Ümit Meriç: Kültürün sosyolojisinden irfanın sosyolojisine

Kültürün sosyolojisinden irfanın sosyolojisine
Giriş Tarihi: 1.4.2015 16:13 Son Güncelleme: 17.4.2015 10:13
Ümit Meriç SAYI:12Nisan 2015
Uzun süre devam eden ve galip gelen taraf olmadığı için sonuca bağlanamayan İslâm ile seküler bilim anlayışları arasındaki kültürel çatışma, ‘Hayatta en hakikî mürşit ilimdir’ sözü ile dışarıdan siyasi bir müdahale ile sona ermiştir. 19 Mart 2015 tarihinde Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde, '100 Yıllık Sosyoloji Birikimi' başlıklı bir toplantı yapıldı. Medeniyet Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet Cihan, Maltepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Erkan Çav, Doç. Dr. Ömer Say ve Dr. Elif Genç tarafından düzenlenen toplantıda, Beşir Ayvazoğlu, Prof. Dr. İsmail Kara, Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. Korkut Tuna, Prof. Dr. Mustafa Samastı gibi isimler konuşma yaptı. Toplantının '100 Yıllık Sosyoloji Birikimine Bugünden Bakmak' başlıklı birinci oturumunda Prof. Dr. Ümit Meriç de 'Kültürün Sosyolojisinden İrfanın Sosyolojisine' başlıklı bir tebliğ sundu. Dr. Mehmet Genç, gün boyu süren konuşmaların kapsamlı bir değerlendirmesini yaparak toplantının fezlekesini çıkardı. Lacivert Dergi olarak, Mehmet Genç'in 'bir manifesto' olarak nitelendirdiği Ümit Meriç'in konuşmasını aşağıda sizlere sunuyoruz.

Sözlerime, konuşma başlığımın bir izdüşümü olarak 'Günaydın!' diyerek başlıyorum. 'Günaydın', günlük, sığ, muhdes, dünyevi, ahiretsiz, öncesiz-sonrasız, seküler, tercüme kokan, doğmamış, zorla üretilmiş bir kelime. Çamlıca Kız Lisesi'nde sabahları, bahçede öğretmenlerimizi görünce, kenara çekilip verdiğimiz selam!

Peki, 'Selamünaleyküm!' Hayır, o kadar kısa değil! Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü, yani Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi sizlerin, sizin ve sizi koruyan meleklerin üzerine olsun: Uzun, dünyası ve ahireti olan, Allah'ı bilen, melekleri tanıyan, duasıyla gelen bir selam. Peygamberin Eshaba, Hazret-i Mevlâna'nın Selâhaddin-i Zerkubî'ye, Konya Bidayet Mahkemesi Reisi olan dedemin, her sabah, kâtibine verdiği selam: İrfan ehlinin selamı.

Dün 18 Mart idi, Çanakkale Deniz Savaşı'nda 14 yaşındaki İstanbul Erkek Lisesi'nden çocuklarla, 16 yaşındaki Galatasaraylı delikanlıların toprağa, biçilen başak gibi düşüverdiği günün 100'üncü sene-i devriyesi. Birleşik Avrupa Devletleri ittifakının mahrem-i ismetimize sokulmadığı gün. Bugün 19 Mart 2015. Ziya Gökalp'ın İstanbul Darülfünunu'nun ıslahı sırasında Felsefe Bölümü'ne 'İçtimaiyyat Müderrisi' olarak atandığı yılın 100'üncü sene-i devriyesi.

Peki İlm-i İçtimaî Kürsüsü, Batılı bir ilim olan sosyolojinin irfan dünyamıza meydan okuyuşuna ne kadar karşı koyabildi?

