Kahramanlık hikâyeleriyle yoğrulan tarihimizin pencerelerinden, gurur dolu aydınlığın ardından gelen hüzünlü sonbahar matemi sızıyor sofralarımıza… Duyduğumuzda göğsümüzü kabartan efsanelerin ardına ekilen suni idealler, dipsiz kuyuda kafamızı delice kemiren sorularla hırçın mücadelelere girişiyor. Ne kadar can versek de, hakikate çekilmek istenen sinsi perdeleri kaldırmaya gücümüz yetmiyor.
Çocukken en heyecanlı en zevkli anlarımızdan biriydi, elektriğin yeni geldiği köy evlerinde aksakallı dedelerimizden dinlediğimiz Hayber Kalesi'nin fetih hikâyesi… Hz. Ali'nin o gözümüzde ölçülemeyen cüssedeki mübarek atı Düldül'le adeta İstanbul Boğazı genişliğindeki hendeklerin üzerinden atlayıp, kale kapısını koluna kalkan yaparak kazandığı zaferin hikâyesini her dinlediğimizde, çocuk gözlerimde biriken coşku, göğsümden ayaklarıma kadar beni adeta bir zırh gibi sarıyordu. Büyüdükçe zihnime giren kelimeler, efsanelerin yerini almaya başladıkça, aslında sayıca bir avuç insanın açtığı yoldan, bugün coşkulu bir ummana erişmesinin hikmetini kavramaya yöneltti.
Savaşlar ve barışlar tarihi olarak aktarılan tarihimizde istatistik ve kronolojiler arasında yer bulan nice hadiselerin kahramanlarını hayal ettim yıllarca… "Ulubatlı Hasan var mıdır, yok mudur?" diye tartışan kitap kurtlarına inat, o bayrağı diken cesur gönüllere duayı her daim borç bildim. Tarih geride kalanın anlattığı veya geriden gelenin kazançlarının dillendirildiği kâğıtlar yığını değil miydi? Gidenin ardından en azından dua etmek, onun anısına hürmetin en küçük payesiydi oysa.
Unutkan toplulukların kahramanlık hikâyeleri birikse de, kahramanlara ihtiyacı hiç dinmez. Ders alarak yoluna devam etmeyen kavimler, kökleriyle bağlarını incelttikçe, kendilerini kurtaracak isimsiz yüreklere daha da muhtaç olmaya devam ederler. Bu nedenle, son iki yüzyılımızın her on yıllık diliminde, kitap sayfalarında yer bulamayan nice isimsiz yiğitler vardır ki, kimseler bilmez.
Tarihte az rastlanacak bir kahramanlık hikâyesi
Son yılların hikâyesini yaşayan bizler için, içimizde hâlâ dipdiri duran 15 Temmuz destanı da, gelecek nesillerin övgüyle, mitolojik bir kahramanlık serüveni gibi dinleyeceği yaşanmışlıklardan biri… Yedi düvelin ayrı ayrı hesap görmeye çalıştığı bu elde kalan son vatan toprağını, yüreğinde ve bedeninde olan ne varsa siper ettiği cesaretiyle savunmaya çıkan yiğitlerin hurafesiz bir hakikat efsanesi…
Üçüncü yılını idrak ettiğimiz 15 Temmuz destanı, modern yüzyılda eşine az rastlanacak cesaret sahnelerinin, abartıya gerek duymaksızın yaşandığı gecenin adıdır. Köpekten korktuğu için yanına aldığı çakıl taşları ve biber gazıyla, gelişmiş tanklara karşı gövdesiyle duran Sabri'nin, öleceğini bile bile hain darbenin komutanını, mermisiyle yere seren Ömer Halisdemir'in ve daha nicelerinin vatana sahip çıktığı gündür.
En fakirinden zenginine, yaşlısından gencine, en üstten en alta kadar herkesin bir olduğu, kutlu bir gecedir. Aynı uğurda birlikte saf tutmaya iten irade mayasının yüzyıl sonra yeniden bozulmadan tutmasının sebebini, gidecek bir yeri olmayanlara uzatılan namlular karşısında yüreklere çöken sekinede aramak gerek. Korkmanın fayda getirmeyeceği ana erişince, korkusuzluğu bile korkutacak kadar cesur bir bedene dönüşmek, tarihin omuzlara taktığı nişanedir bu millet için.
Tarihin sayfalarını taçlandıranlar
Bu nişanenin örnekleriyle doludur tarih yaprakları. Koca bir medeniyetten bir avuç Anadolu'muza hapsolduğumuz o büyük savaşta isimsiz kahramanların cesaretleri sayesinde yok olup gitmekten kurtulmadık mı? Çanakkale cephesinde cansiperane savunmasından sonra, kuşatma altındaki Antalya'yı kurtarmak için göreve yollanan yüzbaşı Mustafa Ertuğrul da bunlardan biri…
Birkaç kısa menzilli kara topuyla dönemin en güçlü gemilerini, askerî bir dehayla batırarak Fransız ve İngilizlere ağır yenilgi yaşatan genç yüzbaşının cesareti ve taktik zekâsı, dünya savaş tarihinde üst sıralara yazıldı. Öyle ki dünyanın ilk uçak gemisini batıran Mustafa Ertuğrul, sonrasında devam eden kahramanlıklarını bir payeye dönüştürme çabası içine girmeden bu dünyadan göçüp gitti.
