H.Sena Kartal: Rüyalar bize hayatımızı balkondan gösterir

Rüyalar bize hayatımızı balkondan gösterir
Giriş Tarihi: 16.2.2018 10:43 Son Güncelleme: 17.2.2018 12:13
Rüya bizi bir mucize gibi geçmişte yaşadığımız olayın başlangıcına götürebilir çünkü rüya âleminde zaman bizim bildiğimiz zaman değildir, gelecek ve geçmiş iç içedir.

Rüyaların bizi tedavi ettiğini savunan Dr. Mustafa Merter ile rüyanın ne olduğu ve bize olan etkileri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Rüyalardaki sembollerin sabit olmadığını ve her rüyanın rüyayı gören kişiye delil olduğunu söyleyen Merter, "Rüya yorumu eğer rahmani bir şekilde yapılmazsa, çok kötü sonuçlar getirebilir. Bu sebeple kime anlatılacağı konusunda çok dikkatli olunmalıdır" diyor.

Rüya nedir ve biz neden rüya görürüz?

Rüyayı tıbbi açıdan ele alırsak; günlük şuurumuzun ve duygularımızın dış dünyaya kapanmasıyla birlikte bizim alternatif bir bilinç durumuna geçişimiz olarak tanımlayabiliriz. Bu alternatif bilinç durumunda biz, normal hayatta yaşadığımız bazı şeyleri rüyamızda görürüz ama bundan bağımsız olarak hiçbir bağlantı kuramayacağımız senaryolar da rüyalarda bir şekilde yazılabilir. Psikoloji açısından, bütün bu rüya senaryolarına eğer "ibret" ve "ders alma" gözü ile bakarsak rüyaların bize çok büyük faydası olur. Yine tıbbi açıdan bakarsak rüyanın, uykunun hızlı göz hareketleri döneminde gerçekleştiğini biliyoruz. Gecenin rüya sekanslarının belirli bir dizilişi vardır. Sabaha karşı görülen rüyaların süreleri daha uzun olur. Kalkmadan önce biraz daha net hatırlamamızın nedeni de budur aslında. Rüya tıbbi açıdan bakıldığında aşağı yukarı bu şekilde açıklanabilir ancak psikolojik açıdan ibret gözüyle bakıldığında bize yol gösteren, düzeltmemiz gereken yönlerimize dair uyarıcı olan ilahi bir lütuftur.

Kâbusları da mı böyle değerlendirmeliyiz?

Bunu bir örnek üzerinden anlatmak isterim. Bizim bir mandalina bahçemiz var. Her sene kasa kasa mandalina gelir oradan evimize. Ben de çok severim. Birkaç tane yemem, çok fazla yerim, hatta zaman zaman abartırım. Bir keresinde bir rüya gördüm; gemi batmış, geminin mahzeninde mandalina sandıkları var ve mandalina sandığının altında bir boa yılanı sıkışmış, boğulmak üzere… Ben dalıp sandıkların altından boa yılanını kurtarmaya çalışıyorum. Sizce ne demek bu? Baştan bir kâbus gibi geliyor ama biraz mizahi düşünmeye çalışın… Rüya; burada boa yılanı bile boğulacak, bu kadar yenir mi, diyor bana… Bu rüyada rüyaların pek bilinmeyen mizahi yanını da görebilirsiniz. Bir karikatürist rüya senaryosunu çizecek olsa çok güzel bir karikatür malzemesi olur. Demek ki içimizde gizli bir bilgelik, hatta gizli bir mizahçı var. Kâbusların başka sebepleri de vardır tabii ama onların içinde bile öğretici mesajlar gizlenmiş olabilir.

Aslında burada bile hayır için bir uyarı veriliyor bize sanki.

Tabii ama bunu orada yakalayıp sonrasında da yorumunu yapmayı becerebilirsek bu uyarıyı anlayabiliriz.

Rüyalarımızın yorumunu kendimiz de yapabilir miyiz?

