Sema Silkin: Üsküp

Üsküp
Giriş Tarihi: 2.10.2014 23:01 Son Güncelleme: 2.10.2014 23:16
Sema Silkin SAYI:06Ekim 2014
Ekmek arası böreklerin hazırlandığı, Türk çayının demlendiği kahvehaneler daha ilk dakikalarda ‘Üsküp biziz biz Üsküp’üz’ dedirtiyor insana. İlk dakikalardaki bu yakınlık pasaportla girilse dahi yabancı bir ülkeye değil, bir Anadolu şehrine vardığımızı hissettiriyor hepimize. Yurt dışına çıkış hikâyelerim bir stratejinin ürünü olmamıştı hiç. İmkân olur, şartlar zorlanır, nasipse yol benimdir demişimdir hep. Ama bu nasibimle her yüz yüze geldiğimde dostların 'bizim öbür yarımızın, tanımadığımız akrabalarımızın yaşadığı topraklar' sözleri hatırıma gelir, yine mi Balkanlar olmadı, diye hayıflanırım. Dünyada çok istenip de nasip olmayan bir şey varsa imtihandır denip teselli bulmalı, değilse nasibi sabırla beklemeli. Bu seyahate çıkma sebebim de Makedonya'nın Struga şehrinin ülkenin ekonomik ve siyasi problemlerine rağmen uluslararası boyutta 53 yıldır geleneksel olarak sürdürdüğü şiir festivali… Festival bahanesiyle gezimizin mihenk taşı olan Üsküp'e doğru yola çıktım.
İlk adımlarımız bizi aslında çok bildiğimiz yerlere kendiliğinden götürüyor sanki. Arkadaşlarla Balkanlar'da Osmanlı izlerinin peşine düşüyoruz. Yolun bizi götürdüğü eski çarşı, Urfa'dan, Bursa'ya 'eski çarşılarımızdan' birisi aslında… Kaleden başlayıp Taş Köprü'ye doğru uzanan çarşıda sobacıların, kalaycıların, dericilerin, kuyumcuların, şekercilerin, çarıkçıların en doğal halleri ile bulunduğu eski çarşının döşeme taşlarından ilerliyoruz. Taş ustalarıyla ünlenmiş Arnavutların döşediği bu yer döşemeleri, yerini kimin yaptığının önemi olmayan asfalta bıraktığı an eski çarşıdan çıktığımızı anlıyoruz. Osmanlı dönemi Avrupa'sının en önemli ticaret merkezlerinden biri olan eski çarşının buralıların deyimiyle 'Bit Pazarski'nin esnafı bugün mütevazı bir rızka şükrediyor. Çarşı içinde yer alan Kurşunlu Han, Kapan Han veya Sulu Han'da 'bizden' tınılar eşliğinde köpüklü kahvelerimizi yudumlamak çok keyifli. Ancak bu dinginlik içinde okumak için bir kitaba uzanıp da Kiril Alfabesini görünce fark ediyorum, burası Makedonya…

Osmanlı mirasının izlerini sürmeye tekkelerden devam ediyoruz. Vaktiyle onlarca farklı tarikatın tekkesi olduğu söylenen bu şehirde bizim nasibimize yalnızca iki tanesinin kaldığını üzülerek öğreniyorum. Yeni adı Tetova, eski adıyla Kalkandelen'e doğru yol alıyoruz. Bu şehirde doğu ve batı algısı düşünüldüğü gibi değil. Şehrin doğusuna gidildikçe Makedon yani Hıristiyan nüfus batısına yöneldiğimizde ise Türk, Arnavut, Torbeş, Boşnak olan Müslüman nüfus karşımıza çıkıyor. Şehrin batısında 16'ncı yüzyılda Malatya'dan gelen Harabati Baba'nın tekkesine kavuşuyoruz. Tekkenin girişinde Arnavut bir görevli bize zor konuştuğu Türkçesi ile şiir gibi anlatıyor tekkeyi:

"Bu komplekste var 4 kapı
4 kapı sembol eder Allah'ın 4 kitabı
Kuran Zebur İncil Tevrat
Şeriat tarikat hakikat."

