Ayşe Eyyüpkoca Atila: Kangurusunda dört bebek ile azim ve inanç taşımış kadının hikâyesi

Kangurusunda dört bebek ile azim ve inanç taşımış kadının hikâyesi
Giriş Tarihi: 19.6.2020 15:10 Son Güncelleme: 19.6.2020 15:10
şeki̇l daha kolay, öz çok daha zor… Asil zor olan elbette görüntüde müslüman gibi̇ gözükürken bir yandan da şahsiyet mimarisinde en güzel örnek olan rahman’ın ahlakıyla ahlaklanmış efendimizi̇ örnek alabi̇lmemiz.

Betül Şatır, yüzde yüz yerlisi olduğu bir sahil ilçesinde doğan ve herkesin farklı bir hayat çizgisinde olduğu, ilginç bir yabancılık hissiyle büyümüş biri… "O sıcakta neden bunu giydin? Bizim de nine-dedemiz hacıydı! Şimdi bu kadar abartmaya gerek var mı?" gibi bitmeyen sorularla dindarlık ve köylülüğü bir prensip çifti olarak algılamış, kalbi tertemiz insanların arasında sürekli bir izahat vererek, bazen de yorgun bir suskunlukla sualleri geçiştirerek çocukluk ve gençlik yıllarının çilesini doldurmuş biri. Fethiye'nin bir avuç dindar insanından biri olarak yaşadığı diasporik duyguya çok şey borçlu olduğunu söylüyor. Anne ve babası çok mücadeleci, gecelerini gündüzlerini tebliğe, okumaya ayırmış insanlar. Kalın kitapların arasında büyümek insana efsunlu bir güç veriyor. Fetih psikolojisi ile yaşayan fertlerle dolu bir evde daima İstanbul'dan yazarları, irfan sahibi hocaları ağırladığından bahsediyor sık sık. Şatır'ın boyundan büyük birçok sorguyla baş etmeyi çekirdekten öğrendiği her hâlinden belli ve farkında olmadan türlü sıkıntılara katlanabilme pratiği kazanmış aynı zamanda. Aşağıda kangurusunda sırasıyla dört bebek, azim, inanç, kitap, kalem ve defter taşımış bir kadının kısmi hikâyesi var.

Betül hanım; iletişim, sosyoloji, metin yazarlığı, birçok dergide yazılar, sivil toplum kuruluşları ve bir de kitap. Oldukça geniş olan bu hikâyenin içinde bir de dört çocuk var. Nasıl oldu bütün bunlar?

Çocukları yük, ayak bağı görmeye meyilli bir kafa yapısı hâkim. Oysa dünya yaşlılar ve çocuklar hürmetine dönüyor. Biz aile olarak bereket membaı yaşlılarla da çocuklarla da aramızı güzel, şenlikli ve sohbetli tutmaya çalıştık. Çocuklarla kalplerimiz ferahladı, ufkumuz, bilincimiz, merhametimiz, rızkımız genişledi. Bunun böyle olduğuna her defasında hayretle, mahcubiyetle, şükranla şahitlik ettik. Onlar bu hayat imtihanında yol arkadaşlarımız, kafa dengi dostlarımız. İşlerin nasıl yetiştiğine gelince elbette yetişmiyor. Üretmek üzere masa başına geçince kolay odaklanabilen bir yapım var. Bir şey ortaya koymak için sığ vakitlerden derinlikli zamanlara kaçmak elzem. Bu geçişte havaya girmekle kaybedecek zaman yok. Moda girmeye çalışmak lüks benim için. Dikkat dağıtan çok fazla şey var, biraz izole olabilmeli. Bazen çalışırken sabah oluyor, fark etmiyorum. Uyumadığıma öfke ya da sitem de duymuyorum. Zaten akışta kaybolmuş, ortaya bir ürün çıkarmışsam huzurluyumdur. Yorgunluğunuza; bütün hararetiyle, zahmetiyle başlayan güne gücenmezsiniz, şairin dediği gibi hayat "gücenik bir macera" olur çıkar yoksa.

