Mesut Aytekin: Müziğin renkli hikâyelerle sinemasal dansı: Balkan Sineması

Müziğin renkli hikâyelerle sinemasal dansı: Balkan Sineması
Giriş Tarihi: 20.11.2019 16:09 Son Güncelleme: 20.11.2019 16:09
Sinema tarihimiz de bir anlamda Balkanlar ile yakın ilişki içerisindedir. Balkanlardaki pek çok günlük olayı, düğünü, taşra yaşamını, eğlenceyi filme alan Manaki Kardeşler, Osmanlı topraklarında yaptıkları çekimler ile sinemamızın temellerini atarlar.

Tarihi birlikteliğimizin ötesinde Balkanlar deyince çoğumuzun aklına soğuk hava dalgası gelir. Belki de tarihin kanlı savaşlarına tanık olan coğrafyanın kaderidir üşütmek. Oysaki nasıl da renkli müziklerin, kıyafetlerin, yemeklerin, bereketli toprakların adresidir Balkanlar... Zengin dilleri, gülümseyen yüzleri, temiz havası, sıcak insanları ve tarihi atmosferi ile sarar sizi.

Sineması da ahenk içinde yaşayan bu kültürlerden nasibini almıştır. Acılar, mutluluklar, yoksulluklar, eğlenceler, dramlar çoğu kez de siyasi fonda anlatılır beyazperdede. Savaşların gölgesinde geçer pek çok hikâye… Sinemanın bu topraklardaki serüveni ise Andre Carré ve Jules Giren'in 6 Haziran 1896 yılında Belgrad'da yaptıkları film gösterimleri ile başlar.

Sinema tarihimiz de bir anlamda Balkanlar ile yakın ilişki içerisindedir. İlk girişimler dönemin Osmanlı toprağı olan Makedonya'dan gelir. İlk Türk filmimiz Ayestefanos Abidesi'nin Yıkılışı değil; Milton (1882- 1964) ve Yanaki (1878-1954) kardeşlerin çektiği Yün Eğiren Kadın'dır (1905). Yugoslavya Kralı'nın saray fotoğrafçıları olan Manaki Kardeşler, Avdela'da büyük anneleri Despina'yı yün eğirirken çekerler.

Balkanlardaki pek çok günlük olayı, düğünü, taşra yaşamını, eğlenceyi filme alan Manaki Kardeşler, Osmanlı topraklarında yaptıkları bu çekimler ile de sinemamızın temellerini atarlar. Günümüze kadar ulaşan Manaki Kardeşlerin filmleri, Makedonya Cumhuriyeti ve UNESCO tarafından restore edilerek koruma altına alınır.

Yunanların tuhaf yeni dalgası

Siyasal karışıklıklar, diktatörlükler ve savaşlarla sürekli sarsılan bir ülkedir Yunanistan. Theodoros Angelopoulos, Costa Cavras ve Costa Ferrides ile tanıdığımız Yunan Sineması, bu yoğun siyasal çekişmelerin içinde kendi zengin kültürel ve tarihsel birikimine paralel bir gelişim çizgisi izleyemez. Başlangıcından 50'li yılların ortalarına kadar Yunan Sineması sadece iç pazara yönelik, sanayi temellerini atamaz ve dar kapsamlı bir "küçük ülke sineması" olarak kalır.

Yetmişli yıllarda televizyonun ortaya çıkışı ve popüler hâle gelmesi, Yunan Sineması'nı etkiler. Ancak 1935 yılında Atina'da dünyaya gelen Theo Angelopoulos, Yunan Sineması'na yeni bir soluk getirir. Angelopoulos tarafından 1970 yılında çekilen Tatbikat ile Yunan Sineması, daha nitelikli, sanatsal, ana akıma uzak örneklerin belirdiği, görece daha seçkin bir yola girer. Ne var ki ticari sinemanın yanında filizlenen bu farklı sinema anlayışı, Yunan Sineması'nda yeni bir ekolün oluşmasına zemin hazırlarken, beklenilen ölçüde topyekûn bir gelişime vesile olamaz.