Bize terapiye gelen kişiler birkaç seans sonra "rüya anahtarını" kullanmaya başlıyorlar. Tabii kabiliyetlerine göre… Yani rüyayı anlayabilmenin de bir tarzı var. Yine başka bir örnekle anlatayım. Çok öfkeli bir hanımefendi bana terapiye geldi. Bir ilişkisi varken kendisi ilişkisini bozmuş ve ilişkisi bozulduktan sonra beraber olduğu kişi bir başkasıyla evlenmeye karar vermiş. İlişkiyi kendisi bozmuş olmasına rağmen çok büyük öfkeler yaşamaktaydı. Bir rüya görmüş; rüyada öfkeli bir kadın bir evin tavanından aşağıda bulunan eski nişanlısına büyük bir öfke ile ateş açıyor. Kendisine sordum; "Sizce bu ne demek" diye. Çok zeki biriydi. "Anladım anladım, o ateş açan kadın benim. Demek ki haksız yere böyle bir davranış sergilememeliyim" dedi. İki seans sonra böylece kendi rüyasını yorumlamaya başladı ve öfkesi belirgin bir miktarda azaldı, yoksa durup dururken skandal çıkaracaktı. Rüya çalışmalarımızda bazı tekniklerimiz var, mesela rüyaya film adı gibi bir ad takıyoruz. Ayrıca rüya sahnesindeki oyunculara da bir ad ve lakap veriyoruz. Amaç, rüya sembollerini daha da belirgin hale getirmek. Mesela buradaki rüyaya "Öfkelerin Kadını" diyebiliriz. Neticede son seansta bu kişiye "İçinizde kabul edemediğiniz ve size zarar verecek bir yönünüz var, o yönünüzün bir yansımasını gördük rüyada, böyle olmak ister misiniz" diye sorduk. Cevap tabii ki hayır oldu.

Rüyaları çeşitlerine göre ayırıyor musunuz?

Genelde rüyalar salih/sadık yani geleceği gösteren ve sıradan rüyalar diye ikiye ayrılır. Bildiğiniz gibi vahiy, rüyalar vasıtasıyla da gerçekleşebilir. Peygamber Efendimiz ve birçok peygamber de vahiy gelmeden evvel çok canlı rüyalar görmüşlerdir. Efendimize, Kevser suresinin rüyada geldiğine dair bir hadis vardır. Demek ki ileriyi gösteren, çok yüksek manevi değerde bazı rüyalar vardır ve bu rüyalar vahiy müessesesinin, risaletin ve nübüvvetin bir göstergesidir.