Zihinsel enerjiniz, elinizde başka işler olsa da daima dinamik kalan ve ilerleyen bir süreç. Yarın yetişmesi gereken yazıdan habersiz gelen komşuya üzülmüyorum. Aniden acıkan bir bebeğe… Onunla o anı yaşıyorum; belli ki onun buna ihtiyacı var. Benim de bu beklentiyi karşılamış olmaya ihtiyacım var aslında. Planlamadığım gelişmeler karşısında, işlerden kendimi dinlenmeye alıyorum. Anı, yetiştirilecek işlerin düşüncesiyle kendime zehretmiyorum. Bunun kimseye faydası yok. Biliyorum ki üretmek derin bir odaklanmayla oluyor. Ancak bilişsel süreçlerinizi zorlarsanız bir şeyler yapabiliyorsunuz. Bunu kesilmemiş bir dikkatle tüm varlığınızla yapmak zorundasınız. Yapmamın imkânsız olduğu zamanlara öfke duymadan o anın bana sunduğu karmaşa ile inatlaşmadan yaşamayı tercih ediyorum. Kalan zamanımı ve enerjimi bilgece kullanabiliyorsam hiçbir şey kayıp değil. Devrilen kavanozlar, sık sık kirlenen oturma odası, çalan zil, gelen kargocu… Kendimi çocuklarla iş yaparken, demirden elbiseler giymiş de yüzüyormuş gibi hissettiğim çok oluyor. Ama yarışı kazandığımda değil kulaç atıp dibe batmazsam mutlu olacağım. Bunlar ortalama bir üretkenlik, insani iyilikler, organik katkılar için çok büyük engeller değil. Kanaat, rızka kanaat etmekse; ilmi ve üretkenliği bir rızık olarak görmek; payınıza düşene razı olmak gerek diye düşünüyorum.

Kadınlığa ve anneliğe mahsus kimi duygular var. "Pimpiriklilik", "yetersizlik duygusu", "merhamet" vs. gibi… Sizin kadınlığınıza ve anneliğinize dair başat duygularınız nelerdir? Nasıl baş ediyorsunuz onlarla?

Gece bebeklerin nefesini kontrol ettiğim çok oldu. Karnı doymadı aç uyudu diye ağladığım. Yatmadan bütün halıları, koltukları sildiğim… Dediklerinizin yanına ben "mükemmel olma çabası"nı da ekleyebilirim. Kuyruğu dik tutmak biraz da. Baktım ki olacak gibi değil. Ev; başkalarından alacağım point'lerle sürdüreceğim bir alan değil. Mütemadiyen kucakta bebek var. Ev; başkalarının beni takdir edeceği, puanlayacağı bir "showroom" olacağına cennetim olsun dedim. Anladım ki; üzerine susam taneleri serptiğim börek ve ellerimle yaptığım yemekler sadece akşam yemeğimiz değil. Çocuklar için, gelecekte o akşama uzanan bir anı buketi… Bir mutluluk fotoğrafı aslında… Belki bir okul çıkışında, belki bir gurbet sızısının tam ortasında bir an durup, "ah annemin yemekleri" diyecekleri bir zaman dilimi. Tatlı tuzlu birer tahattura. Finaller için göz nuru döktükleri bir seher vaktinde anımsayacakları bir tebessüm...

Bir yerden sonra devrilmiş kavanozlarla sinir harbi yaşamak yerine huzurla elime kitaplarımı aldım ve klavyenin tuşları ile daha fazla zaman geçirmenin bana, ruhuma, var oluşuma çok iyi geldiğini fark ettim. Ezberleri bozmak, alışkanlıkları yıkmak pahasına kendime, sormazsam yol olacağım bir soru sordum. Bu dünyaya niye geldim? O yakıcı sorunun cevabı yaptıklarım değil yapacaklarımdı. Elbette evdekilerle yaşanmış güzelliklerden kalan zamanları değerlendirerek. Çocukları uykuya yolladığımda onlarla geçirmiş olduğum zamandan aldığım tatmin, eşimle ettiğim sohbetlerden duyduğum huzur daha öncelikli. Sesine yankı arayan dört ayrı canın merak dolu sorularına verdiğim cevaplar daha önemli. Diğer yaptıklarım hep bu mesaiden arta kalanlar. Bu saydıklarımda eksiklik oluşturacak hiçbir zahmetin altına sokmadım kendimi.

