Raşit Ulaş: Tanpınar, Yahya Kemal’e öfke duyardı

Tanpınar, Yahya Kemal’e öfke duyardı
Giriş Tarihi: 16.2.2018 12:46 Son Güncelleme: 17.2.2018 12:06
Tanpınar’ın geçmişe duyduğu ilgi hayatın boğucu sınırlarını aşmak isteğinden gelir.

Özellikle son 10 yılda Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine yapılan çalışmaların, düzenlenen sempozyumların, çıkarılan kitapların sayısında bir artış görüyoruz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden Huzur'a kadar geniş bir halk kitlesi tarafından okunmaya başlandı Tanpınar. Peki, bütün bunların dışında Tanpınar, nasıl bir rüya adamıydı? Yahya Kemal'in rüyası ile Tanpınar'ın rüyası arasında ne fark vardı? Tanpınar'a dair birçok konuyu Prof. Dr. Handan İnci ile konuştuk.

Tanpınar Antalyalı Gence Mektup'ta; "Sizin sahillerinizde, o denize bakarak o lodos dalgalarını seyrederek benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken ilk şiirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım. Yavaş yavaş bir hülya adamı oldum" diyor. Aslında buradaki hülya kelimesinin içine geniş manada rüyayı da dâhil edebiliriz sanki. Tanpınar nasıl bir hülya ve rüya insanı?

Önce şunu belirteyim; yaygın olarak "Genç Kıza Mektup" diye bilinen o metnin adı "Antalyalı Gence Mektup" olmalı aslında. Liseli bir delikanlıya yazılmıştır çünkü. Arşivde bulup belgesini yayımlamıştım. Bu mektup Tanpınar Merkezi'nin sitesinde de var. Tanpınar'ın asistanı Turan Alptekin mektubu ortaya çıkarmama çok sevinmişti çünkü mektubu kendisi daktilo ettiği için erkek olduğunu biliyor ve "Genç Kıza Mektup" başlığıyla yayımlanmasının doğru olmadığı konusunda ilgilileri uyarıyordu. Buna rağmen mektup böyle basılmış ve ünlenmiş ama Tanpınar'ın muhatap aldığı kişinin mektubu da ortaya çıktığına göre artık bu yanlışlığın giderilmesi gerek.

Sorunuza gelecek olursak; Tanpınar'ın lügatinde hülya ve rüya kelimeleri birbirinden çok farklı değil. Bugün biz hülyayı başka bir anlamda kullanıyoruz. Hülyalı insan dediğimizde dalgın, önünü göremeyen gerçeklerin farkında olmayan birini anlarız. Negatif bir anlamı vardır yani hülyalı olmanın. Tanpınar'ın estetiğinde böyle değil. Onun için görünenin, varlığın anlamını derinleştiren ve incelten bir karşılığı var bu kelimenin. "Çok defa manzara karşısındaki ruh halimiz de uyanık halde görünen rüyadır" diyor Tanpınar. Biz manzara karşısında kendinden geçme hali için "hülyaya dalmak" deriz ya, Tanpınar bunu "uyanık halde rüya görmek" olarak açıklıyor. Demek ki onun için hülya, rüyanın uyanıkken görülen şekli. Tanpınar'a göre rüya geceye has bir durum da değildir. Rüya bizim içimizde gömülüdür zaten. Uyuduğumuz zaman orada bir gedik açılır ve o andaki ruh durumumuza göre yolculuğumuzu yaparız. Hülya ise gündüz rüya görebilme halidir. Rüyanın "bilinçle görüneni" de denebilir. Rüya yahut hülya, Tanpınar için gerçekten uzaklaşmak yerine ona daha çok yaklaşmaktır. Algı kapılarının açıldığı andır. Valery'den aktardığı gibi Tanpınar için; "Rüyalarını yazmak isteyen adam, azami şekilde uyanık olmak zorunda"dır.

Peki, hikâyelerinde nasıl bir dünyayla karşılaşıyoruz Tanpınar'ın?

