H. Hümeyra Şahin: Kültür, endüstrinin kıskacına girdi

Kültür, endüstrinin kıskacına girdi
Giriş Tarihi: 29.4.2019 11:23 Son Güncelleme: 29.4.2019 11:23
Kültür endüstrisi, kültürü endüstriyel ölçekte “üretilen, satılan, tanıtılan” bir metaya dönüştürdü. Kültür, endüstrinin kıskacına girdi. Birey, kültürel ürün karşısında edilgen hâle geldi.

Hem köşe yazarlığı yapmış hem de denemeler, öyküler yayınlamış bir yazar olarak günümüz kültür dünyası hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Dergileri, yayınlanan kitapları takip edebiliyor musunuz?

Kültür dünyasını yayınlar açısından değerlendirecek olursak, dergi ve kitap yayıncılığında göreceli bir artıştan ve çeşitlenmeden söz etmek mümkün. Son aylarda yaşanan ekonomik dalgalanmaların etkisini bir kenara koyarak, son 10 yıllık sürece mercek tuttuğumuzda, ISBN verilerinden hareketle niceliksel bir artışın olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat dünya ile mukayese ettiğimizde elbette alınacak daha çok yolumuz var. Hem yayın çeşitliliği hem de yayın sayısı bakımından. Sanırım Türk toplumu olarak hâlâ sözlü geleneğin izinden gitmeyi yeğliyoruz.

Niceliği nitelikten ayrı değerlendirmek eksik bir değerlendirme olur. Önemli olan nitelikli artışın ne ölçüde olduğu ki, bu konuda büyük bir yayıncılık altyapısı sorunumuz olduğunu gözlemliyorum. Ne yazık ki, yayıncılığın başarısını belirleyen "editörlük" sistemi ülkemizde olması gerekenin çok gerisinde. Oysa yayıncılığın başarısı büyük ölçüde editörlük mekanizmasına bağlı. İyi bir editoryal bakış, kitabın hem mahiyetine hem estetiğine hem de piyasa değerine çok olumlu katkılar sağlayabilir. İmla ve yazım kurallarının zaptını tutmanın ötesinde zanaatkârlık işidir editörlük. Hem akademik hem de sair yayınlarda bu zanaatkârlığın eksikliğine sıklıkla rastlıyoruz.

Yayıncılık karnemizi iyileştirmenin ön şartı iyi editörler yetiştirmek. Editör okulda mı yetişir derseniz, işin zanaat yönünün biraz usta-çırak ilişkisi ile gelişeceğini düşünüyorum. Ama ne yazık ki bunlar artık nostaljik beklentiler sınıfına girdi. O hâlde akademik çerçevede bu işin ekosistemini kurmalıyız.

Türkiye'de son yıllarda birkaç üniversitede lisansüstü seviyede yayıncılık programları açıldı ancak verimlerini ölçebilecek veriye sahip değilim. Yayıncılık, tasarımdan tipografiye, dijital versiyondan içerik yönetimine geniş bir alanı kapsıyor. Bütün bu alanlarda akademik donanım, editörlüğün çıtasını yükseltir.

Kültürün yayıncılığa bakan bir diğer yönü, yayın alanının demokratikleşmesi. Türkiye'nin fikrî zenginliğini yansıtan bir çeşitliliğin izdüşümlerini görmek mutlu ediyor insanı. Son yıllarda Yazma Eserler Kurumu'nun iyi kalitede, oldukça makul fiyatlara bastığı klasik eserler var mesela. Bunlar güzel gelişmeler fakat sayısı, bir elin parmaklarını geçmeyecek iyi örneklerin hakkını teslim ederek, kültür yayıncılığı konusunda henüz tahayyülümüzdeki örnekler ortaya çıkmadı diyebiliriz.

Öte yandan dijital gelişmeler, matbu yayıncılığın karşısında bir tehdit olarak görülse de, henüz müzik endüstrisindeki yıkıcı etkiyi kitapta gösteremedi. Bizim de, kendi yayıncılık serüvenimizi değerlendirirken bu etkileri doğru analiz etmemiz gerekiyor fakat bütün bunlar Türkiye'nin kültürel alana yapacağı yatırıma bağlı. Kapsamlı ve bütüncül bir kültürel hamle gerekiyor.

Kültürel kalkınma denilen bir şeyden bahsedebilir miyiz sizce? Eğer bahsedebilirsek bu kalkınma nasıl olmalıdır?

Kültürel kalkınmadan bahsedebiliriz elbette ama bir ünlem koyarak!