Modern dünyanın anneliği hatta kadınlığı görünenin aksine değersizleştirdiğine dair bir kanı içindeyim uzun yıllardır. Kadının anlam arayışını oldukça güçleştiren bir kurgu içindeyiz sanki. Siz ne düşünürsünüz bu konuda?

Bu değersizleştirme, tahakkümünü herkesin kabullenmesinden alıyor. Bir defa kadın kendi içinde olduğu duruma sahip çıkmıyor. Ev kadını evinde olmaktan utanıyor. Çalışan kadın kendini çok parçalanmış hissediyor. Mesela ben ev hanımı olarak gözüktüğüm dönemde; yazdıklarımdan entelektüel çabalarımdan haberi olmayan komşularımla kahve içerken daima içinde bulunduğum durumu sahiplendim. Çalışan arkadaşların çalışmayan kadını küçümsediği ortamlarda evde olmakla ilgili öyle güzel cümleler kuruyor öyle tanımlar yapıyordum ki çalışan arkadaşlar ağzı açık beni dinliyorlardı. Bir an üstünlük duygusuna kapılmış da olsalar yerimde olmak için heves ediyorlardı. Çalıştığım zamanlarda ise üretmenin hayata anlam katmanın ne kadar kıymetli olduğunu aynı şevkle anlatıyorum. Bana çalıştığım için acıyan ev hanımı arkadaşlarım bu sefer bakakalıyorlardı. Aslında kendimi ikna ettiğim cümleler bunlar. Ben inanınca çok tesirli oluyor. Bir nevi benim küçük sosyal deneylerim. Her ne hâl içinde isen mutlu olmalısın, bu da üretim hâlinde olmaktan geçiyor. Anlamlı bir hayatın varsa her hâlini seversin. Pera'da , İstanbul Modern'de bir açılışa katılıp yahut şık bir otelin konferans salonunda bir çalıştayda raportörlük yaptıktan sonra dönüşte semt pazarına uğramak, akşam eve gelince pazen eteğinle tarhana çorbası yapmak bana çok çeşitli, renkli ve kıymetli bir hayat olarak yansıdı. Evdeyken sürekli yazılar yazmak, STK'lara katkı sunmak, faydalı kitaplar okumak gibi süreçler yaşayabilmek bana ev hanımı olmayı sevdirmişti. Çalışırken de bitmeyen yan çabalarım, aileme bağlılığım, gençlerle geçirdiğim kıymetli zamanlar, toplum lehine devam eden uğraşlarım o hâlimden de razı olmama neden oldu.

Modern hayatın bize "olmazsa olmaz" diye telkin ettiği; moda, görünür olmak isteği, modern aç gözlülük gibi kimi mevzular üzerine sarsıcı yazılar kaleme aldınız. Siz Müslüman kadını modern dünyada nasıl konumlandırıyorsunuz? "Kimlik" denilen şey nedir, bizim neyimiz olur?

Modern dünya tüm enstrümanları ile kadının üzerine oynuyor. Öte yandan Müslüman kadın yaptığı fedakârlıkları eşinden vefa, beğeni ve sadakat olarak görmek istiyor. Göremeyince de kendisini masivanın gündeminde buluyor. Hem evlatları hem de çevresi tarafından dünyanın meselelerini takip etmemekle ilgili çok eleştiri alıyor. Bu eleştirileri dikkate alırken görüntü olarak mütedeyyin kalmayı devam ettiriyor. Düşünce olarak seküler, görüntü olarak dindar bir yapıda kendisine kıvam bulmaya çalışıyor. Belki de yaşadıklarını yaşamasın diye evlatlarının da terbiyesinde değişikliğe gidiyor. Onların düşünce dünyalarında boşluklar bıraksa da dış görünümlerinin tesettürlü olması konusunda ısrar ediyor. Bu da ek yerleri çok belli olan eklektik bir modern-dindar kadın ortaya çıkarıyor. Kadını sordunuz diye buradan devam ediyorum. Efendimizin görüntüsünü taklit edip ahlakını uygulamakta üşengeç davrananlar var bu devirde.

