Kevser Çakır Demir: MAĞDUR, KADIN, ÜSTÜNLÜK SANRISI

MAĞDUR, KADIN, ÜSTÜNLÜK SANRISI
Giriş Tarihi: 6.9.2023 12:17 Son Güncelleme: 6.9.2023 12:17
“Kurtarma” ya da “onun adına konuşma” meselesi Batı’dan ithaldir. Lila Abu-Lughod’a göre Batı, Doğu’daki kadınları belli bir kalıba hapseder ve madun ilan eder, ardından da kurtarmaya girişir. Kurtaracağı kadını önce indirger, ardından kendi üstenci dilini oluşturur. Böylece müdahale edilmesi kaçınılmaz, meşruiyet zemini oluşmuş olur.

Yazıma Yeşilçam filmlerinde çok sevilen bir meseleye değinerek başlamak istiyorum. Bahsini edeceğim tarzdaki film, köyde yaşayan bir kızın hayatından kısa kesitlerle başlar. Köylü, cahil ve saf olan bu kız, bir şekilde kente gelir. Burada kendisi ile kentli aydın kesim arasındaki karşıtlıkla başlayan süreç, keskin bir dönüşümle sonuçlanacaktır. Kız, kentli sınıfın üstenci bakışının sonucu olarak birtakım aşağılamalar ve olumsuz olaylara maruz kalıp madunluğu ispatlandıktan sonra dönüşüm aşamasına geçer.

Genelde öç alma ve kentli erkeğe ulaşma dürtüsüyle hareket eden kızımız, yukarıdan bir el yardımıyla değiştirilir. Böylece kızımız, aniden modern araçları kullanabilen biri haline gelir ve Batılı imajı ile yepyeni bir kadın olarak, bir nevi Anka Kuşu gibi yeniden küllerinden doğar. Hızlandırılmış bir kurguyla piyano çalan, araç kullanan, şarkı söyleyen, sosyal hayatta kendini ispat etmiş bir kadına dönüşen kızımız, böylece "ezici" söylem üreten kentlilere kendisini ispat etmiştir. Bu had bildirme ile popüler kültürün tahakkümü de onaylanmış olur. Bahsi geçen dönüşümlerin hızı, Gregor Samsa'nın "bir sabah huzursuz düşlerinden uyandığında kendini yatağında kocaman bir böceğe dönüşmüş olarak" bulma hızını dahi aratacak cinstendir.

Bu topraklarda seksen yıl boyunca işlenen temel mesele, işte yukarıda bahsini ettiğimiz bu karşıtlıktır. "Kentli-köylü, dindarseküler, iyi-kötü" karşıtlıkları sinemamızın beslendiği meselelerin başında gelir ve bu alternatifsiz evrende sonuç her zaman oluşturulması hedeflenen kitle kültürünü pekiştirmeye yarar. Serpil Kırel'in "Kezban serisi" özelinde ele aldığı bu dönüşüm, çoğu kez sınıf atlama şeklinde zuhur eder. Kırel'in ifade ettiği gibi, "kızın başa çıkması gereken, aşılması zor bir sınıfsal farklılık" söz konusudur ve bu noktada bulunduğu konumu değiştirmek mutlu sona ulaşmak için bir "zorunluluk" olarak dayatılır.

Üstenci tahakkümü

Bu durum bizce iki şeye yol açar. İlki, Heinz Kohut'un tanımıyla "otantik kendilik" meselesidir. Bahsini ettiğimiz tipleme otantik halinden utanıp sevilemez olduğuna ikna olmuş bir kişidir. Dönüşüm geçirdikçe otantik kendiliği ortadan kalkmaya başlar. Kendi benliğini Batılı ötekisine göre tanımlayan kızımız, "kendiliği"ni bir türlü inşa edememektedir. Dolayısıyla onaylanma ve reddedilme arasında, kim olduğuna dair duygunun da kaybolduğu bir sürece teşvik edilmektedir. Kendi benliğinden vazgeçtikçe, başkalarının gözünden kim olduğu vurgusu daha da önemli bir hal alır. Bu durum, kaçınılmaz bir toplumsal mesaj olarak karşımıza çıkar.

İkinci olarak; filmlerde görülen bu durumun bir grup narsisizmine yol açması durumudur. Esasen filmsel anlatımlarda bahsedilen bu meseleler, toplumsal süreçlerin de bir yansımasıdır. Cumhuriyetin yönetici elitleri, halkı "eğitilmesi gereken, cahil, gerici, karanlığa gömülü kitleler" olarak damgalarken, bu yolla "aydın" tanımı yaptığı kendi sınıf özelliklerini de pekiştirmiş olur. Bu dönem boyunca, ehlileştirmekte ve modern araçları elinde bulundurmakta kararlı olan bu kadro, geniş kitleleri transforme etmede ısrarcıdır.

