Süleyman Arif Özkut: Lozan'da kaybedilenler

Lozanda kaybedilenler
Giriş Tarihi: 2.11.2016 10:30 Son Güncelleme: 15.11.2016 13:52
Süleyman Arif Özkut SAYI:29Kasım 2016
Lozan’da Türkiye’yi temsil eden İnönü ile heyetinin belki de en önemli sorunu, siyasi diplomatik zihniyetten uzak olmanın yanında bütün devletlerin savaştan büyük yıpranmışlıklarla çıktığı gerçeğini idrak edememeleriydi. Yunanistan Batı Anadolu’da yediği darbe sonrası mahvolmuştu. Bahsi geçen şehirlerden en azından birinin yahut ikisinin alınması Misak-ı Milli adlı yemine mümkün olduğunca yaklaşılması anlamına geliyordu oysa.

1'inci Dünya Savaşı, küresel güçlerin dünyayı paylaşma mücadelesi olarak dört yıl sürdü. Bu süreçte şehirler harap olurken; milyonlarca insan da ya yok oldu yahut ciddi zarar gördü. Osmanlı'nın Anadolu, Suriye, Irak, Hicaz, Necit, Filistin ve Lübnan eyaletleri İtilaf Devletleri'nce işgal edildi. İstanbul'a demirleyen İngiliz gemileri bir taraftan hükümete baskı kurarken; yine aynı devletin silahlı gücü son Osmanlı Meclisi'nin verdiği Misak-ı Milli kararları sonucunda fiili işgali de gerçekleştirdi. Peki, neydi bu Misak-ı Milli? Sınırları nerelere uzanıyordu?

'Milli Ant' anlamında gelen Misak-ı Milli, Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandığı sırada Osmanlı askerinin hudutlarında beklediği, o sırada sahip olunan ya da ekseriyetini Müslüman ve/veya Türklerin oluşturduğu toprakların bütünüydü. Yani bugünkü sınırlarımıza ek olarak Kuzey Suriye'de; Halep, Kuzey Irak'ta; Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil, Batı Trakya'da; Gümülcine, İskeçe, Dedeağaç, Selanik, Kuzeydoğu'da Batum gibi şehirleri kapsayan bir alandı. Bu yerler vatan toprağıydı ve alınan karar gereğince de vatan toprağı kalması adına her türlü fedakârlık yapılacaktı. Milletvekilleri bu haklı beklentiyi, seçilip gönderildikleri mecliste yazılı bir belgeyle resmileştirdiler. Bu, İstiklal Harbi'nin genel politikasını belirledi ki, ünlü tarihçi Arnold Toynbe'nin de dediği gibi; "Misak-ı Milli bir hükümet programı değil, milletin nihai haklarına sahip çıkma mücadelesiydi." Bu suretle İstanbul'dan gizli emirlerle Anadolu'ya giden subaylar ve gizli kapaklı sevk edilen silahlar, kurtuluş mücadelesini mümkün kıldı. En mühimi ise Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak, Ali Fuat, Kazım Karabekir

Paşaların var ettiği Kuvayı Milliye adındaki birlikler düşmana ilk yıpratma hareketini yaptılar. Sonrasında da düzenli birliklerin temelini attılar. Yunanlılara karşı peşi sıra kazanılan zaferlerle 9 Eylül'de İzmir'de nihayete erecek harekât başladı. Gerek yıllar süren yıpratıcı dünya savaşı gerekse de toprakların düşman güçleri tarafından işgali, milletin umudunu, mücadelesini yıkamadı. Kararlılık ve imanla dolu mücadelede kazanan taraf da Türk milleti oldu. Tam bu sıralarda işgalci Haçlıların Yunan kolu çoktan Anadolu'dan atılmış, İtalyanlar Muğla'dan çekilmişti. Fransa, Ermenistan ve Rusya ile yapılan anlaşmalar sonucunda sınırlar belirlenmişti. Mudanya'da Yunanlılar ve onların hamisi İngiltere ile imzalanan ateşkes anlaşması ile de işin kalan kısmı nihayete erdirildi. Fakat bütün bunların bir barış anlaşması ile de taçlandırılması gerekiyordu. Mudanya Ateşkes Anlaşması'nda Türkiye'yi temsil eden İsmet İnönü, Lozan görüşmelerinde Türkiye'yi temsil edecek ve aralarında Hasan Saka, Rıza Nur gibi aktörlerin yer aldığı Türk heyetinin de başında bulunuyordu. Bunu Lozan esnasında işlenen hataların başlangıcı olarak değerlendirmemiz mümkün. Zira özellikle İngiliz politikalarından haberdar olan, Avrupa'nın iç dinamiklerini bilen, baskı altında kalmayacak ve masada manevra yapma kabiliyetine sahip uzman bir ekibin buraya gönderilmesi çok daha faydalı olabilirdi. İlk bakışta yeni kurulan bir ülkede böylesi uzman kişilerin zor bulanacağı düşünülebilirse de, bu hakikati olan bir durum değil. Örneğin Abdülhamid devrinden itibaren Osmanlı Donanması'nda yetişen; haliyle de bu alanda iddialı olan ve İngilizleri iyi tanıyan Rauf Orbay, Sovyet desteğini anlaşma masasında yanına çekebilecek olan Yusuf Kemal Tengişrek bunlardan sadece birkaçıydı. Fakat bu ülkelere çalıştıkları yönünde ani bir propaganda ile saf dışı bırakıldılar.