Şekil daha kolay, öz çok daha zor… Asıl zor olan elbette görüntüde Müslüman gibi gözükürken bir yandan da şahsiyet mimarisinde en güzel örnek olan Rahman'ın ahlakıyla ahlaklanmış Efendimizi örnek alabilmemiz. İslam'ın insanlık için en yüksek derecede yenileyici zenginleştirici hâlinden istifade edebilmemiz. İslam'la ilgili tüm hakikatleri kucaklayacak panoramik bir bakışa sahip olmamız. Bu durumda modern hayatın baskısı ile sosyal medyanın özendiriciliği el ele verdi ve bizler Allah'ın "pedikür, kirpik, kombin" konuşan kulları olmaya başladık. Kimlik içi boşaltılan, bedene yani geçici olana indirgenen bir tanıma dönüştü. Dünyayı güzelleştireceğine, iyiliği ve güzelliği dünya üzerinde hâkim kılacağına dair kendinde takat bulamayan insan, bedenini güzelleştirmekle avunmak istiyor. Ahlak sembolik bir reflekse dönüştü. Oysa ahlak bir kamburu çıkma, bir geri çekilme hâli değil; sosyal, külli, evrensel, varoluşsal bir şeydi. Gündelik yaşamın değişken yüzü ne yana değişirse değişsin insan olma cevherimizi koruyan ahlaklılığı kaybettik. Bu dip akıntıda aradığımız bir şey kimlik. Uzmanlara göre kimlik insana doğuştan verilen bir şey değil. Dişimizle tırnağımızla kazandığımız bir anlam. Bir lamba, bir resim sanat eseri olabiliyorsa hayatlarımız neden sanat eseri olmasın diye sormalıyız. Belki de Cemil Meriç'in dediği gibi kaderi ipek bir kumaş gibi işlemek gerekiyor.

Yaygın feminist görüş; güçlü kadınların bile, serpilen kariyerleri konusundaki kaygıdan kaçınmak için hamile kaldıklarını söyler. Hatta Amerikalı psikanalist Ruth Molton gibi bunun bir sendrom olduğunu, yapısal doyum için değil de dış dünyadaki eylemin yerine konan bir şey olarak iş görmesi için annelik yapma anlamında "zorlanımlı çocuk yetiştirme" olduğunu söyleyenler var. Ne dersiniz, annelik bir silah mıdır kadın için?

Farkındalığı olmadan dünyaya çocuk getiren anneler var. Sırf akış devam etsin diye. Sürekli yakınan, dünyayı kendine ve çocuğuna zehir eden anneler… Ama sizin bahsettiğiniz görüşün kastı çok başka zannederim. Feminist akıl anneliği fıtrat veya yücelik olarak görmek istemez. Biliyorsunuz bir tahrif gerçekleştirilecekse modern bilim, işe tanımla başlar. Kadının yana yakıla istediği anne olma içgüdüsünü zedelemek, değersizleştirmek için sarfettikleri ilginç çıkışlardan biri bu muhakkak. Dış dünya kadına elbette zor, tahripkâr görünebilir. Kadın evinde bebeğini büyütürken daha mutlu olabilir. Kamusal alanla ilgili hiçbir iddia taşımayabilir. Evde kalıp kendi doğallığında evinin kadını, çocuklarının anası olabilir. Zaten bu konu onun liyakatindedir. Bu niye zorlanım olsun? Feminist çerçevenin çatışma ve isyan olacak her türlü enstrümanı kullandıklarını bilip bu zorlanımlı yoruma şaşırmamak lazım. Kadınlar arasında anneliği silah olarak kullananları görüyoruz. Kötücül aklı besleyen bir karşılık doğada, insanda daima vardır. Silahtan ziyade en kötüsü pahalı bir aksesuar olarak görmesi değil mi? Sosyal medyada vitrine konan çocuklar, her bahaneyle adına partiler düzenleyip saten kıyafetler içinde fenalık geçirttiğimiz bebeklere bakılırsa. "Biz dişimizi çıkarttık, bugün de ödevimizi bitirdik," diye başlayan iki bedende ayrışamamış benlik ifadelerindeki maraz daha tehlikeli gibi geliyor bana.