'100 Yıllık Sosyoloji Birikimi' başlığı taşıyan bu toplantı, bu hayati sorunun cevabını aramak ve bulmak için yapılıyor. 1883'de Bordeaux Üniversitesi'nde ve birkaç yıl sonra 1896'da Chicago Üniversitesi'nde kurulmasından sonra dünyanın üçüncü Sosyoloji Kürsüsü olan ve Ziya Gökalp'e emanet edilen bu bilim dalının İstanbul Darülfünunu'nda kurulması, sadece ülkemizin bilim tarihi açısından değil, ülkemizin tarihi açısından da büyük önem taşımaktadır.

Eski asistanım, Prof. Dr. Recep Şentürk'ün Fıkıh'tan Sosyal Bilimlere başlığını taşıyan kitabından okuyalım:

"Osmanlı'dan günümüze, toplum bilim tarihimizde üç ana safha olduğunu ve her dönemin aydınlarının ve toplumsal söyleminin yapısının farklılıklar arz ettiğini söyleyebiliriz. Birinci dönem: Osmanlı'nın kuruluşundan Tanzimat'a kadar (1299-1839) fıkhın hakim olduğu klasik dönem. Fıkıh nedir? 'Devlet, fıkhın en yüce tecessümüdür, onunla ayakta durur ve onu ayakta tutar' diyor G. Lewis."
Hafızamız küsufa uğradığı için, genç dinleyicilere konuyu biraz açalım:

"Fıkıh'ta üç akıl yürütme ve yorumlama yolu vardır, ulema sınıfı da buna göre kendi içinde üç tabakaya ayrılır:

I-İçtihad - Yeni fıkhî kuramların üretilmesi > müçtehidler.
II-Fetva - İlişki ve davranışlarda dinin görüşü > müftüler.
III-Hüküm (Kaza) - Mahkemeye intikal eden anlaşmazlıkların fıkıh açısından çözümü > Kadı.

İkinci dönem: Tanzimat'tan Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar (1839-1922), bir yandan Osmanlı 'Cihan Görüşü'nün omurgasını oluşturan fıkhın kapsayıcı etkisi, sınırlanmaya çalışılırken, diğer yandan ihya ve sosyal bilimlerle telif edilmeye çalışıldığı dönem.

İntihar ederek ölen II. Abdülhamid döneminin Berlin ve Viyana Büyükelçisi Sadullah Paşa'nın mısralarıyla söylersek:
Yıkıldı belki esasından eski malûmat
Ne kaldı şöhret-i Rum u Arab ne Mısır u Herat!
Üçüncü dönem: Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana (1922 sonrası), fıkhın resmî söylemden kaldırıldığı ve Batılı Sosyal Bilim söyleminin hızla ve resmen benimsendiği dönem." (Recep Şentürk, Türk Düşüncesinin Sosyolojisi-Fıkıh'tan Sosyal Bilimlere, Etkileşim Yayınları, 2008, s. 9-13; 32).

Burada duralım ve Batılı Sosyal Bilimler ile ilgili birkaç tespitte bulunalım. Batılı sosyal bilimlerin tarihi Eski Yunan'a kadar götürülebilse de, modern sosyal bilimler 19'uncu asır Avrupa'sının ürünüdür. Sosyal modernleşme, bütün dünyada olduğu gibi, ecdadımız Osmanlı'da da sosyal bilimsel modernleşme ile paralel gitmiştir. Sosyal bilimsel modernleşme, evrensel bir süreçtir. Ve sadece Türkiye'ye has değildir. Batı medeniyetinin yayılmasına paralel olarak Batı bilimleri de bütün dünyaya yayılmıştır. Batı medeniyeti karşısında yenilen Osmanlı'nın mağlubiyetiyle eş-zamanlı olarak, Osmanlı toplum düşüncesi de etkisini kaybetmiştir. Bir bilimin tüm dünyada yayılması ve yerel bilgi sistemlerini devre dışı bırakması, güç ve hâkimiyet ilişkilerinden bağımsız olarak anlaşılamaz.