Devrin basiretsiz hamleleri Musul'u bize 'Irak' eylemiştir

Devam eden hatalar zinciri görüşmelerin başlayacağı yer konusunda da kendini gösterdi. Dünya tarihinde önemli savaşlar sonucunda yapılan anlaşmalar, hep kazanan tarafın belirlediği yerlerde imzalanıyorken Lozan Anlaşması'nda böyle olmadı. Türk hükümetinin teklifiyle görüşmelerin İzmir'de yapılması fikri İngilizlerin 'Yunanlılar incinir' bahanesiyle reddedildi. İzmir'de ısrar edilmesi, zaten savaşı kazanmış olan Türk tarafının masaya psikolojik olarak da daha avantajlı oturmasını sağlayabilirdi. Bu ısrarın haklı gerekçelere dayanılarak sürdürülmemesi Lozan'a giden yolda başlı başına bir hata olarak kendini gösteriyordu.

Lozan görüşmelerinde kapitülasyonlar konusunda Türk tarafının sağlamış olduğu başarılar göz ardı edilemez elbette fakat bu Batı Trakya, Ege Adaları ve Musul meselelerinde verilen tavizler, etkileri günümüze kadar devam eden bir dizi problemi ortaya çıkardığı gerçeğini de değiştirmiyor ne yazık ki. Örneğin; o dönemde Musul'da Ankara'dan aldığı gizli emirlerle ve silahlı direniş yoluyla şehri kurtarmaya çalışan Antep Kuvayı Milliye kahramanı Milis Yarbay Şefik Özdemir, bölge aşiretlerini de örgütleyerek önemli merkezlerden olan Erbil, Süleymaniye çevresinde kontrolü ele almıştı. Hatta buradaki başarılar sonucunda bu bölgede yer alan Ravendiz'e kaymakam dahi Ankara tarafından atanmıştı. Derbent Muharebesi'nde İngilizler püskürtülürken, Hakkâri ve Şemdinli üzerinden bölgeye çekilen telgraf hattıyla başkentle irtibat sağlanıyordu. Böyle bir durumdayken Yarbay Özdemir Ankara tarafından geri çağrıldı. Yapılan bütün mücadele boşa gidecek şekilde Musul sorunu sadece diplomasi yoluyla masada çözülmeye çalışıldı. Hem de zamanın Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın bütün karşı uyarılarına rağmen.

Lozan da belli izahlar, açıklamalarla bölgedeki Türk ve Kürt unsurların Türkiye'ye yakınlığından bahsedildi. Bütün yönleriyle ele alınan bu gerekçeler, İngilizler tarafından üretilen türlü bahanelerle reddedildi. Uzun fakat sonuçsuz safhalarla süreç devam etti. Aslında daha ilk başlarda İngiltere başbakanı her şekilde anlaşmaya yanaşılması ve yeni bir savaşa sebep olacak anlaşmazlıklara düşülmemesini heyetine bildiriyor, ekonomik yük ve kamuoyu tepkisinin arttığı devletinde gerekirse önemli bölgelerden bile feragat edilebileceği üzerine sinyaller veriyordu. Fakat İngiliz heyetinin rahat tutumu bu gerçeği lehimize gölgeliyor, tecrübesizlikten ve bu ülkenin durumundan haberdar olunamadığından İngiliz tarafının eli güçlü sanılıyordu. Lozan'ın başlarında, Şefik Özdemir hareketinin etkin olduğu yerlerden Süleymaniye'nin bazı bölgelerinin Türkiye'ye terki adına yapılan İngiliz teklifi, İnönü'nün bölgeyi 'dağlık ve işe yaramaz' olarak değerlendirmesi sonucunda reddedildi.

