Ekrem Demirli: Hepimiz bir rüya görüyor olabilir miyiz?

Hepimiz bir rüya görüyor olabilir miyiz?
Giriş Tarihi: 16.2.2018 11:15 Son Güncelleme: 17.2.2018 12:09
Gördüklerimiz, duyduklarımız, daha da önemlisi yaşadığımız acılar ve sevinçler, çektiğimiz sıkıntılar bir rüyanın üzerimizdeki etkileri olamaz mı? Nitekim günlük hayatta rüya ile hayat arasındaki irtibatı kurduğumuz pek çok durum yok mu?

İnsanın "felsefe" üst başlığı altında sistematik bir form kazanan düşünme faaliyetinin nasıl titiz bir doğrulanma sürecinden geçtiğini anlayabilmemizin yolu bir delile dikkat etmekten geçer: Aklın, duyular yoluyla yaptığımız eleştirilerde her birimizi ikna edebilmiş olması! Akıl öyle bir duyu eleştirisi ortaya koyar ki, gördüğümüz her şeyin başka bir şekle ve dokunduğumuz, duyduğumuz, kokladığımız her nesnenin başka bir hakikate sahip olabileceğini var saydırabilir bize. Buna bağlı olarak da dünya ile çekingen ve ölçülü bir irtibat kurmak zorunda kalırız. "Bir kaplumbağa bir tavşanı geçebilir mi" veya "Atılan bir ok hedefe doğru gidiyor mu, gitmiyor mu" şeklinde kurgulanan paradokslar, düşünme faaliyetinin iddiasını ve aklın imkânını anlatan meşhur örneklerdendir. Bu örnekleri duyunca insan, duyulur dünyanın başka türlü olabileceğini kabul etmeyi yadırgamıyorsa, düşünmenin ne olduğunu sezmeye başlamış demektir. Sufiler "Âleme şaşı bakmak" diye bir tabir kullanır. Şaşı insan her şeyi olduğundan farklı algılar, varlığı çoğaltır, böler. İnsan 'bir'i iki görerek gerçek ile irtibat kuramaz hale gelir. Dinî hayatın maksadını oluşturan tevhidi idrak anlamına gelen 'Bir'i bir olarak görmenin yolu ise hakikati olduğu hal üzere idrak etmekten geçer. Şaşılık kalkmadan tevhidi idrak mümkün olmadığına göre ahlaki hayatın hakkıyla yaşanabilirliği de şaşılığın tedavisine bağlıdır.

Duyulur dünyayla ilgili kuşkular dile getirilmeye başlayınca, akla en çok; "Bir rüyada olabilir miyiz" sorusu gelir. Bu öyle güçlü bir eleştiridir ki hemen bütün büyük düşünürlerde şu veya bu şekilde dile gelmiştir. Hatta bu soruya bir cevap vermeden düşünür vasfı kazanmak mümkün değildir. Duyular bize haz verir, acılar verir, biz de korkarız, üzülürüz veya sevinç duyarız. Bütün bunlara rağmen; "Acaba rüya görüyor olabilir miyiz" diye sorabilmek ciddi bir iştir. Rüya ile algılanan dünya arasında bir benzeşme yönü olduğu muhakkak. Rüyanın da bir gerçekliğe sahip olduğunu ve üzerimizde birtakım etkiler yaptığını söyleyebiliriz. Biz rüyayı bir hakikat olarak yaşarız ve uykuda olduğumuz sürece onun hakikatine dair herhangi bir tereddüde kapılmayız. Uyandıktan sonra anlarız ki, bizi korkutan, üzen veya sevindiren hadiseler bir rüya imiş! Yani gerçekte öyle bir şey yokmuş! Rüyada hakikat, bir varmış bir yokmuş şeklinde ortaya çıkar. "Rüyada olabilir miyiz" demek, gördüğümüz şeylerin rüyadaki imgelerle aynı gerçeklik düzeyinde –var ve yok gibi- olmasını akla getirmek demektir. Gördüklerimiz, duyduklarımız, daha da önemlisi yaşadığımız acılar ve sevinçler, çektiğimiz sıkıntılar bir rüyanın üzerimizdeki etkileri olamaz mı? Nitekim günlük hayatta rüya ile hayat arasındaki irtibatı kurduğumuz pek çok durum yok mu? Mesela yaşadığımız kötü hadiseleri kâbus olarak niteler ve ondan kaçarız. Bazen de bizi mutlu eden sıra dışı hadiseleri anlatmak için "rüya gibiydi" tabirini kullanırız.

