Yunus Arslan: Depremin üç ayı için hazır mısınız?

Depremin üç ayı için hazır mısınız?
Giriş Tarihi: 17.8.2017 16:47 Son Güncelleme: 17.8.2017 16:48
Yunus Arslan SAYI:37Ağustos 2017
Uzun yıllardır Türkiye’nin gündeminde yer alan büyük Marmara depremini, yakın zamanda İstanbul’u şiddetli şekilde vuran yağışları, fırtınaları meteoroloji ve afet yönetimi profesörü Mikdat Kadıoğlu ile konuştuk. Mimar Sinan’ın yapılarından modern yapılara kadar sel felaketinin nasıl önlendiğine ve bugün yapılan yanlışlara değinen Kadıoğlu, Türkiye’nin insan güvenliği bakımından en çok önem vermesi gereken konunun beklenen Marmara depremi olması gerektiğine de dikkat çekti.

İstanbul geçtiğimiz günlerde son yılların en şiddetli yaz yağmuru ile karşılaştı. Bunun en önemli sebebi nedir? Küresel ısınmaya bağlı olarak Türkiye'nin iklim kuşağının değişmeye başladığı ve böyle yağmurların daha sık görüleceğine dair birtakım söylentiler söz konusu. Siz bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Yağışın çok kısa sürede ve çok miktarda yağmur düşerek yağmasına sağanak yağış denir. Bu yağışların etkili olması hangi saatte ve nerede olduğuna bağlıdır. Geçtiğimiz günlerde İstanbul'da yaşanan sel felaketinde yağmur gece yağsaydı, insanlar yağışa trafikte yakalanmasaydı ve yağmur belirli bir noktaya uzun süre düşmeyip batıdan doğuya doğru devam etseydi bu kadar etkili olmazdı. Bu gibi meteorolojik etkenler sel afetine sebep olabiliyor. Sel Allah'ın işi ama sel felaketini biraz da insan eseri olarak değerlendirebiliriz. Bu yağmurların iklim değişikliği olup olmaması meselesi ise başka bir problem; iklim değişikliği gündemde olmadığı yıllarda da dünyada seller oldu. Mesela benim dedelerim 1929 yılında Sürmene Köprübaşı'nda sel olunca Maçka'ya göçmüşler. O yıllarda ne çay ne fındık ne de iklim değişikliği vardı. Seller doğa kanunudur ve dünya var olduğundan beri hep olmuştur.

Yağış meselesine dönecek olursak bu tarz yağışlar hep olmuştur. Bazen bir aylık yağış bir saatte gerçekleşebiliyor. Bunlar mühendislikte, şehirleşmede bilindiği için binalar, köprüler o bölgeye uygun olarak hatta 500 yılda yağabilecek en şiddetli yağışa göre yapılır. Binalar bu gibi durumlar göz önünde bulundurularak da inşa edilir. Mimar Sinan'ın eserleri hâlâ durur çünkü binanın altından geçecek suyu bile hesaplamıştır. Ihlamur Deresi üzerinde Ihlamur Kasrı vardır. Padişah burayı ava gittiği zamanlarda kullanırdı. Bu yapılar yerleşim yeri olmamasına rağmen yüksek şekilde yapılmıştır. Dere taşsa bile orada yaşayanlar etkilenmesin diye su basma seviyesine göre inşa edilmiştir binalar. Mimar Sinan'ın eserlerinin en önemli özelliklerinden birisi de yapıların 500 yıllık yağış oranı göz önünde bulundurularak inşa edilmiş olmasıdır.

Bilgisayarı, cep telefonu olmayan diplomasız mühendislerin yaptığı binaların su basman seviyesi doğru yapılmış, onun aksine modern üniversitelerde okumuş akıllı cep telefonu olan mühendisler su basman seviyesini hesaplamadan binaları sıfır giriş şeklinde yapıyor. Böyle durumlarda iklim değişikliği biraz günah keçisi olarak kullanılmaya başlandı. Şehirde yağmur sularını tahliye edecek mazgallar ve onun tesisatı da hep geçmiş yağışlara göre yapılıyor sanki o yağışlar hiç değişmeyecek gibi düşünülüyor. Aynı düşünce iklim söz konusu olduğunda da geçerli. İklim değişikliği daha büyük yağışlar getirecek bu yüzden daha büyük mazgallara, borulara ihtiyaç var.