Türk heyetinin Musul'u toptan alma dışında başka bir plan ve taktiği yoktu. Şehir ya bütünüyle alınacak yahut tamamen elden gidecekti. Giderek ikinci etabı kendi kendimize var ediyorduk adeta. Sanki şehir masa başında kazanılmışçasına İnönü tarafından oluşturulan üç kişilik heyet, Musul petrollerinden pay almak üzere petrol firmalarıyla görüşmek için Londra'ya gönderilmişti. Masada İngiltere'yi temsilen bulunan Lord Curzon, Musul konusunda henüz herhangi bir anlaşma ya da mutabakat sağlanamamışken petrol paylaşımı konularının görüşülmesinin mümkün olmadığını espriyle karışık bir ima yoluyla Türk heyetine hatırlatmış ve heyeti komik duruma düşürmüştü. Ortada henüz bir anlaşma yoktu. Ateşkes anlaşmasının imzalanmasından üç gün sonra yerlerinde beklemesi gereken İngiliz kıtaları bir oldubittiyle Musul'u işgal etmişlerdi. Bu da bölgenin ancak askeri bir yöntemle elde edilebileceğini, hakkaniyetli bir anlaşmanın ancak Türk askeri şehre hâkimken yapılabileceğini gösteren bir emare olması bakımından önemliydi. Görüşmelerin uzaması İngiltere'nin işine yarıyor, asker ve milis bütün faaliyetlerini durduran Türkiye'nin ise işi gittikçe zorlaşıyordu. Uzlaşma sağlanamazsa iki ülke konuları kendi arasında görüşecekti. Eğer buradan da bir sonuç çıkmazsa mesele, devrin Birleşmiş Milletler'i olan Milletler Cemiyeti'ne havale edilecekti. Türkiye henüz Milletler Cemiyeti'ne üye dahi değildi bu dönemde. Diplomasi silahını kullanmayı çok iyi beceren İngiltere ise cemiyet üyelerinin hemen hepsi üzerinde hatırı sayılır bir nüfuza sahipti.

Görüşmeler kesintiye uğradığında muhalefet ve bu konuda sert eleştirini dile getirmekten çekinmeyen Ali Şükrü Bey bir şekilde ortadan kaldırıldı. Farklı görüşlerin de sindirilmesiyle tam gaz gidilebilirdi artık. Sorunun çözümüne dair adeta İngiliz amaçlarına uygun bir takvim işliyordu. İngilizlerin Kuzey Irak'taki Türk, Kürt ve Arap unsurları Faysal Krallığı'na bağlama çabaları artıyor, Haliç'te toplanan konferansta ise Hakkâri dahi Türkiye'den talep edilip iş yokuşa sürülmeye çalışılıyordu. Aslında tüm bu hamlelerin esas amacı meseleyi Milletler Cemiyeti'ne havale etmek içindi. 1920'de yani daha üç sene önce Kral Faysal'ın iktidarı için yapılan seçimlerde aleyhte oy kullanan ve bazı yerlerde olayları protesto dahi eden bölge halkına plebisit ve halk oylaması İngiltere'nin lordlarınca layık görülmüyordu bu sefer(!) Görüşmeler esnasında bu veri de hakkıyla kullanılamadı Türk heyeti tarafından. Cemiyetin oluşturduğu heyet, bölgedeki incelemelerinin ardından hazırladığı raporda; "Türk tarafı kendi hukukundan taviz vermedikçe bu mesele çözülemez" derken dahi yine bölge insanının yoğun Türkiye sevdasını itiraf etmek zorunda kalıyordu adeta. Nihayet Misak-ı Milli'den, milletin üzerine ant içtiği sınırlardan, taviz verilmek suretiyle sorun çözüldü. Musul resmen İngilizlere masa başında teslim edilmişti. Aslında Maraş, Antep neyse Musul da aynı şeydi Türkiye için. Ortadoğu'nun emperyalist devletler arasında bölüşülmesi projesi olan Sykes- Picot Anlaşması bu sayede pratize edilmiş oluyordu bir yerde. Sonuç olarak devrin bu basiretsiz hamleleri Musul'u bize 'Irak' eylemiştir.