Tabir edilmemiş rüya, okunmamış mektuba benzer

Hayat ile rüya arasındaki ilişkinin mahiyetini belki de ölünce hakkıyla idrak edeceğiz. Hz. Peygamber bir hadisinde, "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" diye buyuruyor. Kuşkuculuğu bilginin mümkün olduğu bir evren telakkisine terk eden filozoflar ise, rüya görmediğimizi kabul ederek düşüncenin istikametini daha çetin sorulara yönlendiriyorlar. Uyumuyoruz, kuşkulanıyoruz, demek ki düşünüyoruz. Bütün bunlar da beraberinde, "İnsanın uykuda olmadığını kabul etmesi veya kendini uyanmış varsayması, nesneleri olduğu hal üzere görmesini mümkün kılar mı" sorusunu akla getiriyor.

Burada iki soru daha gündeme geliyor: "Rüyada var olan nedir ki dünyadaki durumumuzu ona benzetiyoruz ve duyuyla algıladığımız dünyada eksik olan neydi ki onu rüyaya mülhak kıldık?" Rüyadaki nesneler oldukları hal üzerine değil semboller şekline bürünerek perde ardından bize kendilerini gösterirler. Evet, her birimiz rüya görebiliriz fakat mesele rüya görmekten ziyade rüyanın tabirini bulabilmektir. Tabiri olmayan rüya, algılanmamış dünya veya yaşanmamış hayat ile birdir. "Tabir edilmeyen rüya okunmamış bir mektuptur" sözünün esası ise burada gizli. Geldiğimiz noktada rüyalarla ilgili en önemli kavrama ulaşmış oluyoruz: Tabir! Tabir, rüyanın bilgiye dönüşmesini sağlayan yöntemin adıdır. Tasavvuf ehli, 'ilm-i tabir' denilen bir şeyden söz eder. Burada bir sanattan mı yoksa ilimden mi söz edildiği pek belli değil. Tabiri olmayan rüya, bize bir şey vermediğine göre rüyada en çok "ham veri" ile karşı karşıyayızdır demek ki. Bu haliyle rüyanın bilgiyle bir ilişkisi yoktur. Uyanıklık ile uyku, dünya ile rüya arasındaki irtibat bu noktada ortaya çıkıyor yani ham veri veya hayali varlıkta gizlenen hakikat!

Rüyada sembol perdesiyle kendisini gizleyen hakikat uyanıkken algıladığımız dünyada başka şekillerde kendini gizleyerek ortaya çıkar. Mesela hakikati bir metinden öğrenmek istiyorsak metnin lafzı bir sembol haline gelerek hakikati idrakimizi engelleyebilir. Mana lafızda mıdır, ondan uzakta bir yerde midir, en ciddi soruna dönüşür. Bu durumda lafız veya metin hakikatin saklandığı bir rüyaya dönüşerek zihnimizi zorlar. Metin içindeki -mesela naslarda (ayet ve hadis) hakikat bize kendini açık bir şekilde göstermez; onu ancak bir yöntemden hareketle keşfedebiliriz. Bu nedenle metne -tıpkı rüyadaki sembolü çözer gibi- bir yöntemle yaklaşarak hakikati idrake çalışırız. Burada ortaya çıkan kavram istinbat veya tefsir olarak adlandırılır. Tefsir bir metni bir yöntemden hareketle yorumlayarak onun bize ne söylediğini ortaya çıkartabilmeyi hedefler. Tefsir yanında kullanabileceğimiz ikinci bir kavram ise istinbattır. İstinbat metni yorumlamanın ve ondan hüküm çıkartabilme imkânı sağlayan genel yönteme verilen isimdir. Kelime anlamı "kuyudan su çekmek" anlamındaki bir mastardan türetilir. Lafız bir kuyudur ve biz o kuyudan kovayla su çekerek maksadımıza ulaşırız. Öyleyse tabir ile istinbat veya tefsir elimizdeki iki yöntem kavramı olmuştur.

Eşyanın hakikati sabit midir?

