Ayşe Nur Biçer: ŞİİRİMİ BESLEYEN ŞEYLERDEN BİRİ ANNELİK

ŞİİRİMİ BESLEYEN ŞEYLERDEN BİRİ ANNELİK
Giriş Tarihi: 5.1.2023 10:41 Son Güncelleme: 5.1.2023 10:41
Evladının yüzünde an’ların bıraktığı izleri görmek nasıl da güzeldir bir anne için. O çehreyi güçlü imgelerle ve şiirle çözmeye çalışmak, ancak o çocukta saklı olan hazinenin ve hikmetin kavranmasıyla, en sıradan anları bile rikkatle görmekle mümkündür. Çocuğunun yüzüne yansıyan en küçük sevinci ve korkuyu dahi birbirini izleyen çark misali takip etmek ancak şair bir annenin mahareti olsa gerek. Şimdi size bu maharete sahip birinden, Ayşe Nur Biçer’den bahsedeceğim. Ayşe Nur şair bir anne. İlk şiiri anne olduktan sonra yayımlanmış. İlk şiir kitabı Alaska’da Bir Kadın, geçtiğimiz ay Dergâh Yayınlarından çıktı. Oğlu Selim’in -belki başka bir annenin çok sıradan görüp geçeceği- anlarını, baharın hazinesinden bir çiçek gibi sunuyor okuyucularına. Öyle ki bu şiirler silinmez bir iz bırakıyor okurunda. Ayşe Nur bana, kendi anneliğimin kapılarını açtırtıyor dizeleriyle ve dışarı bak diyor. Anneliğin hem içli hem neşeli bir şey olduğuna dikkat çekiyor sanki diğer yandan. Ayşe Nur Biçer’le bir imge olarak şiirindeki anneliği, şiiri ve Selim’i nasıl dengelediğini, bilhassa kadın şair ve yazarlar için oldukça netameli bir konu olan “soyadı” meselesini, annelik hüznü diye de bilinen lohusalık sürecini ve daha başka güzel şeyleri konuştuk.

Ayşe Nur Biçer kimdir?

Kendimi tanımlamak, kendim hakkında konuşmak hep zor gelmiştir bana. Böyle sorular sorulduğunda bir durup düşünüyorum; acaba kendimi ne kadar tanıyorum ya da kendimi tanımlama noktasında ne kadar dürüst olabiliyorum diye. En baştan başlayalım o halde. 1991 Amasya doğumluyum. Mekke'de ilahiyat öğrenimi görmüş bir baba ile ev hanımı bir annenin tek kızıyım. 2009'da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne başladım. Sonraki yıl buradan ayrılıp İstanbul Üniversitesi Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği Bölümüne devam ettim ve 2015'te mezun oldum. Din Psikolojisi Bölümünden yüksek lisans yapıyor, bir yandan da bir yayınevinin güncel edebiyat dosyalarını yayına hazırlıyorum.

Dedemin hasat parasıyla cilt cilt kitap alıp ailesine para ayıramayışının, önce evine daha sonra kasabaya kütüphane kuruşunun, dolma kalemlerinin, ailemin kanatları altından çıktığım, kendi irademle hareket etmeye başladığım İstanbul'un, sonra Amasya'ya dönüşümün, anne oluşumun, taşradaki zaman bereketinin, cemrelerin düşüşünü beklememin, kiraz tomurcuklarının, mevsim geçişlerini derinden hissedişimin, kuşların göç edişinin şüphesiz edebi kişiliğim üzerinde etkisi var. Ben de bunları yaşarken, ürettiklerim üzerine düşünürken keşfediyorum. Bunların dışında çocukluğumdan beri kendimi hep bilgiye aç oluşumla hatırlıyorum. Merak, hayret ve dayatılan hiçbir şeyle yetinmeme duygusu, aklımın süzgecinden geçmeyen hiçbir şeyi kabul etmememe karşın yoğun hissettiğim bir duyguyla hayatımı bütünüyle değiştirebilişim beni en iyi tanımlayan şeyler galiba.