Farabi'nin de dediği gibi; "Rüyalar anahtar görevindedir" o zaman…

Evet, bu böyledir. Rabbül Âlemin bazı ilham kapılarını, bazı özel durumlarda açıyor ve bazı özel mesajlar vererek bize geleceği gösteriyor. Bu tarz rüyalara "mübeşşirat" yani müjde veren rüyalar da deniyor. Ayrıca üç cins rüya yorumu vardır derler. Birincisi evliyanın yani Allah dostlarının Levh-i Mahfuz'dan tabirini okudukları rüyalardır, bu tabire bizim ne aklımız ne de ilmimiz yeter. Bir rüya anlatılır, hazret bir yorum getirir ve bütün hayatımız değişebilir. İkinci tip rüya, sembollere değişik anlamlar yüklenmesidir. Diyelim ki birisi bir mürşid-i kâmile rüyasında süt içtiğini anlatır. "Ne güzel bir rüya oğlum, Kâbe'ye gideceksin" der. Aynı rüyayı başka biri görür ama ona çok başka bir yorum getirebilir. Demek ki semboller sabit değildir. Rüya tabiri kitaplarında şu şudur, bu budur yazar ama hakikatinde öyle değildir çünkü kişinin rüyasında gördüklerinin hepsi kendisine özeldir, yani rüya kişiye delildir. Bu sembollerin bu şekilde ayrımını yapmak yine mürşid-i kâmillere özel bir rüya yorumudur. Büyüklerimiz bir rüya anlatıldığı zaman hangi ayet-i kerime o anda varidat olarak kalbe ilham olarak geliyorsa, öyle de yorumlanır derler. Yani bu tarz yorum için çok sağlam bir Kuran-ı Kerim hâkimiyeti elzemdir. Üçüncü tip rüya yorumu ise karışık rüyalar (edğas-u ahlam) diye tanımlanan yani biz psikiyatr ve psikologların yorumlayabileceği rüyalardır. Rüya yorumu eğer doğru ve rahmani bir şekilde yapılmazsa, çok kötü sonuçlar getirebilir. Bu sebeple kime anlatılacağı konusunda çok dikkatli olunmalıdır. Yıllar süren özel bir eğitim gerektirir. İşte bu rüyalara eğer ibret gözüyle bakıp ders çıkartabilirsek hem davranışlarımızı düzeltebilir ve hem de aynı hataları tekrarlamaktan kurtulabiliriz. Rüya tabirinin depresyon, evham vb. hastalıklara faydası, hal değiştirme tesirinden kaynaklanır. En ümitsiz, çaresiz, tehlikeli durumlarda, rüya içimizde çok derin bir ümit, güven, neşe gibi halleri uyandırır ve hayat şartları değişmese de biz değişiriz. Sonsuz yaratıcılığı ile rüya bazen bize dünyayı uzaydan yahut bir başka boyuttan gösterebilir. Yani bütün dertlerimiz göreceli hale gelir ve bu tabii uyanık halimizde de çok büyük bir rahatlama getirir. Bununla birlikte nefs yapısını çok katlı bir bina gibi düşünürsek rüya bize hayat oyununu "balkon"dan gösterir.

Başka rüya çeşitleri var mı peki?

Elbette, bunlar dışında da birçok rüya çeşidi vardır. Diyelim ki, hayatında çok ağır bir problem yaşayan biri bize terapiye geldi. Mesela bir taciz… Bu şekilde yaşanan ağır travmalar bitmez, tükenmez ve asla unutulmaz. Hafızada tekrarlama ihtimali her zaman yüksektir. Seneler geçse de içindeki acı devam eder fakat rüya bizi mucize gibi geçmişte yaşadığımız olayın ilk başlangıcına götürebilir çünkü rüya âleminde zaman bizim bildiğimiz zaman değildir; gelecek, geçmiş iç içedir. Aynı rüya hem ânı yaşatır hem ileriyi gösterir hem de bizi geçmişe götürebilir. Geçmişteki problemi çözdürür, tekrardan bu âna getirir. Dinlediğim bir olaydan örnek verirsem; bir hanımefendi babasıyla çok kavgalıyken babası vefat ediyor. Babasıyla olan kavgası yüzünden erkek dünyasına öfke duyuyor. Bu tipik bir menfi yansıtma mekanizmasıdır. Babaya karşı hissedilen bilinçdışı öfkesinin hedefi bütün erkek dünyası olabilir. Bu hanımefendinin rüyası, ölmüş babasını canlandırdı, sanki hiç ölmemiş gibi onunla tartıştırdı, ona kızgınlığını ifade etti ama sonra aynı rüyada barıştılar, birbirlerine sarıldılar ve babası huzur içinde mezarına döndü. Biz bunlara "geleceğe dönüş" rüyaları diyoruz.

Olaylar karşısında aldığımız olumlu yahut olumsuz tavırlara göre bazı rüyalar da gördüğümüz oluyor.