Meselenin başka bir yönü de yaşadığımız hayatın bizzat kendisidir: çevremizdeki nesneler, yaşadığımız hadiseler, kısaca eşyanın hakikati! Bir ağaç gerçekte nedir, bir kuş bir hayvan, en nihayetinde insan nedir veya kimdir sorusu cevabını hemen bulabileceğimiz sorular değildir. Bu durumda biz rüyada olmasak bile çevremizdeki eşyanın hakikati bize kendini göstermiş değildir. Hâlbuki bizim aradığımız şey onun hakikatiydi. Eşyanın hakikatinin olup olmaması da uzun tartışmalara yol açmış, en sonunda şu hüküm verilmiştir: "Eşyanın hakikati sabittir." Bunu nereden biliyoruz? Hiç kuşkusuz bunu mağaradan -yani alışkanlık ve geleneklerin etkisinden- çıkarak eşyayı ışığın altında görenlerin söylemesinden biliyoruz Onlara inanmama hakkımız var fakat mağaradan çıkınca bunu bizzat idrak edebileceğimizi söylediklerine göre ortada mutlak bir dogma yoktur. Geride mağaradan dışarı çıkıp çıkmamak kalmıştır! Bu durumda eşyanın hakikatini aramak insanın düşünme faaliyetinin maksadını teşkil ederken bunun için kullanabileceğimiz yöntem istidlal veya tevil adını alır. İstidlal delilden yani görünenden hareketle bir şeyin varlık sebebine ve maksadına doğru yolculuk etmek demektir. Bu sayede onun ne olduğunu ve niçin var olduğunu fark etmiş olacağız. Benzer anlamda kullanılan başka bir kelime ise tevildir: Tevil bir şeyin başına (kök anlamı ilk/evvel demektir) yani var olma noktasına dönerek onu anlamak demektir. Hem delilden hareket etmekle hem de bir şeyin başlangıç noktasına dönmekle eşyayı anlamak çabası pek çok güçlükle maluldür. Bu güçlüklerin başında ise insan idrakini belirleyen dâhili ve harici amiller gelir. Dışardakini kabaca alışkanlıklar, nesnenin doğasından kaynaklanan güçlükler olarak ifade edebiliriz. Bunlar bir nesneyi olduğu hal üzere idrak etmemizi zorlaştırır. İçerdeki amiller ise korkularımız, beklentilerimiz, hayallerimiz vs. kısaca düşünme faaliyetinin önündeki engeller olarak görebiliriz. İşte düşünmek insanın bu açmazlarından sıyrılarak hakikat ile 'perde'leri aşarak yüzleşmek çabasının adıdır.

Köprüyü geçerek hakikate gitmek

Rüyada nesneleri olduğu hal üzere değil sembollerin ardından görürüz dedik. Rüyanın dili semboliktir; hiçbir şey orada kendisi olarak bulunmaz. Gördüğümüz rüya hayatta birebir ortaya çıksa bile durum değişmez: Rüya sembolik konuşmadır ve sembolleri çözülmeden rüyayı anlamak mümkün değildir. Rüyayı anlamak onu tabir etmek, yani sembolden söylenen anlama geçmek ile mümkündür. Burada tabir kelimesi ile aynı kökten türetilmiş iki kelimeyi hatırlamak gerekir: Birincisi ibret almak, öteki ise itibar, yani bu düşünme faaliyetinin bir tarzı anlamındaki kelimedir. Her üç kelime söylenen veya görülenden öteye giderek bize hakikatin kendini göstereceği bir yere varmak demektir. Buradaki faaliyetimizi anlatmak üzere "köprüden geçmek" tabiri kullanılır. Semboller bir yerdeyken hakikat köprünün ötesindedir: Tabir (kök anlamı olan ubur, geçmek demektir) ile biz köprüyü geçerek hakikate gideriz.

