Özge Özçelik: Birand’ın 28 Şubat’ı ve Postmodern darbe

Birand’ın 28 Şubat’ı ve Postmodern darbe
Giriş Tarihi: 3.2.2015 18:27 Son Güncelleme: 20.2.2015 11:17
Özge Özçelik SAYI:10Şubat 2015
Belgeselde, 90’ların medyası tarafsızlığından hiç ödün vermemiş ve de askeriye ile yargıyı Refah Partisi’ne karşı durmaya hiç teşvik etmemiş gibi bir portre çiziliyor. 28 Şubat sürecini kavramsallaştırma çabaları sonucunda, Türk siyaset terminolojisine iddialı bir oksimoron yerleşiverdi: 'Postmodern Darbe'. Postmodern kavramının bir darbeyi niteler şekilde kullanılması, gerek anlam bilim gerekse siyaset felsefesi için başlı başına bir tartışma konusu olabilir. Gelgelelim bu meleseyi somut, çarpıcı ve o dönemin zihniyetinden kısmi yansımalar taşıyan bir eser üzerinden tartışmak çok daha isabetli olacaktır.

Medyanın önemli isimlerinden, ana haber sunucusu ve gazeteci Mehmet Ali Birand, vefatından kısa bir süre önce bir belgesele imza attı. 2012 yılında yayınlanan Son Darbe: 28 Şubat isimli belgesel postmodern darbeyi konu ediniyor. Birand, belgeselin yapımcısı, metin yazarı ve anlatıcısı. Başlangıcının pek çok analist tarafından farklı olaylara ve tarihlere dayandırıldığı 28 Şubat darbesi, bu belgeselde Türkiye'nin 1993'ünden (Turgut Özal'ın ölümünden itibaren) 2003'üne (AK Parti'nin seçimleri kazanmasına) dek süregelen bir aralık olarak ele alınıyor.

Türkiye'nin darbeler tarihinde farklı bir yere sahip olan 28 Şubat 1997 tarihli darbeyi postmodern addeden ilk isimlerden biri, darbenin baş aktörlerinden zamanın orgenerali Çevik Bir olmuştu. Bir'in gerekçelendirmesine göre bu darbe "…silah kullanmadan sivil toplumda ve devletin medyada irtica tehlikesine karşı duyarlılık yaratarak usulüne uygun bir şekilde" yapılmıştı. Medyanın ve süreci yöneten aktörlerin polifonik yapısı ve müdahalenin kansız bir şekilde sonuçlandırılmış olması nedenleriyle bu darbe postmodern bir nitelik taşıyordu. Peki gerçekten de bu darbeyi yönetenler ve medya çok sesli bir yapıda mıydı?

Postmodern darbe olur mu?

Öncelikle hepimiz, 28 Şubat darbesine postmodern darbe deyip geçiyoruz. Elbette bu söylemde 28 Şubat darbesine evvelkilerden farklı olarak yüklenmiş bir anlam var. Yalnız bir durup düşünelim; 28 Şubat darbesine postmodernliğinden değil de aslında 'neye göre postmodern olmadığından' bakmak daha doğru olabilir.

Postmodern felsefenin sözcülerinden Fransız düşünür Jean-François Lyotard, 1979 yılında yayınlanan Postmodern Durum adlı eserinde; postmodernizmin en genel anlamıyla 'büyük anlatılara', 'büyük projelere', 'büyük ilkelere' itiraz etmeyi gaye edindiği belirtir. Bu darbenin Lyotard'ın tespiti üzerinden okunması halinde postmodern addedilemeyeceği görülür. Çünkü her ne kadar silah kullanılmadan ve polifonik bir yapıda yürütülmüş olduğu iddia edilse de; bu darbe irtica gibi büyük bir anlatıyı kovalarken hem onu elinden kaçırmış, hem de sonunda kendini laiklik gibi bir diğer büyük anlatının çıkmaz sokağında bulmuştur.