Cumhuriyetin kurucu ideolojisi, modernleşme ve Batılılaşma çabalarını daha ziyade kadın üzerinden yürütür. Bu noktada eğitimsiz, cahil, köylü olarak kodlanan kadınları içinde bulundukları durumdan kurtarma söylemi, onlar için konuşma fantezisi dünden bugüne değişmeyen bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.

Aslında "kurtarma" ya da "onun adına konuşma" meselesi Batı'dan ithaldir. Lila Abu- Lughod'a göre Batı, Doğu'daki kadınları belli bir kalıba hapseder ve madun ilan eder, ardından dakurtarmaya girişir. Kurtaracağı kadını önce indirger, ardından kendi üstenci dilini oluşturur. Böylece müdahale edilmesi kaçınılmaz, meşruiyet zemini oluşmuş olur. Edward Said'e göre ise, Batılı değer sisteminin Doğu toplumlarında kendi kendine yeniden üretilmesi, "self-oryantalizm" olarak ifade edilir. Self-oryantalizmi yeniden üretmek suretiyle kendisini toplumda bir kurtarıcı olarak gören kadrolar, kitlelere yönelik aşağılama ve ötekileştirme dilini inşa eden zihniyetin bayraktarlığını yapmaktan da imtina etmez. Bu dil çoğu zaman küçük bir grubun halk karşısındaki, üstenci tahakkümünü de garanti altına almış olur.

Aydın ve sanatçılardan kolektif narsisizm

Bu noktada örnek vermek meseleyi daha açıklayıcı kılacaktır diye düşünüyorum. Geçtiğimiz günlerde önce Merve Dizdar'ın, ardından da Melek Mosso'nun ödül törenlerinde yaptıkları konuşmalar gündem oldu. Her iki sanatçı da konuşmasında, "ülkedeki zavallı kadınlar" vurgusunu merkeze aldı. Bunun yanında "kadınlar adına konuşma" arzusunu ifade ederlerken, "madun kadınlar" olarak tasvir edilen muğlak bir imgeye seslenmekteydiler.

Öncelikle bahsi geçen söylemlerin, sadece birer şikâyet hali ile ilişkili olmadığını belirtmekte fayda var. Bu söylemler, üstünlük duygusu ile doğrudan bağlantılı ve kendini konumlandırdığı şeye karşı "indirgemeci" yaklaşmanın bir sonucu. Kolektif narsisizm olarak ifade edilebilecek bu durum, "kişinin ait olduğu grubun abartılı büyüklüğüne olan gerçeklikten uzak inanç" duymasına sebep olmaktadır. İşte ülkedeki aydınlardan, sanatçılara kadar grup narsisizmi olarak isimlendirdiğimiz durum tam olarak budur.

Buna ek olarak, Dizdar'ın mezkur konuşmayı Cannes Film Festivali'nde yapmış olması başka konuları da düşünmeyi zorunlu kılmıştır. Madun üretmek bakımından, Batı'nın geçmişinin daha karanlık olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Madun kadın söylemi Güney Asyalı, Afrikalı veya Ortadoğulu kadınları kurtarma fantezisine dayalı eski bir kolonyal alışkanlıktır.

Lughoud'un ifadesiyle Batı merkezli söylemler, dünyanın geri kalanı için doğrudan sömürgeci oryantalizme yol açmaktadır. Çünkü Batı araçsallaştıramadığı kadını kurtarmaz. Bunun en bariz örneği olarak, Mısır'da kadınları peçeden kurtaran (!) İngiliz yönetici Lord Cromer'in, İngiltere'de kadınların oy haklarına karşı çıkan kişi olması örneğini hatırlatabilir ve bu ikiyüzlülüğe dikkat çekebiliriz.

O halde "Sömürgeci güçlerin, kültürel farkları kalıp yargı haline getirmedeki suç ortaklığına biz neden dâhil olalım?" diye sormak gerekir. Özellikle, sömürgecilik faaliyetleri kapsamında koloniler kurarak Afrika'daki sömürgelerinde kadın, çocuk, yaşlı demeden milyonlarca insanı hunharca katleden, Ruanda ve Cezayir soykırımlarına yol açan Fransa'da bu söylemi neden yeniden üretelim?