Şiirde "anne" bir imge olarak hep karşımıza çıkan bir olgudur. İlk kitabın geçtiğimiz ay raflardaki yerini aldı. Coşkuyla okudum ve şunu gördüm; anneliğinin keskin uçlarını törpülemeye çalışan güçlü bir kadın sesi var bu ilk kitapta. Şiirin anneliğinden mi besleniyor Ayşe Nur?

Kitap dosyalarını matbu halde görmenin en güzel yanı, nelerin etrafında dönüp durduğumuzu görmek sanırım. Genelde bir çember içinde irili ufaklı yolculuklara çıkıyoruz hepimiz. Tıpkı yaşadığımız ânı sonradan anlamlandırabildiğimiz gibi bilinçaltımızdan yazı vasıtasıyla sızanları bir bütün halindeyken daha net görüyoruz.

Şiir ve öykü gibi türler peyderpey yazılıp yayımlandığı için bunu, yazıldığı anda çok anlamıyoruz. Benim için böyle oldu en azından. İlk şiirimi yayımladığımda anneydim. Dışarıda yürürken karıncalarla konuşup ağaçlara sarılan minik bir insan yavrusuna eşlik etmenin insana ilham vermemesi mümkün değil gibi geliyor bana. Taşlaşmış bir zihin bile böyle bir heyecana kayıtsız kalamaz. Bu ilham kimine şiir yazdırır kimine heykel yaptırır kimini hayata bağlar kimininse iç huzurunu sağlar. İlham dediğimiz şey de türlü türlüdür.

Şiir odaklı konuşursak; evi, yeni dünya olmuş bir insanın o ilk hayreti, dikkati ile şairin dünya karşısındaki hayretinin; yarım kelimelerle bir çocuğun kendi dilini oluşturması ile de şairin günlük dili bozmasının, yeni bir dil ortaya koymasının çok benzer olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda evet, şiirimi besleyen o karmaşık şeylerden biri annelik.

Şiir için içeri çekilmek gerektiğini biliyoruz. İlham rüzgârları ve oğlun Selim. Şiiri ve Selim'i nasıl dengeliyorsun?

Çocuğun ilk yıllarda öz bakımını tamamen ebeveynlerinin üstlenmesi, özellikle anneye bağımlı olması süreci zor, kabul etmek gerek. Geçici bir süre de olsa sokağa çıkma durumunuz bile kısıtlanıyor. Fakat ben bu ikisinin birbirini olumsuz etkilediğini hiç düşünmedim. Nihayetinde bir dize, bir düşünce zihninizde aniden parlayabilir. Araba kullanırken, sempozyum dinlerken, metrobüsle evinize dönerken, arkadaş ortamında muhabbet ederken ya da yemek yaparken de olabilir bu. Çocuğunuzun yanında bir kenara bir dize not almakla, arabayı durdurup bir şeyler karalamak çok farklı gelmiyor bana. Günlük hayatın içinde ilham dediğimiz o tuhaf şeyi törpüleyecek birçok şey var. Çocuğu bunlar arasında görmüyorum ben.

Kaldı ki şiir tümüyle ilhamdan oluşmaz. Çok az bir kısmını kapsar hatta. Karmaşık, tanımlanamaz bir sürü itki bir araya gelerek bir şiirin yazılma serüvenini başlatır. Neleri yük olarak gördüğünüzle alakalı bu biraz da. Özellikle kendimden bir üst nesil annelere baktığımda çocuklarıyla ilgili olmayan tek bir hayallerinin olmadığını görüyorum. Farkında olmasalar da bu, sonraki yıllarda çocuklara bir biçimde "sizin için hayallerimden vazgeçtim" vurgusu olarak geri dönüyor. Burada, ayrı bireyler olduğumuzun bilincinde olup birlikte yaşadığımız aile hayatının getirdiği sorumlulukları da içselleştirerek yaşamak, işin en büyük gerekliliği sanırım.