Avrupa Türkiye'sinden vazgeçiş

Lozan, 1'inci Dünya Savaşı öncesine dair de durumu netleşmemiş konuların görüşüldüğü, kime ait olduğu net olarak belirlenmemiş coğrafyalarla alakalı problemlerin de çözülmeye çalışıldığı bir yerdi. Örneğin; Trakya bölgesi doğu ve batı olarak ikiye ayrılıyor, doğusu Türkiye'ye, batısı ise Yunanistan'a verilmek isteniyordu. Doğu Trakya dediğimiz Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz ve Tekirdağ'ı içine alan kısım için bu şaşırtıcı bir durum değildi. Zira buralarda çoğunluğu Türk ve Müslümanlar oluşturuyordu fakat Edirne'den bu konuda farkı olmayan Selanik, Tekirdağ'dan farkı olmayan İskeçe, Kırklareli ile aynı dili konuşup aynı dine mensup olan Gümülcine ve Dedeağaç'tan oluşan Batı Trakya Yunanistan'a verildi. İnönü ile heyetinin belki de en önemli sorunu, siyasi diplomatik zihniyetten uzak olmanın yanında bütün devletlerin savaştan büyük yıpranmışlıklarla çıktığı gerçeğini idrak edememeleriydi. Yunanistan Batı Anadolu'da yediği darbe sonrası mahvolmuştu. Bahsi geçen şehirlerden en azından birinin yahut ikisinin alınması Misak-ı Milli adlı yemine mümkün olduğunca yaklaşılması anlamına geliyordu. Avrupa ve dünya siyasi konjonktürüne ortaya attığı yeni fikirlerle damga vuran ABD Başkanı Wilson'un, doğal bir hak olarak değerlendirdiği 'halk oylaması' burada da yaptırılamadı. Küçücük bir mahalle olan Karaağaç'la avutulduk adeta. 500 senedir bulunduğumuz öz vatandan, Avrupa'daki Türkiye'mizden vazgeçtik. Misak-ı Milli'yi Musul'dan sonra bir kez daha çiğneyip geçiyorduk ne yazık ki!

Balkan Savaşları sırasında güvenlik riskinden dolayı İtalyan askerinin koruduğu ve Ege denizinde yer alan 12 ada, bir süre sonra bu devlet tarafından işgal edilmişti. Lozan da bu emanetin devrini gündeme dahi getirmemişti Türk heyeti. Öyle ki 2'nci Dünya Savaşı sonrasında İtalyanlar bölgeyi terk ederken Yunanlılar ile aralarında olan husumetten dolayı adaları İsmet Paşa'ya teklif edecek ve Paşa'dan ret cevabını alacaklardı. Milli Ant'a çok bağlı olan Milli Şef'in bu konudaki bahanesi ise, adaların Misak-ı Milli sınırları dışında olmasıydı. Strateji denilen kavramdan tamamen yoksun bir tavırla alınan bir karardı bu aslında. Zira bu adalardan biri olan Kos, yani İstanköy, Bodrum'a sandalla bile rahat geçilebilecek mesafede bir yerdir. Bu yakınlıktaki bir yerin Muğla ve Bodrum'un güvenliği açısından taşıdığı stratejik önemi ıskalayan İsmet Paşa, teklifi mecliste görüşmeye dahi gerek duymadan elinin tersiyle itmiştir. Burnumuzun dibindeki Ege Adaları'nı Yunanistan'a terk ediş sürecimiz ise daha vahim bir tablo olarak çıkıyor karşımıza. Çanakkale Boğazı'nın güvenliği için Bozcaada, Gökçeada ve Tavşan adaları Türkiye'ye bırakıldı. Fakat İzmir'in güvenliği için aynı öneme sahip Sakız ve Balıkesir için ise Midilli Adaları nedense değersiz görülmüştü Türk heyeti tarafından.

Yüzde yüz başarılı ve kârlı olarak kabul ettirilmeye çalışılan Lozan'daki bütün bu kayıpları nereye koyacağız peki? Üç farklı toprak konusunda üç karavanayla sona erdirildi her şey. Bugünse Ortadoğu başta olmak üzere bu bahsettiğimiz yerlerin hepsinden bir feryat var, bir çağrı... Eskiye özlem kokan bu şarkıyı sadece insanlar değil coğrafya dahi dillenmiş, söylüyor. Öyle ki Fırat'la Tuna; Ege ile Mezopotamya Pax-Ottomana temalı barış, huzur, kardeşlik, adalet arayan hicaz makamı bir besteyi seslendiriyorlar. Önemli olansa bunu yalnızca izleyecek mi yoksa bu musiki terennümüne katılacak mı olduğumuz? Daha gür ve daha hakkaniyetli, daha mutlu bir ülke, Ortadoğu, İslam dünyası ve hatta insanlık bu sorunun cevabını bekliyor. Ama görünen o ki günden güne gücünü artıran çevresindeki problemlere çözüm üretmeye daha da yaklaşan Türkiye'nin konumu asla pasif ve nesnel olmayacaktır.

BİZE ULAŞIN