizini arar. Tüm ikizler birbirini bulduğunda çevrim tamamlanacak ve kıyamet kopacaktır. Tabiatın içine, kendi tabiatınızın içine yürümeye hazır mısınız?

BİZE ULAŞIN