Diyelim ki kötü bir huyumuz var. Kul hakkı yiyeceğiz yahut gayri meşru bir ilişkiye gireceğiz ve tutuyoruz kendimizi, son anda "Yok yapamayacağım bunu" diyoruz. Hayatta bu imtihanlardan hepimiz geçiyoruz. Çok mutsuz evliliği olan bir hanımefendi bana terapiye geldi. Eşiyle aralarındaki sorunları anlattı, eşinin kendisini çok ihmal ettiğinden bahsetti. Sonuç olarak kadın bir başkasına âşık oldu ve artık evlilik dışı bir ilişkiye girmek üzereydi. Terapide eğer bu işe kalkışırsa rüyalarının kalitesinin bozulacağını kendisine ima ettim. Sonrasındaki görüşmemizde bana bir rüya getirdi. Çok etkilenmişti. Yerden nur fışkırdığını görmüştü rüyasında… Rüyadaki cennet halleri bu dünyada bizim duygularımızla algıladığımızın fevkinde hallerdir. Oradaki renkler ve sesler çok başkadır. Bu hanımefendiye rüyanın yazarı, sanki "Eğer sen kuralları bozmazsan ben de seni böyle mükâfatlandırırım" diyor ve sembolü şu şekilde de güçlendiriyor rüyanın devamında. O nur fışkıran boş arsanın hemen yanı başında bir bina var ve içeride bir hamam ve yıkanan insanlar. Rüyanın yazarı hanımefendiye "Ne oluyor burada" dedirtiyor. Orada yıkanan bir kadın; "Senin o gördüğün nuru bizim görebilmemiz için yıkanıp temizlenmemiz lazım" diyor. Derin manayı burada anlamak mümkün… Hanımefendiye; "Rüyadaki güzelliklerle bu dünyada vazgeçtiklerinden hangisinin daha büyük güzellikte olduğunu" sorduğumda bana "Asla kıyas kabul etmez" demişti. Yani hiçbir dünyevi zevk Rabbimizin bize ihsan ettiği hallerin yerini tutamaz.

Batı psikolojisinde rüyaya bakış geçmişe göre değişim gösterdi mi, hâlâ Freudyen ekol mü egemen?

Psikolojinin iki büyük çelişkisi var. Birinci çelişki; işe yaramayan bilim. İstatistiklere bakarsak, 200 seneden beri psikoloji ve psikiyatri var fakat insanların psikolojisi gittikçe daha kötüye gidiyor. 1900'lerde yüzde 1-2 olan depresyon şimdilerde yüzde 40'larda. 1950 ila 1990 arasındaki ergenlerde kaygı artışı ise yüzde 90. İntihar oranları, bağımlılık, narsisizm hepsi gittikçe artmakta. Biz burada büyük bir paradoks yaşıyoruz, anlaşılan bizim bilimimiz, büyük resme bakarsak işe yaramıyor. Niye yaramıyor? Elbette kullanma kılavuzunu okumadığımız için… Kuran-ı Kerim'i okumuyoruz. Bir buzdolabı alınca bile önce kullanma kılavuzu okunur ama kendi dini ile kavgalı Batı dünyasını ahmakça taklit ettiğimiz için insanın hakikatinden bihaberiz.

Psikeye verdiğimiz anlam burada değişiyor sanırım.