Bu belgesel ise pek çok açıdan postmodern olmaya çalışıp da olamaması hasebiyle 28 Şubat darbesiyle aynı kaderi paylaşıyor. Dolayısıyla 28 Şubat darbesinin postmodernlikten kaç adım uzakta kaldığını görebilmenin bir diğer yolu, darbeyi uzun uzadıya resmeden Son Darbe: 28 Şubat belgeselini analiz etmek olabilir. Bu analizin çıkış noktası da belgeselin darbeyi anlatırken ürettiği argümanlara zaman zaman kendisinin de maruz kalmış olmasıdır. Belgeselin, yaklaşık on yıllık süreci ekrana getirirken kimi zaman anakronizme yenik düşmesi, kimi zaman olaylara yüzeysel bakmaktan öteye geçememesi, kimi zaman da fazla derine inerek belirli bir süreçte takılı kalması bu yapımın postmodernliğin bir yansıması olan yapısöküme uğratılması sonucunda açık bir biçimde görülebilir.

Özünde anti-postmodern olan bir darbenin eleştirisini yapan bu belgeselin kendisinin de anti-postmodern olmaktan kaçamamış olması ise, eleştiriyi kaçınılmaz kılar. Bunun yanında hem darbe döneminde hem de belgeselde darbenin postmodernliğinin açıkca sorgulanmamış olması da ayrı bir eleştiri konusu olabilir.

Postmodern felsefe rehberliğindeki siyasi bir darbenin hiyerarşiye, mevcut düzene ve merkezi yapıdaki kontrole karşı çıkması beklenir. 28 Şubat darbesi irticai faaliyetler yürüttüğünü düşündüğü mevcut siyasi düzene ve kontrole, evet, karşı çıktı. Ancak, bizzat askeri yapının tek tipleştirici gücüyle yönetilen darbe bu kez kendi merkezi kontrolünü devreye soktu: Önce Refah Partisi kapatıldı ardından da yeni bir hükümet kurma kararı alınarak başbakanlık görevi Mesut Yılmaz'a devredildi. Milli kimlik ve kültür söylemi yeniden yapılandırıldı, yeni lokal ve laik söylemler üretildi.

İnsiyatifin belgeseli: Son Darbe:28 Şubat


Son Darbe:28 Şubat belgeseli, Mehmet Ali Birand'ın "Bence Türk demokrasisinin en önemli yol kazalarından biri 28 Şubat olayı. Türkiye'nin eksenini değiştirdi. Asker balans ayarı yapayım derken 'laik Cumhuriyet' kavramının kabuğunu kırdı," sözleriyle başlıyor. Bu sözleri söyleyen Birand mı, sözler kendi fikri mi yoksa bir tespit mi, anlaşılmıyor. Mehmet Ali Birand'ın bu sözlerin devamında kullandığı 'ben, biz, onlar, herkes, hiç kimse' eksenli yargıları da hakeza öyle… Zira belgeselin metin yazarı ve anlatıcısı olan Birand'ın belgesel içinde ne zaman anlatıcı ne zaman kendisi olarak konuştuğunu bilemiyoruz. Belgesel girişinde 'bence' derken muhtemelen anlatıcı olarak değil, kendi kimliği ile söze başlıyor, sonra anlatıcıya dönüyor bazen genel yargılardan bahsediyor.

Bir diğer örnekte ise; Tansu Çiller 3 Haziran 1993 tarihinde DYP olağanüstü genel kurulunda genel başkan seçilip Türkiye'nin ilk kadın başbakanı olduğunda Birand, "Hepimiz imajına hayrandık, iyi eğitimli, nefis İngilizcesi, modern görüntüsü, sarışın…" benzeri güzellemelerle Çiller'i betimliyor. Burada Birand'ın kendisi mi yoksa anlatıcı kimliği mi bu Batıcı güzellemeyi yapıyor orası daha bir muallak. Buna karşılık 'hepimiz' genellemesinin toplumu tek bir Batı rol modelli kültür dairesine sıkıştırdığı ise aşikâr. 'Hepimiz' öznesinin üyeleri de pek tabii laik ve aydın kesim. Oysaki modernizmin aksine postmodernizm, kültürün kitlesel olmaması gerektiğini savunur.