Yunanistan'da yıllardır süren kronikleşmiş sıkıntılar, 2009 yılında "ekonomik kriz" olarak patlak verir. Ekonomik kriz, hayatın gerçek yüzünü gösterir, Yunan toplumunu bir sorgulamaya iter. Toplumun yaşadığı sorunlardan yola çıkarak sanatsal ve sosyal yönü ağır basan filmler çeken sinemacılar, birbirlerine destek olurlar.

Aile, iktidar, insan ilişkileri, ekonomik sıkıntılar, modern hayat, özgürlük, cinsellik, gençlik sorunları gibi iç içe geçen pek çok konuyu işleyen filmler çekilir. Zengin bir okumaya olanak tanıyan alt metinlere sahip, düşük bütçeli bu filmler sarsıcı ve cesur içerikleri ile yerelden evrensele ciddi eleştiriler getirir.

Yunan Sineması'nda "Tuhaf Dalga" akımına mensup filmler, uluslararası arenada da dikkat çeker, ödüller alır. Cannes, Berlin, Venedik ve Sundance gibi uluslararası festivallerde yarışan ve ödüller alan Yeni Yunan Dalgası filmleri, Yunan Sineması'nı dünya sinemasında daha görünür kılarken genç sinemacılara da ilham kaynağı olur. Spirtokouto (2002), Oxygono (2003), Macherovgaltis (2010), Hora Proelefsis (2010) gibi 2000 sonrası çekilen pek çok filmde, ailenin çökmüşlüğü, dağılmışlığı, işlevlerini yerine getir(e)memesi işlenir.

sinemasına armağanı ise Yorgos Lanthimos olur. Lanthimos, kendi topraklarından filizlenen sinema anlayışı ile beslenip yüzünü dünya sinemasına dönerek, başarılı bir yönetmenlik grafiği çizer.

Özellikle Köpek Dişi (2009) filmiyle büyük beğeni toplayan Lanthimos, yine Alpler (2011) ile ayrıksı bir çalışmaya imza atar. The Lobster (2015) ile Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'nü alır. Kutsal Geyiğin Ölümü (2017) ve son filmi The Favourite'te ülkesi dışında uluslararası oyuncular ile çalışır, filmleri birçok ülkede vizyona girerek dünyaca tanınan bir yönetmen hâline gelir.

Bosna'nın Oscar'ı Tarafsız Bölge
Aklımızdaki Bosna yaralı, insanların kanadı kırık… Etnik temizliğe maruz kalan güzel ülkenin Müslüman evlatları, yeniden güzel günlerine dönüyor ve sinemada da hikâyelerini anlatmaya devam ediyor. Özellikle yaşanan büyük trajediyi dünyaya anlatmada, sinema önemli bir rol üstlenmiş durumda. Savaş öncesi, sonrası ve sürecinde yaşananları konu alan, bu tarihi olayları fon olarak kullanan pek çok film mevcut.

Yugoslavya'nın zengin sinema alt yapısı üzerinde yükselen Bosna Sineması'nın şüphesiz en önemli ismi Danis Tanoviç. Sinema ve tiyatro eğitimi almış olan Tanoviç, sinema hayatına belgesel filmler çekerek başlar. Çok yönlü bir sinemacı olan Tanovic, filmlerinin senaryolarını yazarken müziklerini de besteler.

Yaşadığı toplumun kültüründen, tarihinden beslenen Tanoviç, filmlerinde simgesel anlatımı ile zengin bir sinemasal dil kullanır. Sinemanın görsel gücünü etkin bir şekilde kullanan başarılı sinemacı Bosna Savaşı süresince de film çekmekten kaçınmaz ve Saraybosna'da yaşananları kayıt altına alır.