Özellikle evli kadın yazarlar için soyadı konusu hep netameli bir konu olmuştur. Babalarının soyadıyla mı tanınacaklar yoksa eşlerinin mi? Peygamber eşlerinin bile babalarının isimleriyle anıldıklarını biliyoruz halbuki. Senin de "Üzerlik Kokusu" şiirinde, kütük üzerinden bunu sorguladığını görüyoruz. Nasıl bakıyorsun bu meseleye sahiden?

Yıllar önce boşanmış bir yakınımın kütük değiştirme sürecine şahit olmuştum. Zaten bu şiir de o kişiye yazıldı. Evlilik kurumunun başlangıcı ya da bitişi bir erkeği hiçbir zaman kadını etkilediği gibi etkilemiyor, bunu o gün düşündüm ilk kez. Boşanmış bir kadın tekrar evlenmek istediğinde üçüncü kez kütüğünü değiştirmiş oluyor. Bana hep trajikomik gelmiştir bu durum.

Soyadı konusunda kadınlara özgürlük alanı bırakılsa da kütük konusunda bir dayatma var. Geleneksel ya da dini bir şey sanılıyor fakat böyle değil. Batı menşeli olduğu çok bilinmiyor. Ben metinlerim yayımlandığında zaten eşimin soyadını kullanıyordum. Eski soyadımı kaldırmamın tek sebebi zaten uzun olan ismimin çok daha uzun hale gelmesiydi. Bu sebeple tek bir soyadı kullanmayı tercih ettim. Kitaplarımın yayın sürecinden sonra bir evlilik düzeni içine girseydim muhtemelen soyadımı değiştirmez, babamın soyadını kullanırdım. Bu konuda farklı düşünenlere de saygı duyuyorum tabii.

"Küçülen kıyafetlerini seçtim sana hiç benzemeyen bir bebeğe/sonunu bildiğim dizileri izledim güvendeyim bugün de" diyorsun "Yumak" şiirinde. Bu dize üzerinden "kadının güvenliği" konusunu konuşmak istiyorum. Bir kadın kendisini nasıl, neyin içindeyse güvende hisseder?

Aynı dizi ve filmleri izlemek insana tuhaf bir güven duygusu hissettirir. Çünkü risksizdir. Sonunu ve bizi tedirgin edecek anlarını biliriz. Bu sebeple yeni bir görsel şölenle karşılaşma olasılığını bir yana bırakıp aynı görüntüleri defalarca izlemeyi tercih ederiz bazen. Hatta anksiyetesi olan kişilerin defalarca aynı dizi ve filmleri izlediği söylenir. Bir kadın için ev içi, yeknesaklıktan ne kadar şikâyetçi olursa olsun konfor alanıdır. Rutin dışına çıkamadığından yakınan birçok kadının aslında bu düzene gönüllü bir rehine olduğunu düşünüyorum. Bu, hayatında bir dönem mağduriyet yaşamış insanların ömür boyu bunun arkasına saklanıp iyileşmeye karşı bir direnç geliştirmesine benziyor.

Çocuklar büyüyor fakat birçok kadının kendini işe yarar hissetmek için yetişkin olmuş çocuklarına hâlâ küçük bir bebek gibi davrandığını görüyoruz. Başka bir hayatı yok çünkü. Hiç olmamış. Çok özel sebeplerle kendini gerçekleştirme imkânı bulamayan kadınları tenzih ederek söylüyorum; yaratılışındaki o anaçlığı, derleme toplama içgüdüsünü, merhameti, kendine biraz olsun çevirmeyen her kadın mutsuz olacaktır. Bu mutsuzlukta da kendi teslimiyetçiliğinin bir payı vardır. Bir kadının yaşam alanını kabaca, ev ve dış dünya olarak ikiye ayırırsak, bu ikisi arasında bir denge tutturmaya çalışan kadınlar bir yığın gelgit içinde yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Ben bu durumun avantaja çevrilebileceğini düşünüyorum. Çünkü üretkenliği besleyen bir yanı var. Kadın fıtratı bence bu kaotikliği kaldırıyor. Bana göre kadın için en güvenli yer, kadının kendini konumlandırdığı bu gerilim hattıdır.