Benzer şekilde 27 Mart 1994 tarihli yerel seçimlerin sonucunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni Refah Partisi'nin almış olması üzerine "…sandıklar açıldığında Türkiye adeta şok oldu," şeklinde bir açıklaması var Birand'ın. Demek ki o zamanın 'hepimiz'ini ya da Türkiye'sini merkez sağ oluşturuyordu. Hepsinden önemlisi 2012'nin anlatıcısının, geriye dönük analizle o dönemin modernizm takıntılı yargılarını ve eğilimlerini çok eleştirel değil aksine gayet olağan ve içselleştirilmiş bir refleks olarak sunması.

Bir diğer mesele, 28 Şubat sürecinde askerî yetkililerce medyanın kontrol altına alınmasını belgeselin aktarış şekli. İlk olarak belgeselde dillendirilmeyen bir sahneye değinmek gerek: Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya 22 Aralık 1996 günü Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'e bir demeç verir. Erkaya mevcut hükümeti 'indirme' işini "Bu kez sivil kuvvetler halletsin" önerisinde bulunur. Brifingler ve talimatlar sonucunda da medya laikliğe tehdit oluşturan icraatları, şahısları ve görüşleri bir bir ifşa etmekle görevli sivil kesim haline gelir. Örneğin; Refah Partisi'nden ihraç edilen, sonrasında da kendisini Mesih ilan eden Hasan Mezarcı'nın, adı seks skandalı ile anılan Aczmendi tarikatı lideri Müslüm Gündüz'ün, laikliği ve Atatürkçülüğü eleştiren Rize Milletvekili Şevki Yılmaz'ın, Bosnalı Müslümanlar için toplanan yardım paralarını kaybeden Süleyman Mercümek'in kirli faaliyetlerine medyanın sunduğu kanıtlar yoluyla bakıldığında irticanın öne geçilemez bir güç oluverdiği kabul görür. Toplumda irticanın gidişatının önlenmesi için bir nevi uyarı bayrakları asılmaktadır. O zamanın merkez medyası da bu bayrakları gereken yerlere asmak için 'mecburen' inisiyatif alır.

Belgesel ise bu durumu resmederken bu inisiyatifin o zamanlar neden kaçınılmaz olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Bu durumu da Birand "Aslına bakacak olursak nasıl ki asker, Refah Partisi'nin 'laik Cumhuriyet'i yıkacağına içtenlikle inanıyorsa medya da Refahyol'un ülkeye zarar vereceğine yine içtenlikle inanmıştı," şeklinde bir açıklamayla satır arasında gerekçelendirme ihtiyacı duyuyor. Ayrıca, sanki 90'ların medyası tarafsızlığından hiç ödün vermemiş, art arda çıkardığı manşetler aracılığıyla yeni bir hükümet kurulmasına ön ayak olmamış, kısa sürede laiklik elden gidiyor propagandası üretmemiş, ve de askeriye ile yargıyı Refah Partisi'ne karşı durmaya hiç teşvik etmemiş gibi bir portre çiziliyor.