İstanbul eski bir şehir ve eski şehir alt yapısı kullanılıyor. Şimdi artık yeni yolları, yeni yapıları yaparken iklim değişikliğine göre yapılmalı. Su basman seviyesi burada önemli bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Bölgelere yönelik özel hesaplar yapılmalı. Örneğin, Çavuşdere ile Bağlarbaşı'nın su basman seviyesi aynı olamaz. Bunların hesaplamalarını yapmayıp, geleneksel Osmanlı yapılarındaki yapıyı unutarak ve geçmiş verileri kullanarak mazgalları yaparsan sıfır giriş binaları su basar. Kentsel dönüşüm yapılırken binalar sadece depreme dayanıklı olmasın, su basman seviyesi de yüksek olsun. Böyle yapmaz isek günah keçisi yine iklim şartları olur.

Kimi uzmanlar İstanbul'da meydana gelen yağış sonrası yaşanılan sel felaketinin bir sebebinin de aşırı betonlaşma olduğunu söylediler. Bu iddialar gerçeği ne kadar yansıtıyor?

Şehirleşme tabii ki arazi kullanımını değiştiriyor. Yağmur yağdığı zaman toprağa düşer ve ondan sonra suyun akışa geçmesi gerekir. Yağmurun düştüğü yerin bitki örtüsünün hele ki toprağın neme, yağmura doymuşluğu varsa daha da tehlikeli olabilir. Toprağın nemi, yüzeyin pürüzsüzlüğü ve su emme seviyesi çok önemlidir. Asfalt yüzey olduğu zaman yağan yağış, altı kat daha hızlı akışa geçiyor ve suyu tutan bir şey olmamasından dolayı da sel oluşuyor. Bu yüzden suyu tahliye edecek tedbirler alınmalı. Meteoroloji uyardığı zaman belediyenin mazgalları temizlemesi gerekir, fakat ne böyle bir alışkanlık ne de böyle bir prosedürümüz var. Bu mazgalları da yine bizler dolduruyoruz. Kentleşmenin bir sorunu olarak önümüze çıkıyor bu durum. Tabii biz de yolları yaparken eğimini öyle bir yapmalıyız ki su akarak mazgallara yönelebilsin. Trabzon'da gençler ev yapacağı zaman gider köyün yaşlılarına sorarlarmış. Biz bugün ne büyüklerimize soruyoruz ne de geçmişteki verileri kullanıyoruz.

Yaşanılan afet sonrası İstanbul afet yönetimi konusunda nasıl bir sınav verdi? Sizce bu konuda bundan sonra neler yapılması gerekiyor?

Öncelikle bu kentsel dönüşümü sadece deprem odaklı değil de tüm afetleri göz önüne alarak sağlamalıyız. Bir binayı yaparken küçük tedbirler ile daha sağlam binalar yapabiliriz. Afet yönetiminde tek bir afete yönelik plan yapılmaz. Bütünleşik ve geniş düşünmek gerekir. Artık çocuklarımıza, vatandaşlarımıza, belediyemize selin ne demek olduğunu anlatmamız gerekiyor. Sel ile ilgili eğitim yok, bu yüzden sel suyuna giren insanlar boğuluyor. Hâlbuki atasözümüz bile var "Dibini görmediğin sudan geçme" diye.

Bir diğer mesele binaların sıfır giriş olması. Binaların içine giren suyun durdurulması için ne yapılacağı bilinmiyor. Son anda ellerine ne gelirse onları koyuyor insanlar. Dünyanın birçok yerinde belediyeler aşırı yağış öncesi şehrin çukur yerlerine kum torbaları koyuyorlar. İhtiyacı olan kişiler gidiyor, buradan ihtiyacı kadar olanı alıyor ve kapısının önüne tuğla gibi örüyor. Böylece çok pis olan, içinde kimyasallar bulunan sel suyunun binasına girmesine engel olunuyor. Bizde ise bu önlem alınmadığı için içeri giren suyun dezenfekte sorunu da oluşuyor. Suyu çeken beton yüzeyler de uzun yıllar küf olarak o pis suyu kusuyor. Tabii bu da üst solunum yolu hastalıklarına sebep oluyor.