"Modern sosyal bilimler kavramsal planda dinî bilgilerin hâkimiyeti altında bulunan ve geleneksel olarak âlimler tarafından yönetilen sosyal alanları nasıl fethetti?" sorusunun cevabını, doktora hazırlayacak gençlere bırakıyor ve sarıklı ihtilalci Ali Suavi'nin 'mevt-ül ulema' dediği olayla ahirete intikal eden bütün ulemaya Fatihalar yollayarak, sözü yine, kendisi de gençliğinde intihara teşebbüs etmiş olan Ziya Gökalp'e getiriyoruz. Gökalp'e göre, inançtan bilime doğru sürekli bir ilerleme vardır; Batı, evrim aşamalarında bizden ileri olduğu için, biz de zorunlu olarak, onu her bakımdan olduğu gibi sosyal bilimler açısından da takip etmek zorundayız. "Doğu'da olmayan biyoloji, psikoloji ve sosyolojiyi Batı'dan almak zorundayız." (Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, -1. Baskı 1924-, 6. Baskı, 1966, s. 13-15).

Gökalp'in evrimci bilimsel gelişme anlayışına, Türkiye örneğinde, bir evrim değil, bir 'kırılma' olması dolayısıyla itiraz etmek mümkündür. Belki Thomas Kuhn'un tabiat bilimleri için kullandığı 'paradigma sıçraması' kavramı, ülke örneğimize bir ölçüde ışık tutacaktır. Zira bu topraklardaki değişim, bir bilimin kendi içindeki bir devrim olmayıp, bir bilimden diğerine bir sıçrama ve geçiştir.

Uzun süre devam eden ve galip gelen taraf olmadığı için sonuca bağlanamayan İslâm ile seküler bilim anlayışları arasındaki kültürel çatışma, 'Hayatta en hakikî mürşit ilimdir' sözü ile dışarıdan siyasi bir müdahale ile sona ermiştir. Ziya Gökalp eliyle zihinlere Durkheim'ın şeması yerleştirilmiştir: "İmparatorluğunuz bitti, siz artık bir ulus devletsiniz." Çağdaş Türkiye'de sekülerleşme ve modernleşme bir devlet politikası haline gelmiştir.

İmdi burada duralım ve Niyazi Berkes'in bir kitabına başlık yaptığı soruyu, Sosyoloji Kürsüsü'nün kuruluşunun 100'üncü yılında bir kere de biz soralım:

"200 yıldır neden bocalıyoruz?"

Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı'yı dinleyelim:

"Son dönemde yurt ve dünyadaki gelişmelerle bağlantılı olarak, sosyolojinin ve Türkiye'de sosyolojinin nasıl olacağını düşünmek, üstesinden gelinebilecek bir konu değildir. Geçmişte Türkiye'de ne yapıldı, sosyoloji nasıl anlaşıldı? Türkiye'de sosyoloji yapmanın temel doğrultuları nelerdir? Felsefe, zaten oldum olası, Türkiye coğrafyasıyla hiç bağdaştırılmamıştır. Hakeza sosyoloji de. Genelde 1920-30 kuşağındaki sosyologlarda dünyanın gittiği yön ve Türkiye'nin konumu ile ilgili kaygılar bir ölçüde vardır da, 1940'lardan itibaren bu kaygı hepten yok olmuş gibidir. Tanzimat aydını bile dünya perspektifi olan bir aydındır. 1960'lı yıllardan sonra uygulamalı sosyoloji çalışmaları ortaya çıkmış ve bu çalışmalar sadece rakamsal gerçekleri ortaya koymuştur. Türkiye'nin tipik bir Batı toplumu olacağı öngörüsü merkezde değil, çevrede sosyoloji yapmak anlamına gelmiştir. Bu, dünya sosyolojisine entegre olmak demektir: İkincil mahiyetteki metinlerin Türkçe değil, yabancı dilde yazılması. Türkiye'nin seçkin bilim adamı Şerif Mardin de kendi akademik hayatından iz düşümleri yazarken, kuramsal mahiyetteki çalışmalardan daha mikro alanlara yöneldiğini ifade etmektedir. Hemen her alandaki araştırmalarda mikro konularda odaklaşılması ve fakat bütünle bağlantının kurulamaması Türkiye'de sosyolojik damarın bütünüyle kopması sonucunu getirmiştir. Türk sosyal bilimcisi kendi ülkesinin gerçeğine yabancılaşmıştır. Entelektüelin çevirmene dönüşmesi, mikro konularla uğraşılması, ilginin yabancı metinler üzerinde odaklaşması ve buna ilave edilebilecek daha pek çok sebep, son yarım yüzyıl tarihinin hafızamızdan toptan silinmesini beraberinde getirmiştir. Türkiye'de genelde sosyal bilimler, özelde sosyoloji vahim bir durumda gözükmektedir. Konu ülkemizin çıkarlarıyla ilgilidir. Dünyadaki gelişmeleri, Batı sosyal bilimlerini (sosyolojiyi, antropolojiyi, oryantalizmi, nevzuhur kültürel çalışmaları, ÜM) ve kendi toplumumuzun sorunlarını, kendi kafamızla değerlendirmek durumundayız. Türk sosyolojisinin yapı taşlarını kurmak, teslimiyetçiliğin aşılmasının en önemli yoludur. Bu anlamda Baykan Sezer'in metinlerini okumak konuyu doğru yerden tutmayı sağlayabilir." (Kurtuluş Kayalı, Sosyoloji Yapmak, Türkiye'de Sosyoloji Yapmak ya da Türk Sosyolojisinin Yapı Taşlarını Oluşturmak, Türkiye'de Toplumbilimlerinin Gelişimi II- Anglo- Amerikan Etkisi, Editörler: Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Sosyoloji Yıllığı 18, Kitabevi, 2009, s. 177-182).