Abdullah Efendi'nin Rüyaları ile Yaz Yağmuru kitaplarındaki hikâyelerde "rüya" hem tema hem anlatım tekniği açısından yoğun bir şekilde kullanılır. Hemen her hikâyesinde rüyayla ilgili bir kesit vardır ama bu açıdan asıl dikkate değer hikâyesi Yaz Yağmuru kitabında yer alan "Rüyalar"dır. Düz bir okumayla anlaşılmayacak bir metindir bu. Ancak Freud'un rüya yorumları kitabındaki anahtar kavramları kullanarak çözebilirsiniz. Abdullah Efendi'nin Rüyaları ve Yaz Gecesi de Freudyen kavramlar düşünülerek kurgulanmış hikâyelerdir. Rüya, bütün kitaplarında psikanalizde kullanılan şekliyle Tanpınar'ı çok ilgilendirmiştir çünkü benliğimizin, bilinç ötemizin kapısını açan ve insanın sırlarını ele veren bir alan gibi düşünmüştür onu. Bunun yanı sıra teknik olarak şiirlerinde ve bazı hikâyelerinde rüyaya has bir atmosfer, bir rüya estetiği yaratmaya çalışır.

Rüya estetiği nedir?

Rüya sadece bilinç ötesini kurcalamaya imkân tanıyan yönüyle değil, bir "yazma metodu" olarak da Tanpınar'a cazip gelir. Özellikle şiirlerinde "rüya hali" yaratmak istemiştir. Kapalı, sisli ve hatırlayan bir şiir dili kurmaya çalışan Tanpınar buna "rüya nizamı" diyor. Rüya; sert, keskin hatlı ve yoruma kapalı varlık âlemini değiştiren ve muhayyileyi harekete geçiren bir kaynaktır onun için. Bu konudaki fikirlerini açıkladığı "Şiir ve Rüya" adlı makalesinin okunmasını öneririm.

Şiirde olduğu gibi hikâye ve romanda da benzetmeleri, dolaylı anlatımları, imaları sever Tanpınar. Şiirde kapalı ve tam kavranamayan bir atmosfer kurmaya çalışırken, düz yazılarında hatırlama ve imajlarla varlığın görünen yüzünü değiştirmeye çalışır. Göze olduğu gibi görünen eşya, üzerine bir anlam yığması yapılmadan, sis perdesi çekilmeden, çağrışımlarla hareketlenen bir hatırlama dizgesi içinde anlamını çoğaltmadan bir şey ifade etmez Tanpınar'ın metinlerinde. Rüya gibi "sis" de bu konuda zihin için yaratıcı bir mekân düzenleyicidir. Tanpınar bu nedenle sisi de çok sever çünkü sisin içinde de varlığı, eşyayı tam olarak göremezsiniz ve muhayyileniz en ufak bir çağrışımla başka bir algıya geçebilir. Rüyalarda da bu kaçışlar, geçişler ani çağrışımlarla olur.

Varoluşçuluk mu var biraz? Çünkü Sartre'ın Bulantı'sında da görüyoruz ya, elini örümceğe benzetiyor, varlığı başka bir şeylere aktarıyor. Biraz melankoli, biraz varoluşçuluk sanki.

Varoluşçuluk Tanpınar için çok önemli bir düşünce ama rüya bağlamında değil. Roman yazmaya başladığı yıllarda Avrupa'yı saran bu düşünceden farklı biçimlerde de olsa etkilenmiştir Tanpınar. Daha çok "insanın kâinattaki yerini ve mesuliyetini" sorgularken devreye giriyor bu etki.

Tanpınar'ın Freudyen bakış açısı sonradan Bergson'cu bir felsefeye dönüyor mu?