Bazen dramatik olarak nihayete eren hikâyelerimiz de vardır. Hicaz'da topçu olarak görev yapan Mülazım Mustafa, çevresinde kaçan gidenlerin sözlerine inat, kutsal emanet saydığı görevini ve topunu terk etmediği için elim şekilde can vermiştir.
15 Temmuz gecesi de Anadolu'ya ayak bastığımız günden beri yaşanan nadir ve müstesna fedakârlıklar arasında yerini aldı. Düşman bellediğimiz "küffar"a karşı en zor koşullarda bile cesaretimizi toplayarak bir çelik duvara döndüğümüz anların en zorunu, aynı ekmeği bölüştüğümüz kimselerle karşı karşıya geldiğimizde yaşadık. Milletin emaneti üniformayla yücelik makamındaki Mehmetçik kılığına giren hain emellere karşı bedeniyle, öfkesiyle karşı duruşun kırılma hattının adı olarak zihinlere yerleşti.
Öyle bir geceydi ki hesapsız sualsiz, hayallerini, heveslerini ve elindekini geride bırakarak, iradesine ve geleceğine sahip çıkmaya çalışan, her kuşaktan insanın tek bir sedayla yürüdüğü kutlu bir yolculuktu. Üzerinden ne kadar geçerse geçsin, o geceye dair hatıralar gözümüze geldiğinde, gözyaşlarımız kendiliğinden dökülüverir. Ömer Halisdemir, İlhan Varank, Erol Olçok, Abdullah Tayyip Olçok, Mustafa Cambaz ve daha niceleri.. Neler yapmadılar ki? Kimi tankın önünde durdu, kimi mermilere bedenini siper etti. Kimi evladıyla birlikte, kimi evladına bile haber veremeden. Şehit düştüler. O gece acı acı çalan cep telefonlarını başka sesler açtı. "Abla bu telefonun sahibi, çok yiğit biriydi. Şehitlik makamına erişti" sesleriyle çınladı âlemler.
Öyle bir mücadeleydi ki, hem yüce bir görevi ifa ettiler, hem de büyük bir sorumluluğu sırtımıza yüklediler. Bu sorumluluğu ne kadar idrak edebildiğimiz sorusunun zihinlerimizde her daim bizi rahatsız etmesi gerekir. Cephede, er meydanında her şeyimizi ortaya koyarak sürdürdüğümüz bin yıllık yürüyüşü, geriye kalanların günlük hevesleri nedeniyle kaybetme lüksümüz asla yoktur. İki yüzyıl boyunca sahada kazanmamıza rağmen masada kaybettiren makûs talihin değişmesine hep birlikte el vermek zorundayız.
Türkülerimiz, şiirlerimiz ve ağıtlarımızla içimizde yaşayan bu kutsal emaneti, farklı bedellerle ciro etmeye kalkmamalıyız. Ancak bu şekilde fedakârlıklarımız, yeni nesillere en büyük örneklikler olarak, millet mayasını ebediyete kadar kaim kılacaktır. Anadolu'dan izimizi silmek isteyen emperyalist emelleri kadını erkeğiyle durduran aşkın üzerine yazılan kirli senaryoların, bizi millet-devlet çatışmasına sürüklemesinden aldığımız dersler sayesinde, tarihi kayıplarımızı telafi etmeye gayret etmeliyiz. Her geçen gün baskısı daha da artan kültürel ve sosyo-politik darboğazı, eskisi gibi püskürtebilecek iradeyi diri tutmak için, ekmeği alıp başımıza koyar gibi baş tacı etmeliyiz. Unutmamalıdır ki, alıp koparsak bir kesiti mazimizden, asr-ı zamana koca bir ibret tablosu olur.
Akıl ve vicdan iğnesini kendimize batırmamız, bu kutlu fedakârlığı görmezden gelen veya küçümseyenlere hakikat çuvaldızını tutma hakkını bize verecektir. Çin'in Tiananmen Meydanı'nda tankın karşısında duran gencin görüntüsüyle kahramanlığı öğretmeye çalışanların, 15 Temmuz gecesini tahkir etmeye kalkışması, önümüze koydukları kadük haritalara başkaldırmamızdan duydukları rahatsızlıktandır.
Sakarya Meydan Muharebesi'nin cephede kazanıldığı gün (aralarında çok tanınan isimlerin yer aldığı) İstanbul'un salon aydınları, "yenilmiş" milletin kaderini güvendikleri ecnebi ülkelerin "şefkatli" ellerine bağlamamız gerektiğini anlatan gazeteleri baskıya veriyordu.
Dönemin süper güçlerini kızdırmadan, onların insafına kendimizi bırakmamızı salık verenler, sonuçlar değiştiğinde geriye kalan bakiyenin mirasını pay etme yarışına giriştiler. Surlara bayrağı dikerek tarihe geçen Ulubatlı'nın hikâyesi gönüllerde yer bulurken, ganimet için gerilerden gelerek köşelere kurulanların akıbeti, vergi defterlerinin bir satırında kaybolup gidiverir.