Kendisiyle 30 yıl birlikte çalıştığım Baykan Sezer'i huzurunuzda bir kere daha rahmetle anıyorum. İcazeti Kurtuluş Kayalı'dan aldıktan sonra Baykan Sezer'in İstanbul Edebiyat Fakültesi'ne yadigâr olarak bıraktığı 'gençler'den ikisine, Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan'ın çalışmalarına sözü getirmek istiyorum. 25 yıl önce başlayan ve 25'inci sayıya gelmiş olan Sosyoloji Yıllıkları, İstanbul merkezli olmakla beraber, Anadolu üniversiteleri ile iş birliği içinde çıkmakta ve Batı sosyolojisini, Türkiye'de toplum bilimlerinin gelişimini, bilim sosyolojisini, değişim sosyolojisini, bazen bin sayfaya yaklaşan özel sayılarla tartışmaya açmaktadırlar. Türk sosyolojisindeki dinamizmin kendini en güzel şekilde ifade ettiği bu yayın organında, kendisini dünyanın ve tarihin merkezi kabul eden Batı'nın dünyaya ihraç ettiği ve büyük ölçüde kabul ettirdiği tamamlanmışlık ve üstünlük duygusu ile taçlandırılmak istenen Batılı kuramlar ve Batılı sosyal bilimler ciddi bir eleştiriden geçirilerek, pozitivist, ilerlemeci toplum ve bilim anlayışı değerlendirilmektedir.

"SSCB'nin tasfiyesiyle başlayan yeni gelişmeler, bütünsel dünya görüşlerini inkâr eden yeni bir bilim anlayışının temelini oluşturmuştur.