Bizim meteorolojimiz bize gelecek yağışın miktarını önceden söylemiyor, yağıştan sonra açıklama yapıyor ne yazık ki. Yağışla birlikte düşecek miktar, yağış öncesi bilinir ve bu konuda bir uyarı yapılır ise biz de ona göre önlemlerimizi alabiliriz. Kapımızın önüne kum torbalarımızı koyarız, eşyalarımızı yükseltiriz. Sel konusunda önceden uyarılar yapılırsa insanlar trafiğe çıkmayarak olası zararı minimize edebilirler. Keza şirketler çalışanlarına iki saat daha geç gelmesini söyleyerek mağduriyetlerin yaşanmasını önleyebilirler fakat Türkiye'de böyle bir anlayış maalesef yok.

Meteorolojinin uyarıları genellikle dikkate alınmıyor. Peki, bu durumda yetkililerin ve halkın yapması gerekenler nedir?

Meteoroloji Türkiye'de yarın hava ısınacak yahut soğuyacak diye uyarı yapıyor. Meteoroloji her şeye uyarı yapıyor. Alarm vermek ise başka bir şeydir. Gerçekten alarm verdiği zaman da dikkate alınmıyor. En önemlisi bu tahminlerin tutması lazım, yoksa yalancı çoban sendromu oluşuyor ve insanların meteorolojiye karşı olan güvenleri sarsılıyor. Yakın zamanda olan sel felaketinin ardından vali, belediye başkanı uyarı yaptı, öğleden sonra daha şiddetli yağış gelecek diye, fakat gelmedi. Kimse de bunun hesabını sormadı. Türkiye'de tutmayan tahminin hesabını kimse sormaz. Bu durumda insanlar da uyarıları ciddiye almıyor. Bir diğer sorun ise bu uyarıları sadece meteoroloji yapmıyor. Sosyal medyada herkesin meteorolog olduğunu görüyoruz. @havadelisi, @kardelisi, @meteorolojimanyağı diye hesaplar var. Bu tarz hesaplar da insanların uyarılara karşı duyarlılığını yitirmesine sebep oluyor.

Hocam fay hatlarının oldukça yaygın olduğu ülkemizde ve özellikle İstanbul'da da büyük bir depremin beklendiği bazı uzmanlar tarafından sıkça dile getiriliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

"Bize bir şey olmaz" mantığıyla günübirlik yaşıyoruz. Aynı devekuşu misali kafamızı kuma gömmüşüz sanki hiçbir tarafımız görünmüyormuş gibi. İstanbul'da Marmara bölgesinde büyük bir deprem bekliyoruz. Çalışmalar ve dönüşümler çok az ve yetersiz. En çok kentsel dönüşüm Esenler Belediyesi tarafından yapılıyor. O da yüzde 10 civarında. Kentsel dönüşümün tam bir seferberliğe dönüşmesi lazım. Meselenin daha doğru ve kapsamlı ele alınması gerekiyor. Devletin yaptığı teşviklerin arabuluculuk, kolaylaştırıcılık gibi yönleri olması şart. Toplum liderlerinin, muhtarların, belediye başkanlarının gövdelerini bu işe koymaları lazım. Bunlar devletin yapacağı işler… Bir de vatandaşın birey olarak yapması gerekenler var. Yani hiçbir belediye girip de kimsenin evindeki gardırobu sabitleyecek değil. Bunu vatandaşın kendisinin yapması lazım, bunun için de vatandaşı eğitmek gerekiyor.

Kanunda, 59'uncu maddede belediyelerin halkı eğitmek görevi var. Hani biz hep diyoruz ya bahçeler kalmadı ne yapacağız deprem sonrasında diye… Park bahçe olsa ne yapacağız ki? Ne tuvalet var, ne su var, hiçbir şey yok. Kanuna yazılmış bunlar ama takip edilmesi gerekiyor, denetlenmesi gerekiyor. Japonlar soruyor "Depremin üç ayı için hazır mısınız?" diye. Çünkü Japonlar böyle tedbirler alıyor, planlamalar yapıyorlar depreme karşı. Öncelikle "sıfırıncı saniyesine hazır mısın?" sorusu önemli. Sıfır saniyesine hazır olmak demek, deprem öncesinde bina sağlam mı demek aslında. Türkiye'de çok az kişi oturduğu binaya güveniyor. Binanın sağlam olması yetmez, bu en büyük yanlışlardan biri. Özellikle hastanelerde çok yapılıyor bu yanlış. Hastane 10 büyüklüğünde depreme dayanıklı yapılıyor, ama içindeki teçhizat sağlam ve sabit değil. Bir depremde röntgen, MR makinesi kırılınca o hastane ne işe yarayacak ki? Zaten son depremde de Bodrum'da asma tavanlar döküldü, acildeki hastaları dahi tahliye etmek zorunda kaldılar. Van depreminde de Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin asma tavanları dökülmüştü, yine hastaneyi bir hafta kullanamamışlardı. Bina sağlam olacak eşya, teçhizat sağlam olacak. Olaya bütün olarak bakıp harekete geçmiyoruz, konuşuyoruz ama icraat yok.