Tanoviç, adını Tarafsız Bölge (2001) filmi ile dünyaya duyurur. 54. Cannes Film Festivali'nde "En İyi Senaryo" ödülünü alan film, öyküsü yanı sıra çekim teknikleri, dramatik yapısı ve zengin göndermeleriyle de dikkat çeker. Savaş alanının ortasındaki tarafsız bölgedeki siperde karşılaşan Boşnak ve Sırp iki askerin başından geçenleri anlatan film, tarihi zemin üzerine siyasi, kültürel pek çok tartışmayı gündeme getirir. Bosna'nın yaşadığı çileyi de ajite etmeden seyirciye aktarır.

Aynı zamanda Bosna Savaşı'nda Birleşmiş Milletler'in tutumunu da ciddi şekilde eleştirip Fransa, ABD ve İngiltere'ye göndermelerde bulunur. Filmde geçen şu vurucu replikler dünyanın takındığı vurdumduymaz tavra darbe niteliğindedir: "Savaş devam ederken bir şey yapmamak tarafsızlık değildir.", "Cinayetleri görürsen tarafsız olamazsın."

Bosna'nın yüzakı
Tanovic, Tarafsız Bölge'yi sadece bir haftada çeker ve film Bosnalı sinemacılar için bir umut ışığı olur açıkçası. Sınırlı imkânlar ile sinema yapabileceğinizin ve derdinizi anlatabileceğinizin en güzel örneği olan film, sinema ile barış dilini de oluşturulabileceğinizin altını çizer. 74. Oscar Ödülleri'nde ve 59. Altın Küre Ödülleri'nde "En İyi Yabancı Film" ödülünü kazanan film daha pek çok ödüle layık görülerek Bosna'nın yüz akı olur.

Belgeselci özelliklerini, Bir Hurdacının Hayatı filminde başarı ile uygulayan yönetmen taşradaki acı ve zorlu hayatı tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Bir Hurdacının Hayatı, Tanovic'in 9 kişilik bir ekiple 9 günde ve yaklaşık 17 bin Euro gibi kısıtlı bütçe ile çektiği bir filmdir.

Gazetede okuduğu gerçek bir olayın peşinden giden Tanovic, çok etkilendiği dramatik gerçeği olayın kahramanları ile birlikte sinemaya aktarır. Film, hurda toplayarak hayatını kazanan Nazif'in yaşadığı sıkıntıları anlatır. Nazif'in karısı düşük yapmıştır ve hemen ameliyat olması gerekmektedir ancak onların herhangi bir sosyal güvenceleri olmadığı gibi paraları da yoktur.

Bürokratik engeller ve fakirlik arasında sıkışan bir ailenin zorlu mücadelesini başarılı bir şekilde aktaran film, süslü ve estetik kadrajlardan uzak olayların içinde olan bir kamera ile bir tanık gibi hikâyeyi işler. Belgesel ve kurmacayı birleştiren film, 63. Berlin Film Festivali'nde Büyük Jüri ve En İyi Erkek Oyuncu Ödüllerini alır.

Vicdanı körleşen yönetmen Kusturica
Bosna'dan dünyaya açılan önemli yönetmenlerden biri de Emir Kusturica'dır. Prag'ın ünlü sinema ve televizyon okullarından biri olan Film and TV School of the Academy of Performing Arts in Prague'da (FAMU) eğitim alan Kusturica, 1985 yılında siyasal bir alt metne sahip Babam İş Gezisinde filmi ile Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'nü kazanır.

Çingeneler Zamanı (1988), Amerikan Rüyası (1993), Yer Altı (1995), Ak Kedi Kara Kedi (1998) gibi filmleri ile adından söz ettiren Kusturica, Balkanların renkli dünyasını filmlerinde anlatır. Zengin kültürü, gelenekleri, küçük insanların mutlu dünyalarını müzikler eşliğinde aktarır. Ancak siyasal kimliği aldığı ödüllerin ve başarılı sinema kariyerinin önüne geçer.

Uzun yıllardır Sırp olduğunu ifade eden yönetmen 2005 yılında Sırp Ortodoks olarak vaftiz olur. Bosnalıların mücadelesini küçümseyen ve gereksiz gören Kusturica, çözümün tekrar Sırp ve Hristiyan olmaktan geçtiğini ifade eden açıklamalarda bulunur. Ona göre Boşnaklar Türklerden canlarını kurtarmak için Müslüman olmuşlardır. En çok tepki çeken tutumu ise Bosna'daki katliamların sorumlularını desteklemesi olur.