Müslümanlar rüyaların nasıl anlaşılması gerektiği hususunda pek çok kitap yazmışlardır. Meselenin tarikatlarda daha dikkatle ele alındığını görmekteyiz. Bunun en önemli sebebi rüyanın sıradan insanlar üzerindeki etkisidir. Mürşitler bir yandan rüyayı tabir ederek salikin hal ve gidişatını anlamaya çalışırken öte yandan rüyanın onun üzerindeki iyi, kötü etkilerini ortadan kaldırmaya da çalışırlar. İnsan gerçeği aramak yolunda genellikle rüyaların etkisi altında göreceli olarak fark ettiği gerçekle bağını daha fazla da kopartabilir. Bu meyanda üzerinde durulan kurallardan birisi rüyanın başkası tarafından yorumlanabilecek olmasıdır. Hz. Peygamber bizzat kendisi rüyaları yorumlar, bazen de bazı sahabiye tabir ettirirdi. Tabir kelimesinin tefil babından olması da zaten böyle bir gören, yorumlayan ilişkisine işaret eder. Rüya ancak tabir ile dili çözülen bir semboller yumağıdır. Tabir edilmemiş rüya bir bilgi kaynağı değildir. Bilhassa tarikatlardaki seyrü sülukta bu husus önemlidir. Rüya şeyh için bir anlam taşır; müridin rüyasından netice veya hüküm çıkartması söz konusu değildir. Üstelik rüyanın tabiri bazen yanlış da olabilir: İbn'ül Arabi rüyanın tabirine yanlış örnek olarak Hz. İbrahim'in gördüğü rüyayı yorumlamasını –daha doğrusu yorumlamamasını- verir. Hz. İbrahim rüyasında oğlunu kurban ettiğini görür. Oğlu; "Babacığım! Sana emredileni yerine getir" diyerek teslimiyetle karşılık verir. Ayet-i kerimede bu durum; "Kad-saddakte rüya-ke" yani "Sen rüyanı tasdik ettin" diye anlatılır. İbn'ül Arabi ayet-i kerimede kullanılan 'tasdik' kelimesini "rüyayı olduğu gibi uygulamaya geçirmek" anlamında alarak peygambere bir uyarı sayar. Hâlbuki yapması gereken şey, tabir, yani sembolü çözerek hakikatine ulaşmak olmalıydı. Bu durumda tasdik ve tabir rüya karşısındaki iki tavırdır: Birinde rüyayı bilgi kaynağı sayarak onu olduğu gibi almak söz konusuyken ötekinde rüya bir veri kabul edilerek bilgi tabire bağlanır. Hz. İbrahim rüyayı "tasdik ederek" yanlış neticeye varmıştı; Allah'ın bir koç göndermesi ise tabir ile varılacak netice idi.

İnsan rüyayı tabir ederken bilgiye kaynak teşkil edebilecek metni de benzer yöntemle çözümleyebilir. Başka bir ifadeyle bilgideki başka bir kaynağımız olan metinde hakikatin bulunuşu rüyadaki sembolle benzeşir. İkisinde de tam bir açıklık ve seçiklik yoktur. Bir metni rüya gibi kuşkulu görebilmek, düşünme ve anlama faaliyetinin istikametini göstermesi bakımından kayda değerdir. Rüya ile metin -metin sanki bir rüyadır- arasında irtibat kurulması önemlidir çünkü alanlar farklı olsa bile metindeki bilgi ham bir bilgidir ve onun hakikatin bilmiyoruz. Bu durum müdrikenin metindeki hakikat ile irtibat kurabilmek için bir yöntemden hareket etmesini (tabir ilmi gibi, yorum, yöntem bilgisi) istilzam eder. Rüyada nesneleri ve olguları sembollere çeviren hayal gücümüz uyanıkken gelenek ve adetlerin hakikati perdelemesine hizmet eder. Hayalin zihni istila etmesini engellemek ve idrak üzerinden onun etkisini kaldırmak hakikati idrak etmek için zaruridir (tasavvufta hayalin etkileri tul-i emel, temenni, beklenti gibi ahlak-ı mezmume ile ifade edilir). Öyleyse ister âdet ve alışkanlıkların etkisiyle metinde idrak edemediğimiz hakikat olsun, ister rüyada sembollere dönüşen hakikat olsun, durum birdir: Hakikate gitmek için yürümemiz gereken yol vardır ve bu yolun adı metinde istinbat ve tefsirdir.

Büyük rüyanın tabirini nasıl öğreniriz?

Üçüncü mesele ise bir bütün olarak âlemin anlaşılmasıdır. Bu alanda da rüya devam etmektedir. Dedik ki, rüya görmediğimizi kabul etmek, yaşadığımız hayatı ve evreni doğru anladığımız anlamına gelmez. Sadece evreni anlamak için kullanacağımız yöntem farklı olacaktır. Müslümanların metafizik anlayışlarını şekillendiren ilkelerden birisi; "eşyanın hakikatini bana göster" şeklinde beyan edilen bir hadis-i şeriftir. Bu hadisin sahih olması yetmez; aslında tam olarak neye işaret ettiğini düşünmek gerekir. Hz. Peygamber'in "eşyanın hakikati" derken onun Allah ile irtibatını kastetmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu durumda eşyanın hakikatini görmek, eşyanın Allah ile irtibatı, Allah'ın hikmeti ve maksadını bilmek demektir. Müslüman düşünürler "eşyanın hakikatini" bu şekilde anlamışlardır: Allah ile irtibatını bilmek! Bunun dışında hayatın manası, insanın gayesi idrak edilmiş olmayacaktır. Eşyanın Allah ile irtibatını idrak ettiğimizde büyük rüyanın tabirini öğrenmiş olacağız.

BİZE ULAŞIN