Gelelim Milli Güvenlik Kurulu'nun 28 Şubat 1997'de hükümete onaylaması için sunduğu 18 maddelik restorasyondaki önerilerin hangi irticai sebeplere dayanarak tasarlandığına. Taksim'e cami yapılmak istenmesi, kurban kesen insanların kurban derilerini istedikleri yere ve kuruluşa verebilme özgürlüğüne sahip olması, Ramazan ayında mesai saatlerinin iftar vaktine göre düzenlenmesi... Belgeselde anlatıcı bu maddeleri sıraladıktan hemen sonra şöyle bir parantez açıyor; "Bunlar bir kesim için tüyler ürperticiydi." Yani burada da sanki hem MGK'nın hem de kimi laik görüşlü insanların sözcülüğünü yapmak gibi bir gereksinim beliriyor. Ayrıca, 'türbanlı kızların üniversitelere gidebilme ve kamu görevlerini yerine getirebilme haklarına sahip olmaları' da bir başka irtica faaliyeti olarak gösteriliyor. Belgesele uygulanan küçük bir yapısöküm, böyle bir algının nasıl oluşturulmaya devam ettiğini gün yüzüne çıkarıyor: Anlatıcıya göre Erbakan'ın seçim mitinglerinde gündeme getirdiği türban meselesi zamanla 'laiklik karşıtı gösterilere' dönüşmüş ve dahası 'sloganlar türbanla sınırlı kalmamış'tır. Bunu desteklemek adına belgeselde insanların hemen 'Yaşasın şeriat!' naraları attıkları videolar gösterilir, başı örtülü küçük bir kız çocuğunun ağlamaklı bir tonda dinî şiir okuduğu anlar ekrana gelir. Belgesel, Refah Partisi'nin o zaman tasarlamış olduğu kararlarının irtica niteliğinde olup olmadığını 28 Şubat darbesinde mağdur olmuş çoğu isme, zamanında kendilerini ifade edememiş olmalarından dolayı, 2012'de mikrofon uzatma gibi bir çıkış noktasıyla hazırlanmış. Belgeselin (her ne kadar o zamanın merkez medyasının bir parçası oluvermenin verdiği suçlulukla aklanma amacı gütse de) en takdir edilesi tarafı burası. Ancak burada da eksik bırakılan çok önemli bir nokta var: Genelde mağdurlara mikrofon uzatan Son darbe: 28 Şubat belgeseli neden bir tane bile başörtülüye mikrofon uzatmamış? Eğer uzattıysa, neden hiçbir başörtülü kadın o belgesele konuşmamış?

Mehmet Ali Birand'ın darbe esnasında yazdıklarını, Son Darbe: 28 Şubat belgeseliyle ve ondan bir yıl önce gazete ve televizyonlarda verdiği itiraf demeçleriyle öz eleştiri biçiminde yeniden ele alması da değinilebilecek son ve en önemli mesele. Birand NTV'de katıldığı bir programda, 28 Şubat darbesindeki merkez medyanın işlevi hakkında konuşurken "Kandırılmışız. Oyunlar içinde kendimizi yutturmuşuz. Medya ne haltlar karıştırmış," şeklinde bir çıkış yapıyor. Yani tıpkı belgeselde olduğu gibi, o dönemlerde de sanki kendisi gazeteci değilmiş, hiç medyanın bir parçası olmamış gibi bir sıyrılma çabası içerisine giriyor. Program moderatörünün Birand'ın "Medya ne haltlar karıştırmış," çıkışına karşılık "Sen karıştırmadın mı?" diye sorması üzerine ise Birand, "Benim de zaman zaman kafam karışmış… Askerin dediği doğru olabilir mi diye sormamışız," cevabını veriyor. Gerçekten de Birand'ın o zamanlar kafası karışmış olacak ki 26 Şubat 1997 tarihli Sabah gazetesindeki yazısında "Askerin darbe hazırlığında olduğu, kolları sıvadıkları ve gerekçe arayışı içine girdiğine inananların sayısı küçümsenecek kadar değil. Oysa çok yanlış düşünüyorlar. Türk Silahlı Kuvvetleri bir darbe için kılıf hazırlığı içinde değil," deyip Genelkurmay'ı desteklemekle görevliyken; aradan yıllar geçtikten sonra Genelkurmay'ın darbeci tutumunu ve o dönemin laik merkez medyasının iç yüzünü açığa çıkarmak gibi bir çaba göstermiş. Bunu da belgeselin yanı sıra, 2011 yılında çıktığı birkaç TV programında belirtiyor. Örneğin; NTV'de katıldığı bir programda Birand'ın meşhur bir itirafı var: "Bizim için (yani, laik 'merkez medya' mensuplarının büyük bölümü için) öncelik demokrasi veya parlamento değildi. Genelkurmay daha önemliydi. Bundan daha normal bir şey olmazdı ki…Bizler böyle yetiştirildik. Genlerimize, belki de farkına varmadan darbecilik işlendi." Yani yıllar önce Genelkurmay'ın tutumunun darbe olmadığını söyleyen Birand; 14, 15 yıl sonra bir darbenin belgeselini yapıyor, son darbenin, postmodern darbenin… Anti-postmodern darbenin.

Özge Özçelik kimdir?

FSM Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Bölümü'nde yüksek lisansını tamamladı. Daily Sabah gazetesinde çalışıyor.

BİZE ULAŞIN