Tarihi fondaki girift hikâyeler
Balkan Sineması'nın önemli yönetmenlerinden biri de Romen Nae Caranfil'dir. 1960 yılında Bükreş'te dünyaya gelen Caranfil, Tiyatro ve Sinema Akademisi mezunudur. Tiyatro yönetmenliği sonrasında kısa filmleri ile sinemaya adım atan Caranfil, 1992'de çektiği Pencereden Sarkma ile beyazperdeye merhaba der. Bu film Cannes'da Yönetmenlerin 15 Günü Bölümü'nde gösterilir.

Yönetmenin farklı senaryosu ile ilgi çeken filmlerinde biri de Hayırsever'dir (2002). Bol ödüllü bu film, Ovidiu adında edebiyat dünyasına romanları ile giriş yapmayı düşleyen, özel bir okulda edebiyat öğretmenliği maaşı ile hayatını zar zor idame ettiren bir yazarın hayatının fonunda Romanya'daki toplumsal çöküşü işler. Halkın bir kesimi dibe vurmuş fakirlik içinde kıvranırken bir kesim zenginlik içinde sefasını sürmektedir. Gençlik, ahlaki ve insani değerlerden uzaklaşmıştır.

Böyle bir ortamda hedefe ulaşmak için her yol mubahtır. Hayırsever filmiyle Romanya'nın acınası hâli, mizahi bir dille sinemaya aktarılır. Filmde ince ince eğitim sistemine, edebiyat dünyasına, siyasal düzene dokunulur. Hayırsever, Balkanların hâl-i pür melalini ortaya koymaktadır.

Caranfil'in bizim tarihimize de dokunan hatta hakaret eden bir diğer ilginç filmi ise Gerisi Sessizlik'tir (2007). Film, Romanya'nın bağımsızlık savaşını beyazperdeye aktarmaya çalışan genç bir yönetmenin inat dolu hikâyesini anlatır.

Sinemanın hor görüldüğü ve sanattan sayılmadığı 1911 Bükreş'inde tiyatro el üstünde tutulmaktadır. Babası ünlü bir tiyatrocu olan Grigori Ursache, Romanyan'ın bağımsızlık mücadelesini etkileyici bir şekilde beyazperdeye aktarmayı istemektedir. Ancak parası yoktur ve kimse de sinemaya yatırım yapmak istememektedir.

Dönemin en zengin toprak ağalarından olan sanat hamisi Leon Negrescu'yu sinemanın etkileyici gücüyle ikna eden Grigori, zorlu bir sürece girdiğinin farkında değildir. Projeye, Romanya Kralının da dâhil olmasıyla işler daha da ilginç hâle gelir.

Gerisi Sessizlik, film içinde film anlatmaktadır. Bir taraftan sinemanın sanat olma mücadelesi hakkında, diğer taraftan tarihin önemi ve sanat yoluyla aktarımı konusunda pek çok şey öğreniriz. Sinemanın kalıcılığı, toplumsal hafızaya katkısı, sosyalleştirici yönü ortaya konulur.

Filmde Türklere hakaret eden ifadeler de mevcuttur. Zira Romanya'nın bağımsızlık mücadelesindeki taraflardan biri de Osmanlı İmparatorluğu'dur. İki yerde Türklere "Pagan" vurgusu yapılmakta ve beddua edilmektedir. Onlara göre Türkler, barbar, vahşi ve medeniyetten uzaktırlar. Yine Vidin'deki savaş sahnelerinin hazırlıkları sırasında komutan çirkin askerlere Türklerin, yakışıklı askerlere ise kendilerinin üniformalarını giydirdiklerini söyler.

Film, tiyatroyu, sinemayı farklı yönleri ile ortaya koyarken yaşanan tarihi olayları da fon olarak kullanırken Romanya'nın 2009 Oscar adayı olarak adını dünyaya duyurur.

BİZE ULAŞIN