Avlusunda mescidin, imam evinin, misafirhanenin, ahırın, aşevinin, şadırvanın, aslanlı çeşmenin olduğu bu tekke aslında bugünkü anlamda bir kompleks. Şadırvanın tavan işlemelerine bakarak avludaki sedirde öylece oturuyor ve tekkenin hazin hikâyesini dinliyoruz. Burası 1940'larda önce Yugoslav hükümeti tarafından yıkılıp, turistik bir tesise dönüştürülmeye çalışılıyor. Mescidin imam evinin, misafirhanenin ve ahırın yerine gazino, düğün salonu, lokanta ve otel yapıldığını öğreniyoruz. 2001 yılında iddiaya göre Amerikan hükümeti Bektaşilerle yaptığı anlaşmayla tekkeyi eski haline getiriyor. Tekkenin Bektaşiler tarafından kullanılan bölümlerinde asılı Amerikan bayraklarının dikkatimizi çekmesi boşuna değilmiş. Amerikalılar yakın zamanda tekkeyi konsolosluk yapmayı da istemişler ama sonra nedendir bilinmez, vazgeçmişler. Tekkenin belli bölümlerinin Sünniler tarafından kullanımının şiddetli bir mücadelenin sonunda sağlandığını ve başta kim olduğunu bilmediğimiz Cumali Bey'in de bu savaşın bayraktarlığını yapan kişi olduğunu veda ederken öğreniyoruz.

Bizi bir önceki durağımızda karşılaştığımız Türk bir diş hekimi de gezimize katılıyor. Türkiye'den geldiğimiz için muhabbetini göstermek için kakaolu boza ve çikolatalı baklava ikram ediyor. Sonra bize cebinden çıkarıp yanından hiç ayırmadığını söylediği Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın fotoğrafını gösteriyor.

Derken, Alaca Camii'ne doğru hareket ediyoruz. Unesco'nun koruma mirasında olan 15'inci yüzyıl eseri Alaca Camii ciddi bir yangın geçirmiş. Bu camiiye âşık iki Hanım, Mensure ve Hurşide Hanımlar çeyizlerini satarak elde ettikleri gelirle camiyi 19'uncu yüzyılda restore ettirmişler. Bu iki hanımın camiinin ferah bahçesindeki kabirlerine sizler de bir Fatiha okuyun derim.

Birer tarihi eser olarak ibadethanelerimize kurumlar sahip çıkmalı ama onlara asıl ruhunu verecek olanlar bizleriz, yani cemaatleri… Alaca Camii'nin bereketli bir cemaati olduğunu, hatta teravih namazının iki sefer kılındığını öğrenince şükrediyorum.

Aslında genel olarak gezdiğimiz camilerin hepsinde vakit namazları dahil genç cemaatin fazlalığı birkaç gündür dikkatimi çekiyor.

Burada cemaatin bereketinden teravih namazlarının iki seferde kılındığını öğrenince mutlu oluyorum. Gittiğim camilerin hemen hepsinde vakit namazları dâhil genç cemaatin fazlalığı dikkatimi çekmişti birkaç gündür. Bahçenin hemen yanındaki Üsküp Diyanetine ait bir Kur'an kursuna geçiyorum. Seksen yaşlarında bir amcamız kırk yıldır burada üç yüze yakın hafız yetiştirmiş. Bu küçük şehre kattığı değerin herkes farkında.

Kalkandelen'den Üsküp'e dönüp, yapılara baktığımızda modern hayatın bu tarihi şehirlere ne büyük kötülük yaptığını fark ediyorum. Şehirlerle oynarken bir sonraki neslin tarih ile bağı koparılıyor, kimliğini kaybediyor. Üsküp'te sayısız Osmanlı dönemi eserinin şehre sonradan inşa edilen yapılar karşısında mağlup edilişini harita üzerinden bile görmek mümkün. Buna rağmen ayakta kalan camiler, hanlar, hamamlar umut veriyor. Mustafa Paşa, Sultan Murad, İshak Bey Camileri…

Ortasından Vardar Nehri'nin geçtiği bu şehrin bize ecdadın yadigârı olarak kalan yakasını anlattım hep. Şimdi ise şehrin Hıristiyan yanını temsilen tepesine haç konulan Vodvo dağının eteklerinde Vardar'ın yanı başındayım. Yani nehrin öbür yakasında.