Öncelikle, kültürel kalkınma, uluslararası kabule göre, bir toplumun kalkınma planları içinde ekonomik, sosyal, çevresel kalkınmaya ek, dördüncü sütundur. Bu çerçevede devletler, hükümetler kalkınma programları yapar, seferberlikler ilan eder, kültür için fonlar ayırır. Ülkeler, sahne sanatları, gastronomi, edebiyat, müzik, görsel sanatlar, eğlence, spor gibi alanlarda potansiyellerine uygun hedefler belirler. Burada önemli olan, kalkınma programının, o toplumun temel kültürel dinamiklerine uygun olup olmadığıdır. Aksi hâlde kültür mühendisliği olur ki, Türkiye bu yaklaşımdan çok çekti. Yerel kültürlerin, hâkim kültür endüstrisinin çarklarına yenik düştüğü bu çağda, batı dışı tüm kültürlerin de ortak sorunu bu. Kültür endüstrisi, kültürü endüstriyel ölçekte "üretilen, satılan, tanıtılan" bir metaya dönüştürdü. Kültür, endüstrinin kıskacına girdi. Birey, kültürel ürün karşısında edilgen hâle geldi. En önemlisi kültür endüstrisinin dayatmaları karşısında kültür sığlaşıp derinliğini kaybediyor. Müze ziyaretçi sayıları, dizi ihracat rakamları, uluslararası piyasalarda tanınan yazarlar, sinema ve müzikte marka değerleri, kitap üretimi, bandrol satışları, sanat yatırımları, müzayede piyasası, kültür alanındaki istihdamlar kültürel kalkınmanın ölçülebilir yanlarını gösteriyor. Mahiyetini ise, kültür endüstrisinin arkasındaki paradigma belirliyor.

O hâlde biz ne yapacağız? Yapacağımız şey, kültür endüstrisini iyi kullanmak. Tektipçi dayatmalara teslim olmadan çoğulcu yaklaşımlar getirmek ve dayatılan endüstriyel ürünlere karşı kendi geleneklerimizin, kültür değerlerimizin filtrelerini aktive etmek. Bizden menkul politikalar, kültür eserleri üretmek.

Zamanın ruhunu ya da çağı yakalamak konularına yaklaşımınız nedir?

Zamanın ruhunu yakalamak, bir yanıyla oldukça çekici bir kavram. Çağının farkında olma bilincini ifade ediyor. Son tahlilde asrın idrakinin ne olduğunu bilmek bir bilinç hâlidir ama bir yanıyla da, zamanın ruhunu gözeterek yaşamak, insanın kendi dışında oluşturulmuş şartlara teslimiyetini ifade eder ki, bu şartların meşruiyetini sorgulamak gerekir. Bu durumun zihnimize çengel attığı "insan mı zamana tabi, yoksa zaman mı insana" ikilemini belki de en iyi Tanpınar ifade eder; "Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında" diyerek.

Modern dönemde, zaman tanımımızı da gözden geçirmeliyiz. Bu çağda zaman mekanik ve rutin koşuşturmalara indirgendi. Tüketimin nesnesi oldu. Döngülerle anlamlandırılan bir olgu olmaktan çıkıp ölçülebilir hâle geldi. Bu yönüyle, modern zamanın ruhu, bir koşuşturma hâlidir. İşte bu hâl kendi dilini de üretiyor, çağı"yakalamak"tan söz ediyoruz. Bu, zımnen çağın dışında olduğumuzu da ifade etmek aslında. İnsana edilgenlik hissi veriyor. Başkalarınca inşa edilmiş bir çağı yakalamaktan mı söz ediyoruz?! İnsan kendi çağının varlığı değil midir oysa?

Bir Arap atasözü var; "Zaman bir kılıçtır. Kendisini kullanmayanı kesen bir kılıç!" Dolayısıyla insan zamanın idrakinden ve kullanımından mesuldür. Nitekim, Müslüman için çoğu ibadet, zamanı idrak üzerine kurulmuştur. Namaz, oruç, hac tamamen vakitle kayıtlı ibadetlerdir.

Bu şerhleri düştükten sonra pragmatik anlamda çağı yakalamaktan söz edeceksek, elbette bu çağın ayırıcı vasıflarını bilmemiz gerek. Sözgelimi sanayi devrimi ile dijital devrimin getirdiği iklim şartları birbirinden farklıdır. Şartları bilmeliyiz ki, ona göre yol haritası hazırlayabilelim.

H.HÜMEYRA ŞAHİN
TARİHÇİ, YAZAR.CUMHURBAŞKANI
DANIŞMANI/KÜLTÜR VE SANAT POLİTIKALARI KURULU ÜYESİ

BİZE ULAŞIN