Evet. Gidip soralım psikolojiyle ilgilenen kişilere "psi" nedir" diye -psikoloğun, psikiyatrinin "psi"si-. Emin olun tatmin edici bir cevap alamayız çünkü Batı'nın bu mevzuda "baba"ları da -Freud, Jung gibi isimler- cevabı bulamamıştır. Bizim mesleğimizin ikinci büyük trajikomik çelişkisi de budur. "Psi"nin ne olduğunu bilmeyen biz "ruh" hekimleri. Tabii ki bu eleştirileri yaparken münferit olarak hastaları için çaba gösteren ve kısmi şifa veren meslektaşlarımı tenzih ederim ama şu hakikati göz ardı edemeyiz, biz sanki orası burası patlak veren bir su haznesini tamir etmeye çalışıyoruz fakat bütün gayretlere rağmen haznedeki su gittikçe azalıyor. Ne psikolojik rahatsızlıklar için bir koruyucu hekimliğimiz ne de uzun vadede fayda veren bir tedavi sistemimiz var, bütün ciddi istatistikler bunu gösteriyor. Somatik tıp (beden hastalıkları) ilerliyor, insan ömrü uzuyor, hayat kalitesi düzeliyor ama bizim alanımız yani genel insan psikolojisi, Batı dünyasından başlayarak hızla hem de küresel bir epidemi hızıyla kötüleşiyor. Öyleyse işe baştan başlayıp "nefs" ile "psike" arasındaki farkı anlamaya çalışacağız çünkü nefs yapısı bilinmeden bu gidişatı ne anlayabilir ne de durdurabiliriz. Peki, nefs nedir? İnşikak suresi 19'uncu ayette zikredilen; "Siz tabaka tabaka yaratıldınız" ayet-i kerimesi ve Hz. Mevlânâ'nın Mesnevi'sinde; "Senin varlığın 900 katlıdır" beyitlerinden de hareketle, bizim çok mertebeli bir yapıda var olduğumuz neticesine varıyoruz. Sembolik olarak ifade edersek sanki çok katlı bir binada oturuyor gibiyiz. Tin suresinde açıklandığı gibi, biz ahsen-i takvim üzere yani en güzel şekilde yaratıldıktan sonra o binanın giriş katı olan nefs-i emmarede hayatımıza başlıyoruz. Bu giriş katının altında gittikçe karanlıklaşan ve esfele safilin olarak bilinen bodrum katları var. Burada Kuran-ı Kerim tabiri ile "emvâtun gayru ahyâin/hayatı hiç tatmamış ölüler" (Nahl 16/21); "belhum adall /hayvandan daha aşağıda olanlar" (A'raf 7/179); "yecuc mecüc'ler" (Kehf 18/94) var. Bunların hepsi potansiyel olarak bizim içimizde… Uyandıklarında vay halimize ama aynı zamanda bizim yüksekliklerimizde bir de "hazreti insan" potansiyeli var. Yani insan iki kutuplu bir varlık olarak yaratılmış. Eğer ilahi kaidelere uyarsak yukarılara doğru gittikçe daha da incelerek letafet kazanıyoruz. İlk yaratılış olan ahsen-i takvim halimize yaklaşıyoruz. Bu nefs yapısının çok önemli bazı özellikleri var, mesela hayat, nefsin birinci katında yani nefs-i emmare mertebesinde başlasa da, orada uzun müddet kalmak bizi ölesiye sıkıyor. Kuran-ı Kerim'de buradan çıkış ve yükseliş zaruretimiz olduğunu Beled suresinde çok anlaşılır bir şekilde "kebed" hali ile açıklıyor.

Kebed nedir?

Bir şeyin bir kaba konduğu zaman artık o kaba sığmayacak kadar genişlemesi demek. Yani Rabbimiz bizi öyle yaratmış ki, oradan yükselip daha "geniş" bir kata (daha doğru ifade ile bilinç/şuur durumuna) tekâmül etmemiz lazım. O nefs-i emmare katını istediğimiz kadar süsleyelim, dekor değiştirelim işe yaramıyor. Bu, size de modern insanın dramını anımsatıyor mu?

Evet, kesinlikle.

Ve yükseldiğimizde hem o bodrum katlarının tesirinden uzaklaşıyoruz, patolojimiz -kaygı/depresyon her ne ise- azalıyor, duyu ve duygularımız bize daha güzel bir dünyayı gösteriyor ve hatta bazen rüyalarımızda iç cennetimize bile adım atabiliyoruz. İşte bu güzel haber, cennet sadece ahirette değil bu dünyada da var. En büyük eksikliğimiz bu muhteşem yapıyı hem topografik ve hem de dinamik açıdan bilmememiz yani nefsi bir ülke gibi düşünürsek elimizde "harita" olmadan, kural ve kanunlarından bihaber olduğumuz bir ülkede dolaşmamız. İşte rüyalar bizi bu yapıda ders verme amacıyla gezdiriyor, kâh iç cehennemimizi kâh iç cennetimizi kâh da bulunduğumuz hali gösteriyor, eğer ibret alırsak düzeliyoruz. Bu yapı bilinmeden ne rüya analizi olur ne de terapi. Freud zaten bunların hiçbirini bilmiyordu. Bu bilinmesi gerekenlerin hiçbirini bilmeden terapi yaptıklarını düşünenlerin verdikleri zararı düşünebiliyor musunuz?