Bugün dahi insanların emeğini sömürmeye devam ettiği topraklarda, kadın erkek ayrımı yapmadan yol açtığı toplumsal, siyasal ve ekonomik haksızlıklara maruz kalan milyonlarca insan varken hem de? Batı'nın dün ve bugün mağdur ettiği kadınlara hiç değinmeden, kişinin ülkesindeki kadınları topyekûn madun söylemine hapsetmesi de oldukça Doğulu bir refleks ya da kompleksten kaynaklanıyor.

"Mümkün olsa da, bu toplumun tümünü değiştirsek"

Öte yandan "madun kadınlar" vurgusu ve onlar adına konuşma arzusu, aslında çoğu zaman istenileni de gerçekleştirmez. Gayatri Spivak'ın da ifade ettiği gibi, "o amansız standartlaştırıcı iyilikseverlik, ötekinin asimilasyon yoluyla tanınması, onun adına konuşmak ya da ona kısmi söz hakkı vermek, muhatabı asla özne kılmamaktır." Çünkü madun adına konuşmak, onun nesnelleştirilmesini de beraberinde getiriyor. Genelde madun kadınlara vurgu yapmak, kendi çıkarlarını ve üstünlük atfedilen değerleri, telkin ve tahkim etmek olarak ortaya çıkıyor. Kezban filmlerindeki ezici söylem ve dönüştürücü etki tam olarak budur. Mosso'nun konuşması da bunun bariz bir örneğini teşkil eder.

Sıraladığım meselelere elbette pek çok misal daha eklenebilir. "Kızılcık Şerbeti" içen "Ömer"lerimiz de buna dâhildir. Ancak yazımız tüm bunları aktarabilecek kadar uzun olamayacağı için son bir örnekle son bulmak zorundadır. Geçenlerde, hayatı tamamen kendilerinden menkul olarak tanımlayan, geri kalan kısmı halk mottosuyla alayına aşağılayan, Sen Josefli adamların üzgün olduğu bir video çıktı karşıma. Eski bir sinema hocası, yeni Youtuber bir beyefendinin programı bu. Seçim değerlendirmesini içeren ve üç kişinin katılımcı olduğu yayında, muhafazakâr kitleleri aşağılayan
bir yaklaşım göze çarpıyordu. Böylelikle Fransızca bilmek, Sen Josef mezunu olmak kabilinden cümleler havada uçuşurken, kendi üstünlüklerini garanti altına alma çabası daha da komik bir hal alıyordu.

Anadolu insanına yönelik istihza ve aşağılama içeren yayında birkaç husus dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, "ah ulan değiştirmek mümkün olsa da, bu toplumun tümünü değiştirsek" kıvamındaki bir vurguydu. Bu bir nevi, Kezban filmlerindeki dönüştürücü etkinin artık kendi ellerinde olmadığının itirafı ve serzenişiydi. Dikkatimi çeken diğer husus, üstünlük iddialarını pekiştirme çabalarıydı. Ne kadar eğitimli, okumuş ve paralı olduklarını vurgularken, halkı kete yemeğe indirgeyerek gülünesi bir öge haline getirmeye çalışıyorlardı.

Hiçbir alanda artık üstün değiller

Ne var ki artık karşılarında bu grup narsisizmini besleyecek bir halk yok. Bugün eğitim, herkesin ulaşabileceği bir imkân. Edebiyattan, felsefeden, sanattan, sinemaya kadar pek çok alanda kendini yetiştiren insanların olduğu bu ülkede, üstünlük iddia ettikleri hiçbir alanda, artık üsttün değiller. Aziz Sancar'ların, Teoman Duralı'ların, Semih Kaplanoğlu'ların, Mesut Özil'lerin ve Büşra Kayıkçı'ların da var olduğu yeni toplumsal süreçleri görmek istemiyorlar kısacası.

Tüm bu süreci düşünürken birden aklıma, Recep Tayyip Erdoğan'ın Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığı sırada Musa Kart'ın eleştirel bir sorusu üzerine, gülerek cevap verdiği meşhur replik geldi. -Dileyenler "sevgili musa" diye google'layarak gerçek repliğe ulaşabilir - O sözü biraz dönüştürerek yazımı şöyle bitirmek isterim;

"Siz yankı odalarından çıkamadığınız için tabi sevgili Musa, halkın artık Fransızca bilen Sen Josefli adamların ezici tahakkümüne aldanmadığını
da bilmiyorsunuz!"

BİZE ULAŞIN