Hayır, böyle bir geçiş olmadı, yani Freudyen iken Bergson anlayışını benimsedi gibi bir sonuca varamayız. Tanpınar'ın kuşağı, 1920'lerin başında ülke bir yıkılış psikolojisi içindeyken Bergson'un zaman ve süreklilik üzerine söyledikleriyle ilgileniyor, romantik milliyetçilik anlayışıyla bunu benimsiyor ve üzerine yazıp konuşuyorlar ama bu dönemsel bir ilgi oluyor o kuşak için. Tanpınar'ın Bergson ilgisi ise farklı bir düzlemde devam ediyor. Bergson'un "süreklilik" kavramını modern bireyin varoluş sıkıntısını aşabilmesi için bir çare gibi görüyor. Tanpınar'ın temel sorunu, insanoğlunun varoluş sıkıntısı, yeryüzünde ne yapacağı, nasıl yaşayacağı ve ölüm endişesiyle nasıl baş edeceğidir. Bireyin zihninde bir zincirin devamı olduğu duygusunu yarattığı için Bergson'un süreklilik kavramında teselli edici bir yan buluyor. Tanpınar'ın geçmişe duyduğu ilgi de gündelik hayatın dar ve boğucu sınırlarını aşmak istemesinden ileri gelir. İnsan ancak yaşanmış hayatların peşine düşerek yahut zamanı yenmiş sanat eserlerini alımlarken varoluşa katlanabilir. Tanpınar bu nedenle kültürünün geçmişine bakıyor ve bu geçmişin kültürel kodlarını çözerek, onları kendi hayatına katarak, hikâyelerle, sanat eserleriyle bir zincire bağlanarak bütünlük duygusuna (yani huzura) ulaşabileceğini düşünüyor. Öte yandan, modern çağın parçaladığı zincir karşısında insanın artık asla böyle bir bütünlüğe ulaşamayacağının da farkındadır. Tanpınar'ı trajik yapan da bu farkındalıktır. Huzur ile Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü bir aynanın parlak yüzeyi ile karanlık sırtı gibi birbirine bağlayan da aynı farkındalıktır. Freud'a gelince, bu daha farklı bir konu. Freud, Tanpınar'ın estetiğinde 1930'larda ilk hikâyelerini yazdığı andan itibaren katılır ve bu ilgi son romanı Aydaki Kadın'a kadar bırakmaz peşini. Bakmayın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde psikanalizle ve Freud'la dalga geçmesine, kitabın kendisi bile doğrudan doğruya psikanalizle çözümlenmek üzere kurgulanmıştır. Tanpınar, kişilerinin iç dünyalarına eğilirken Freud'un kuramından bolca yararlanır.

Yani her ikisi de mevcut.

Behçet Bey'e (Necatigil) yazdığı mektupta söylediği gibi: "Hepimiz Bergson ve Freud'un beraberce paylaştığı bir dünyanın çocuğuyuz. Onlar bize sırrı insan kafasında, insan hayatında aramayı öğretti."

"Ne içindeyim zamanın/ne büsbütün dışında" mısraları çok konuşulur Tanpınar'ın fakat benim ilk okuduğumda dikkatimi çeken şiir, Zaman Kırıntıları. Zaman Kırıntıları, Tanpınar'ın rüya ve hülya dünyasına dair daha çok şey söylüyor. "Dünya bize öyle kapattı kendisini/Neye yarar hatırlamak/Neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde/Hatırlamak geçmiş şeyleri."

İnandınız mı buna? İnanmayın bence. Hatırlamak onun şiirinin, sanatının özüdür. Tanpınar'ın "hatırlamadan" konuştuğu, yaşadığı bir zaman yok zaten. Beş Şehir'deki, İstanbul bahsinin son bölümünde, kendisi için hatırlamanın anlamını ne güzel anlatır, bilirsiniz. Zaman ve geçmiş konusundaki düşüncesinin çekirdeği oradadır. Şöyle diyor: "Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir; ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum. Kanuni'nin, Sokullu'nun İstanbul'unda bile 10 dakikadan fazla yaşayamam. Aradığım şey ne onlar ne de zamanlarıdır. Hayır muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken, bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz. Kaybolmuş bir dünyayı arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince şiire, yazıya dönüyorum." Kısacası Tanpınar'ın yazabilmesi için "artık orada olmayanı, acı bir zevkle hatırlaması" gerekir.

Fuzuli geldi aklıma, acı ile mutlu olma hali…

Evet, Nietzsche'de de var ve Tanpınar'ı çok etkilemiştir bu düşünce. Yaratıcılığın üst noktası acının hazza dönüştüğü andır. Rüyaya dönersek, rüya da aslında bir hatırlama sürecidir. Hatırlama zinciri tamir eder ve bütünlüğe ulaştırır. Sözünü ettiğim makalesinde, "Rüyalarımızla bir küllün cüz'ü, büyük ve âlemşümul bir dünyanın parçası olduğumuzu hatırlarız" diyor. Yazıyla da yapmaya çalıştığı budur Tanpınar'ın. Uyuduğumuzda içimizde bir gedik açılır ve o andaki ruh halimize göre sevinç, neşe, öfke, korku ne varsa biz onlardan bir hikâye yaratırız, diyor Tanpınar. Rüya gören herkes bir sanatçıdır buna göre. Tanpınar, bütün öğrencilerine rüyalarınızı yazın dermiş. Her sabah uyandığınızda başınızda bir rüya defteri olsun ve rüyalarınızı hemen kaydedin.