Post-modernizm bütüncül kavramların karşısında alternatif bir kuramsal girişimdir. Her türlü otoriteye ve kurama karşı çıkan ve bütünsel dünya görüşlerinden vazgeçerek, mevcut dünya egemenliğini pekiştiren 'ne olsa gider' tavrıyla post-modernizm Batı dünya egemenliğinin kendine verdiği güvenle ve bunun değişmeyeceği inancıyla bilimin sonunu ilan etmekten çekinmedi. Tarihin sonu ile birlikte, bilimin de sonu ilan edildi. Oysa Türk sosyolojisi, XIX. yüzyıl ile başlayan ve XX. yüzyılı da içeren Batı önerilerinin ve Batı öncülüğündeki sürecin sona ermesi ile sona ermek zorunda değildir. Bütünsel dünya görüşlerini reddeden, geçmişle bağını koparan bu Batı aklının oynaklığı ve temelsizliği karşısında, Batı'dan çözüm beklemek alışkanlığı ve kolaycılığı sona ermiştir. Türk toplum düşüncesi, yeni ve esaslı bir yol ayrımındadır. Bu yol ayrımı Anadolu'nun Türkleşmesi ve Osmanlı'nın Batıcılaşması gibi, önemli ve tarihi bir yol ayrımıdır. Batı'nın dünyayı en küçük hücresine kadar parçalama politikası dışında, Batı-dışı toplumlara önereceği bir tasarısı kalmamıştır. Günümüzdeki yol ayrımı budur. Osmanlı'dan kalan Doğu'nun (ve İslam'ın ÜM) savunuculuğu ve öncüsü olmak mirasına sahip çıkmak ve bu mirası en yaratıcı biçimde geliştirmek." (Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Bilim Sosyolojisi Kitabı İçin: Bilime ve Bilim Anlayışındaki Değişime Kendi Adımıza Müdahale Etmenin Gereği Üzerine -Önsöz-, Editörler: E. Eğribel ve U. Özcan, Sosyoloji Yıllığı 16, Kitabevi, 2007, s. 3-13).

Küresel barbarlık çağına girme tehlikesiyle yüz yüze gelen dünyamızda, Türk sosyolojisinin manifestosu olan yazılarıyla Sosyoloji Yıllıkları'nın sadece Türkiye için değil, dünya için de önemli düşünme konuları getirdiğini ve sınırlarındaki teğel dikişlerinin çatlamakta olduğunu hisseden ülke insanının irfanı ile buluştuğunu düşünüyorum.

Sözlerimi, 15 Ekim 1996'da A8 amfisinde yaptığım 'Kurumlar Sosyolojisi' dersinden bir alıntı ile bitirmek istiyorum.

"Geçmişi yorumlamak, bugünü anlamak ve yarınları aydınlatmak: Sosyolojinin üç kanatlı bir ayna gibi üstlenmek zorunda olduğu emperyal tavır budur; bu olmalıdır. Ülkemizde bir ithal ilmi gibi başlayan sosyoloji çalışmaları önce Fransız sosyolojisinin büyük sentezleri altında ezildi, sonra Amerikan sosyolojisinin küçük analizleri içinde ufalandı ve adeta bir metot fetişizmi devri yaşandı. Farklı konularda farklı yöntemlerle çalışanlar bulgularını birleştireceklerine birbirlerine sırtlarını döndüler. Oysa sosyoloji ne (bugünü belirleyen) dünü kucaklamakla yetinmeliydi, ne de mikro çalışmaların patikasında yolunu kaybederek, nereden gelip nereye gittiğini şaşıran bir ilim olmalıydı. Ülkemizle ülkemizi tanıştıracak bir sosyoloji bu iki tavrın barışmasından geçecektir. Sosyolojide mimarlık yapmayı bilemezseniz, başkalarının amelesi olursunuz. Kendinizi asırlara göre kodlayın, meteoroloji bültenlerine göre değil. Biz sizin papatya değil, çınar olmanızı istiyoruz. Tarihe yönelmek demek, geleceğe yönelmek demektir. Çınarın kökü derinlerdedir, dalları da göklerdedir. Fırtına çınarın gövdesini deviremez, olsa olsa dallarını kırar. Kendinizi asırlık perspektiflere yerleştirin ve gününüze önce, asırlar evveline dönerek ve sonra asırlar sonrasında geçerek, bakın."
Evet, sözlerimi burada sonlandırırken, size 'Günaydın' demiyorum.

Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühu.

19 Mart 2015, Caddebostan.

ÜMİT MERİÇ KİMDİR?
Sosyolog ve yazar.

BİZE ULAŞIN