Türkiye'de bir anket yapacak olursak, ilk soru "sıfırıncı saniyeye hazır mısın?" olmalı. Deprem küt diye alttan B dalgası sonra S dalgası gelip sallamaya başlıyor. Üç saniye içinde doğru davranmayı biliyor muyuz? Nasıl davranılması gerektiğini doktor, polis ve itfaiyenin bilmesi yetmiyor. Bunu vatandaş kendisi de öğrenmeli, çünkü deprem anında vatandaş kendi başına kalıyor. Bunun için seminerler var, kitaplar var ama bilgiyi talep eden insan yok. Deprem anında pencereden atlamak, donup kalmak, kaçışmak, bunlar yanlış şeyler. Bu durumda "çök, kapan, tut" gibi bir davranış şekli var. Bunları sadece doğru öğrenmek de yetmez aslında. Reflekse dönüştürmek ve tatbikat yapmak gerek bu konularda. Deprem bittiğinde herkes kendi başının derdine düşer, yaralanmışsan kanamayı durdurman gerekiyor. Küçük bir yangın çıkmışsa senin söndürmen gerekiyor. Yani herkesin ilk yardım ve yangın söndürmeyi öğrenmesi gerekiyor. Bunu öğrenmek her zaman için şart, sadece deprem için değil. Çok az insan ilk yardım biliyor, çok az insanın evinde ilk yardım çantası ve yangın söndürme tüpü var. Her şeyi devletten bekleme mantığıyla afete hazırlanamayız. Afet hazırlığı dünyada toplum tabanlıdır. Afete hazırlık demek toplumu hazırlamak demektir. Uzay üssü gibi bir kurum hazırlamak afete hazır olmak anlamına gelmez.

İlk 30 dakikada, vatandaş artık evinden çıkıyor, kendinde bir şey yoksa komşularını kurtarmaya çalışıyor. Biz buna toplum afet gönüllüsü diyoruz. Bu bilinçli kişilerin hem kurtaracağı kişiye hem de kendisine zarar vermemesi lazım. Mesela Meksika depreminde 800 kişi yardım ederken artçı sarsıntılarda enkaz altında kalarak öldü. Enkaz altına girip çıkmanın da kuralları var. Biz halkı bu 30 dakikaya hazırlayabilirsek afete hazırlık konusunda çok büyük adım atmış oluruz. Afet olduğu zaman afet yönetim merkezinde çalışanlar, o bölgedeki itfaiye, polis, ambulans çalışanları da onların aileleri de afetzede olacak ve onlar da dışarıdan bir yardıma ihtiyaç duyacaklar. Yardım gelene kadar belli bir süre geçecek, bu geçen sürede de ölümler gerçekleşecek. O yüzden toplum tabanlı afet yönetimi çok önemli. Herkesin şunu iyi bilmesi lazım; "Beni afette kendi bilgim ve hazırlığım koruyacak." O yüzden Sağlık Bakanlığı'nın ilk yardım eğitimini ücretsiz yapması lazım. Türkiye'de kimi nerede yakalarsak ona ilk yardımı öğretmemiz lazım. Biz okyanusu geçerken Marmara denizinde boğulabiliriz. Türkiye'nin gayri safi milli hasılasının 1/3'ünün yok olma tehlikesi var. Türkiye kalkınmak için çırpınıyor yeni pazarlar arıyor, ama depremi ihmal ediyor. Türkiye'nin eğer bir kırmızı kitabı varsa ilk maddesi, insan güvenliği bakımından gerçekleşmesi muhtemel Marmara depremi olmalı.

BİZE ULAŞIN