Yahya Kemal ile bu kadar yakın olmasına rağmen Yahya Kemal'in rüyası ile Tanpınar'ın rüyası arasında bir fark var. Yahya Kemal milli romantik bir rüyada iken Tanpınar çok daha şahsi bir rüyada kendisini var ediyor. Bu kadar yakın olmalarına rağmen çok farklı alanlarda kalmalarının sebebini, Tanpınar'ın Yahya Kemal'e olan tepkisel tavrı yahut kıskançlığı olarak görebilir miyiz?

Tanpınar, Yahya Kemal'i ve onun şiirini değerli buluyor ama onun şiir estetiğine yakın biri değil, daha çok Ahmet Haşim'in yazdığı tarzda şiiri beğendiğini biliyoruz. Dolayısıyla Tanpınar'ın hayran olacağı, keşke bu şiiri ben yazsaydım diyeceği şiiri yok Yahya Kemal'in. Yahya Kemal roman da yazmamış. Peki, Yahya Kemal'i nerede kıskanabilir Tanpınar? Bence, toplumun onu kabullenme biçimine, çevresinde toplananlara, gördüğü ilgiye, kendinden eminliğine, rahatlığına tahammül edemiyor. Günlüğünde durmadan bu konularda sataşıyor hocasına. "Nasıl bu kadar rahat olabilir" diyor. "Etrafındaki şiirden anlamayan, basit insanların hayranlıklarıyla nasıl yetinebiliyor" diyor. Onları yeteneksiz ve cahil buluyor çünkü. Tanpınar hakikaten çok kültürlü bir insan. "Yahya Kemal bu insanlarda ne buluyor yahut bu insanlar Yahya Kemal'de ne buluyor, bende daha fazlası var" diye düşünüyor. Aslında Yahya Kemal'e hayranlıktan çok öfke duyuyor. Onun edebiyat ortamında temsil ettiği yeri arzuluyor. Günlüğü, Yahya Kemal hakkında çarpıcı cümlelerle doludur. Gidiş gelişleri de var. Mesela; "Benim yolumu kısaltabilirdi ama yapmadı" diyor Yahya Kemal için. Yani iyi yetiştirilmemiş bir çocuk öfkesi var. Kendi kendini yetiştirdikten sonra dönüp ondaki eksikleri saymaya başlıyor bu defa. Tanpınar'ın Yahya Kemal için ne düşündüğü, hakkında yazdığı biyografide değil günlüğündedir. Daha samimi ve dolaysızdır. Evet, bir tür baba oğul çekişmesi denebilir belki ama bu çekişmenin alanı şiir değildir. Yani Tanpınar, Yahya Kemal'in şiirinin altında kalmış değil. Bence Tanpınar, sanatında Yahya Kemal'den üstün olduğunu düşünüyor, buna inanıyor ama kimsenin bunu görmemesine büyük bir öfke duyuyordu.

Ben yaptım ama halk beni görmedi tavrı mı yani?

Tanpınar söz konusu ise bu cümle "Halk beni görmedi" değil, "Değer verdiğim insanlar beni görmedi" olmalı. Çok elitist biridir Tanpınar. Günlüğünde şöyle bir cümle var: "Hakkımda bir yazı çıkmış ama çok manasız bir imza ile." Yazının niteliği önemli değil yani. O kişinin ona hayranlık duyması, beğenmesi falan önemli değil. Tanınmayan bir imza tarafından yazılmış olması yazıyı anlamsız yapmış. Ama böyle bir yazı, mesela Sabahattin Eyüboğlu tarafından yazılmış olsaydı mest olurdu. Beni okumadılar dediği de zaten o kesimdir. Saysanız 10-15 kişiyi geçmez. Bu çevre ona "çok iyisin" dese Tanpınar rahatlayacaktır. Geniş halk kesimi onun umurunda değil, popülist değil çünkü Tanpınar. İstese çok rahat herkesin seveceği manzumeler yazabilirdi. Bugün sosyal medyada ona ait olmadığı halde Tanpınar'ın diye çok beğenilen şiirler gibi mesela.

Konunun biraz dışına çıkıp sorarsak; neden sürekli Tanpınar konuşuyoruz?