Akşam saatlerinde gezdiğim Nova Stari (Yeni Şehir) Taş Köprü'den başlayıp Vodvo Dağı'na uzanan yolda Tren Garı'nda sonlanan uzunca bir cadde. Sultan Reşad geldikçe yürüdüğü için adının verildiği bu caddenin adı artık Macedonia. Burası, Alexander The Great Meydanı'ndaki Makedon milliyetçilerin heykelleri, Rönesans tarzı binalar, Paris'teki Zafer Anıtı'nın bir kopyası ile tipik bir Doğu Avrupa şehri. Aldığım kartpostallara baktığımda nehrin bir sağına bir soluna kafamı çevirirken üzerinde durduğum bu köprünün o eski Taş Köprü olduğunu fark ediyorum, kitabesi silinmiş, altından çok sular akmış…

"Coğrafya kaderdir" diyordu İbn Haldun. Evet, bu söz, olumsuz iklim koşullarına ve yetersiz kaynaklara sahip bazı halkların durumunu açıklayabilir. Peki ya arasından yalnızca bir nehir geçen bu şehrin iki yakasında yaşayan Müslüman ve Makedon halklar arasındaki refah seviyesindeki dengesizliği nasıl açıklayacağız? Milliyetçi Makedon Başkan'ın Türk ve İslam izlerini silip eski Makedon Uygarlığını diriltmek niyetini, şehrin yeni siluetinden hemen anlamak mümkün. Aynı şekilde şehrin yeni sahiplerinin tüm yatırımlarını Makedon halkın refah düzeyini yükseltmek için bu bölgeye yaptıklarını görmek de… Statların, hastanelerin, şehir parklarının, üniversitelerin, alışveriş merkezlerinin, kamu binalarının hemen hepsi nehrin Makedon yakasında hizmet veriyor. Şehrin diğer yakası ise kendi haline terk edilmiş. Müslüman mahalleleri ise çarpık kentleşme ile karşı karşıya.

Yoksulluğu kader olmaktan çıkaran tek şey olan eğitime dair beklentimiz de maalesef Müslüman nüfusta beklenen ölçüde karşılık bulmuyor. Ülkenin yüksek olan işsizlik oranı azınlık durumunda olan Müslüman halklar için daha da yükseliyor. Nüfusla orantılı işe alım kanunlarının ise pratikte karşılığı yok. Genç Müslümanlar, kadın ya da erkek hem umutlarını kaybetmemek hem de umutsuzluklarını ertelemek için okuma gayretindeler. Şehre yatırım yapan Türk şirketleri dahi Makedon çalıştırma zorunluluğu nedeniyle Türklere yetersiz istihdam sağlasa da halkın umut kaynağı olmaya devam ediyor. Aileler, zorunlu öğrenim süresi içinde okumaya istidadı olan bir çocuklarını seçip diğerlerine bu çocuğun okul dışındaki sorumluluklarını alma misyonunu yüklüyorlar. En büyük beklentileri ise eli kalem tutan bu çocuğun ileride, kendisi için fedakârlıkta bulunmuş ailesine ve akrabalarına karşı vefalı olması.

Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden çekilmesinden bu yana Balkanlardaki Türklerin ve Müslümanların en büyük problemi kendi kimliklerini muhafaza ederek varlıklarını koruyabilmek. Yapılan savaşlar, çekilen acılar hep var olmak, olabilmek için. Bosna'daki, Arnavutluk'taki, Kosova'daki gibi Makedonya'daki Müslümanlar da tüm olumsuzluklara rağmen vatanlarını terk etmiyorlar. Karşılaştıkları her problemde de tarihi bir içgüdüyle yüzlerini Türkiye'ye çeviriyorlar. Üsküp bana bu tarihi içgüdünün ne kadar hakiki olduğunu öğretti. Aynı zamanda da buna muhatap olmanın sorumluluğunun ne kadar ağır olduğunu.

BİZE ULAŞIN