Doğum sonrası dönem, kadının psikiyatrik hastalıklara yakalanma riskinin en yüksek olduğu ve kadının kendi iradesi üstündeki hâkimiyetinin zayıfladığı bir dönem olarak tanımlanıyor. Annelik hüznü diye de bilinen lohusalık süreciyle ilgili o günlere dönüp baktığında nasıl hatırlıyorsun kendini?

Benim gibi her şeyi kendim yapmalıyım içgüdüsü ile yaşayan, yardım istemekte zorlanan biri için çok kolay günler değildi anneliğimin ilk günleri. Kendi sinir sistemim ile ilgili bir sıkıntıdan değil, tamamen çevresel faktörlerden bahsediyorum. Yeni bir düzenin içine dalmak bir yana; toplumsal kabuller, kalıp bilgiler, aşırı müdahaleci tutumlar sebebiyle çoğu kadın bu dönemi çok hoş anımsamıyor ne yazık ki. Bebeğin ilk günleri tecrübeli annelerden yardım almasan olmuyor, ama alsan da olmuyor pek sanki. Çevresindeki fısıltılara kulaklarını tıkamak gerektiğini düşünen, tahsilli, entelektüel kadınlar bile bir baskıya maruz kalıyor. Etkileniyor. Kendini çıkmazda hissedebiliyor. Bazılarının bebeğine iyi bakamayacağı, bazılarınınsa çok titiz olup her şeyi abarttığı düşünülüyor.

Oysa anneliğinin ilk günlerinde bocalayan her kadının duymak istediği bir söz var: Bu geçici bir süreç, geçecek. Ben kendi sürecimde bu söz ile bir destek hissedemedim omuzlarımda. Çoğumuzun etrafında ya çok dramatik ya da müdahaleci bir topluluk var gibi geliyor bana. Bunun nesilden nesile azalacağını ümit ediyorum.

Kendi annen ile kurduğun bağ için geçmişine döndüğünde aklına gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarının seni hangi imgelerle hatırlamalarını isterdin?

Bilindik bir markanın bebek kolonyasını kullanırdı annem. Biten şişelerine su doldurup o su ile saçlarımı tarardı. Kolonya kokusu sinmiş su, benim tüm gün misler gibi kokmamı sağlardı. O, saçlarımı tararken sohbet ederdik. O kolonya kokusu bir anne metaforu olarak kaldı bende. Hâlâ evimde bulundurur, kullanırım. Bir de uzun kış akşamları elektrikler kesildiğinde mum ışığında oynadığı gölge oyunları. Benim için çok özeldir. Çocuğum beni hangi imgelerle zihnine işler bilemiyorum fakat en korktuğum şey beni bir gerilimle, gergin bir ifadeyle özdeşleştirmesi. Sanırım annesini hep ona gülümseyen yüzüyle hatırlamasını istiyorum.

AYŞE NUR BİÇER KİMDİR?

1991 yılında Amasya'da doğdu. İlahiyatçı bir baba ile ev hanımı bir annenin üç çocuğunun ilki. İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği Bölümünden mezun oldu. Öğretmenlik hayali olmadığı için ilgili sınavlara hiç girmedi. Şu anda Din Psikolojisinden yüksek lisans yaparken Dergâh Yayınları'nın güncel edebiyat dosyalarını yayıma hazırlıyor. Dalgakıran Timşa (2020) adlı bir masal kitabı, Alaska'da Bir Kayın (2022) adlı bir şiir kitabı var. Felsefe üzerine yazdığı bir çocuk romanı ise yayımlanmayı bekliyor.

BİZE ULAŞIN