Yani neden çağdaşları içinde en çok onu konuşuyoruz, diyorsunuz. Mesela bence bu açıdan Tanpınar'la karşılaştırılacak figür Peyami Safa'dır. Neden durmadan Peyami Safa'yı konuşmuyoruz? Peyami Safa romancı olarak çok yeteneklidir. Dili kullanma biçimi, atmosfer yaratma gücü müthiş ama bu yeteneği ve malzemeyi iyi değerlendirememiş bence. Sanatsal açıdan yapılmaması gereken bir yola girmiş. Okuru elinden tutup yürütüyor "Şuradan gidin, şöyle bakın" diyor ve sonunda istediği evin içine sokuyor, "Bakın doğru adres budur" diyor. Hele romanlarının son sayfalarında ortaya çıkan o tahammülfersa "bilirkişi"ler! Onların nutkunu dinlerken iyice öfkeleniyorum Safa'ya. Yazık olmuş bu büyük yeteneğe diyorum. Okur olarak bir şeyin bana dikte edilmesini sevmiyorum. Yahya Kemal dikte ediyor, Peyami Safa, Ahmet Midhat dikte ediyorlar, Yakup Kadri kafamıza kafamıza vuruyor, Halide Edip "Her şeyi ben bilirim" diyor.

Tanpınar'da durum nasıl peki?

Tanpınar öyle değil. O okurunu sonucu belli olmayan bir yolculuğa çıkarıyor, evet, belki yığın yığın referansla çok yoruyor ama hiçbir zaman "budur" demiyor çünkü aslında kendisi de "acaba o mu" diye sormaktadır aynı anda. Tabii hepsinden önemlisi, bunu çok yüksek bir sanat zevkiyle, etkileyici bir anlatımla yapıyor. Yüksek kalibreli bir romancı yani. Tanpınar'ı konuşuyoruz çünkü onu ya seviyor ya sevmiyoruz ama kayıtsız kalamıyoruz. Sanatın gücü budur. Yaşayan bir yazar Tanpınar. Benim de eleştirdiğim çok yönü var. Üniversite öğrencisiyken çok öfkelenirdim Tanpınar'a. "Bu kültür düşkünlüğünüz de nedir böyle" diye. Durmadan referanslar verir, hiç bilmediğimiz için de onun altından eziliriz. Bu yüzden öfkelenirdim. Sonra sonra kodlarını çözünce, bu referanslara az çok hâkim olmaya başlayınca rahatladım ama başka yönlerine kızmaya başladım bu defa. Bir kısmı hayatının son dönemlerindeki siyasi duruşuyla ilgili. Bu kadar gözü kara yazmasaydı keşke, dedim; daha serinkanlı olsaydı, gündelik politikanın dilini bu kadar rahat kullanmasaydı, çok gerekli görüyorsa nefret saçmak yerine nesnel analizler yapsaydı. Bir eleştirim de kadınlar üzerine yazıp söyledikleri hakkındadır elbette. Bu konuda Tanpınar'ın sanatı ve dünya görüşü birbirinden uzak değil. Romanlarındaki kadınları ve aşk temasını yazarla birlikte ele aldığım Orpheus'un Şarkısı adlı kitabımı okuyanların, "Bizi Tanpınar'dan soğuttun" diye kızdığını da bilirim. Yani yazarını çok kollayan bir eleştirmen değilim ama onun "kendini gerçekleştirme" dediği varoluş mücadelesi, eksikleriyle boğuşma biçimi, iniş çıkışları falan bana trajik bir roman karakteri gibi ilginç ve çekici geliyor. Tanpınar yaşadığıyla da yazdığıyla da benim için Türk edebiyatının en etkileyici ismidir.

Teşekkür ederiz.

HANDAN İNCİ KİMDİR?
1986'da İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne bağlı olarak 1988'de "Edebî Mecmualarda Edebiyat Akımları Üzerine Araştırma" adlı teziyle yüksek lisans, 1993'te "Tanzimat Devri Türk Romanında Baba" çalışmasıyla doktora derecesi aldı. 1993'ten bu yana Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Tanzimat Dönemi Türk Romanı, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı, Batı Edebiyatında Akımlar, Çağdaş Türk Hikâyesi, Çağdaş Türk Romanı, Tanzimat'tan Günümüze Edebiyat Tartışmaları, Edebiyat Kuramları ve Roman Çözümleme Yöntemleri üzerine dersler veren İnci Roman ve Mekân: Türk Romanında Ev, Tanpınar Zamanı, Cevdet Kudret-Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, Kitapla Direniş, Menfa/Sürgün Hatıraları gibi birçok eseri yayıma hazırladı.

BİZE ULAŞIN