Kendi anneniz ile kurduğunuz bağ için geçmişinize döndüğünüzde aklınıza gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarınızın sizi hangi imgelerle hatırlamalarını istersiniz?

Annemi hep mutfakta ve rengârenk kumaşlarla dikiş dikerken hatırlıyorum. Bize ve dostlarına hazırladığı şenlikli sofralarda, kurduğu turşularda, mayaladığı ekmeklerde, bakımını üstlendiği aile büyüklerine duyduğu hürmetle hatırlıyorum. Annemi bana anımsatan imge hizmet ve zahmet olabilir. Bolca da sabır… Yetimlerin hamisi olması, daima verici ve iş bitirici olması. Evinin sohbet evi olması, babamı bütünlemesi, her geleni hoşnut bırakacak ilgisi, güler yüzü, kendine kalmayacak derecede, bitesiye ikram etmesi… Onu cömertliğiyle anımsıyorum. Elinden düşmeyen Mushaf'la… Pembe bir tablo çizmeyi itidale bırakırsam onu çok kızgın agresif zamanlarıyla da hatırlıyorum. Beni çocuklarım nasıl hatırlayacaklar? Bazı hatıralarına şimdiden yön verecek birkaç artistik hareket yapıp izler bırakmaya çalışıyorum. Bilmeden biriktirdiklerimiz ne olacak pek bilmiyorum. Aklın süzgeci tüm büyüyü bozabilir. Suya saldığım makarnayı saadetle yerlerken, sofra başında Peygamber kıssaları ile söyleşirken kalbimden babama göndermeler yapmak en büyük tesellilerimden.

Belki de çocuklarıma miras; ben de bir telaş bırakıyorum bitmeyen iflah olmayan klavye tıkırtıları, kitap hışırtıları... Bazen oğlumun beni omzuna alıp gezdirmek isteyeceği yemekler yapıyorum… Bazen ev dışında olan bütün koşturmacalarım içinde durup diyorum ki: "Neden uğraşıyorsun, bu zahmeti neden çekiyorsun ki, çocuklarının sevdiği yemekleri yaparak da yaşlanabilirsin." En sahici olan, en gerçek olan, evin ve ailenin kapsadıkları… Stadyumlar dolusu insana hitap edebilirsiniz inanılmaz yazılar yazabilirsiniz. İnanın hepsi unutulmaya tozlanmaya mahkûm. Asıl silinmeyen izleri evlatlarımızda bırakıyoruz. Aile dediğimiz o dairenin içi en sahici en unutulmaz alan. Mermere kazınır gibi…

BETÜL ŞATIR KİMDİR?
1980, Fethiye doğumlu. İletişim ve Sosyoloji lisans mezunu. Akra FM, Kanal 7, TRT'de yapımcılık, yönetmenlik, metin yazarlığı yaptı. Nihayet Dergi, Star, Yeni Şafak, Dünya Bizim, Diyanet Dergi, Diyanet Aile gibi mecralarda sosyolojik tahliller veya hikâyeler yazdı. Diyanet Yayınları bünyesinde Kalbe dokunan Hikâyeler kitabı çıktı. Kıssa-i Canan Belgeseli (TRT) ve Göçle Değişen Hayatlar (TRT Diyanet) gibi belgesel projelerinde senaryo ve metin yazarlığı yaptı. TÜRGEV Ankara Gençlik Merkezi'nde müdürlük yapıyor. Evli ve 4 çocuk annesi.

BİZE ULAŞIN