Mesela Jung da rüyalarla fazlasıyla ilgiliydi ve Freud'dan oldukça farklı bir noktada olduğu söyleniyor. Jung'un bu noktada Freud'dan farkı neydi?

C.G. Jung'u Freud ile kıyaslarsak, bu yapıyı daha iyi bildiğini görürüz. Mesela insanın sadece "id"den yani asli kötülük dürtüsünden ibaret olmadığını fark ederek bir "merkezî benlik"ten söz ediyor. Ayrıca, Jung'un ortaya attığı animus, anima, gölge gibi kavramlardan oluşan "arketip" yani ilk asıllar teorisinin de faydalı olduğunu belirtelim. Son yayınlanan Kırmızı Kitap'ta nasıl iç cehennemine indiğini ve orada nasıl şeytana karşı mücadele verdiğini anlatıyor ama ne yazık ki sonunda o şeytana teslim oluyor. Teslim oluyor çünkü Jung da hakikati hep iç cehenneminde arıyor. Kullanma kılavuzunu okumadığı için insanın üst âlemini, iç cennetini bilmiyor. 1800'lerde başlayan ve dini bırakıp her şeyi akılla çözmeye çalışan Aydınlanma hareketinin insanlığa verdiği zararı anlamak için, Jung'un çok çarpıcı bir rüyasını anlatalım. Bu rüya benim tüylerimi diken diken eder ve Avrupa insanının içine düştüğü durumu anlatır.

Jung rüyasında babasıyla beraber Hindistan'a bir yolculuk yapıyor. Yolculuk esnasında büyük Türk Babür hükümdarlarından Ekber Şah'ın sarayına girerken küçük bir evden gürültüler geliyor. "Baba burası neresi" diyor. Babası da "Orayı bırak, seni esas yere götüreceğim" diyor. Aynı zamanda babası da Protestan rahibidir. İçeri girdiklerinde divan odasına giriyorlar ve yukarı doğru çıkan bir minberi görüyor, "Orası ne" diye soruyor Jung. Babası "Orayı bırak, orası en mübarek mekân" diyor ve babası oğluna "Bak oğlum şimdi ben ne yaparsam onu yap" diyor ve secdeye varıyor. Jung da başını secdeye koyacakken iki parmak kala koymuyor. Ertesi gün kendisi rüyasının yorumunu yaparken, "İnsan kendisini yaratan Tanrı'dan biraz daha yüksek olduğu için başını onun önünde secdeye koymamalıdır" diyor. Bunların hepsini kendi kitabındaki anılarında anlatıyor. Aklına tapan "aydın" olmak işte böyle bir şey. İşte biz bu kişilerden psikolojiyi öğreniyoruz.

Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Dr. MUSTAFA MERTER KİMDİR?
1947 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Mustafa Merter, ilk ve ortaokul öğrenimi Türkiye'de tamamladıktan sonra tahsiline devam etmesi için ailesi tarafından İsviçre'ye gönderildi. 1969 yılında İsviçre Federal Lise diplomasını aldı. Lozan Tıp Fakültesi'nde tıp tahsilini tamamlayıp 1975 yılında mezun olan Merter, doktorasını biyolojik psikiyatri alanında "Flufenazin Dekanoat" nöroleptik çalışması ile tamamladı ve 1987 tarihinde Türkiye'ye geri döndü. Psikoloji alanındaki tecrübesini benötesi/transpersonal psikoterapisi alanına aktarmak için çalışmalarda bulundu. Özellikle tasavvufi açıdan benötesi psikolojisini anlamaya gayret eden Mustafa Merter'in bu sahada yayımlanmış başlıca eserleri ise şöyle; Dokuz Yüz Katlı İnsan (Tasavvuf ve Benötesi Psikolojisi), Nefs Psikolojisi (Psikolojinin Üçüncü Boyutu ve Rüyaların Dili).

BİZE ULAŞIN