Sultan Işık: Hâlbuki Aşk…

Hâlbuki Aşk…
Giriş Tarihi: 6.7.2015 17:23 Son Güncelleme: 7.8.2015 17:17
Sultan Işık SAYI:15Temmuz-Ağustos 2015
Aşkın en belirgin özelliğidir kişiyi aciz bırakıp en çok da kendine söz geçiremez hale getirmek. Herkese yeten akıl bir anda kişinin kendisine yetmez olur, akıl ne derse desin, ne kadar hikmet sahibi olursa olsun aşkın karşısında boynu bükük kalır. Peki koştur koştur yaşadığımız, büyük hedeflerimiz, ideal hayat kaygılarımız içinde acaba aşkı ne kadar anlayıp yaşayabiliyoruz? Yoksa bu hızlı yaşam biçimi içerisinde aşk da sadece hızla yaşanıp tüketilen bir hazdan mı ibaret? Aşk, Filibeli Ahmet Hilmi'nin eseri A'mak-ı Hayal'de Hürmüz ve Ehrimen'in birbirlerine galip gelebilmek adına tüm kozlarını ortaya koydukları 'temaşa meydanı'nda kimsenin üstün gelemediği Nefs-i Emmare'yi önünde diz çöktüren son kurtarıcıdır. Sahneyi şöyle anlatır Ahmet Hilmi:

"Aşk, ejderhasını bize doğru çevirdi. Gayet tatlı ve laubali bir tavırla:

- Ey Emmare! Bana da karşı duracak mısın? dedi.

Emmare, ona karşı büyük bir hürmet göstererek filden yere indi. Aşk'ın önünde diz çöktü.

- Sen herkesin olduğu gibi benim de efendim ve velinimetimsin. Aczimi ilan ederek, işte secde ediyorum sana, dedi."

Sonrasında Aşk Nefs-i Emmare'nin elinde esir olan Hikmet'i serbest bırakır. Nur Perisi'nin ardından Hürmüz ile Ehrimen'i selamlayarak meydanın ortasına yürür, kürenin yarısı aydınlık yarısı karanlık olur ve dünya eski haline döner. Her duygunun üstesinden gelen Nefs-i Emmare dahi Aşk'ın önünde bile isteye seve seve diz çöker ve de aczini ifade eder.

Aşkın en belirgin özelliğidir kişiyi aciz bırakıp en çok da kendine söz geçiremez hale getirmek. Herkese yeten akıl bir anda kişinin kendisine yetmez olur, akıl ne derse desin, ne kadar hikmet sahibi olursa olsun aşkın karşısında boynu bükük kalır. Nefsin en alt seviyesi olmasına rağmen Hikmet'in bile karşısında yenik düştüğü Nefs-i Emmare dahi "sana boynum kıldan incedir" der ve köşesine çekilir. Meydan Aşk'a kalmıştır ve dünya eski haline dönmüş sükûnet bulmuştur. Bizim anladığımız halden farklı bir sonuçtur bu, çünkü bizim bildiğimiz aşk kişiyi delilik sınırlarında gezdirmesi ile meşhurdur. Oradaki ise Nur perisinin emrinde, kişiyi onca yanmanın ardından kül edip huzura erdiren asıl aşktır.

Biz bugün daha ilk halinden sıyrılamadığımız için hep bir delilik halidir bizdeki yansıması aşkın. Âşık maşukla birlikte kendine yarattığı o farklı dünyada kendinden geçmiş, maşuku ise olduğundan başka bir şey olarak addetmiştir. Artık maşuk var edilmiş rüya âleminin gizemli, ulaşılmaz ve değerli prensi/prensesi oluvermiştir birden. Zihinde oluşan o başka dünya, belki de şizofreninin geçici bir çeşididir sadece!

Bu ay, dilimize pelesenk olan, herkesin kendince bir anlam yüklediği 'aşk'ı masaya yatıralım istedik. Keselim, biçelim, dikelim yeniden konuşalım... Ama hiçbir zaman herkesi memnun edecek ortak tek bir tanım bulamayacağımızı bilerek ve çok da hemfikir olmayı beklemeden, ne kadar farklı yorumu bir araya getirirsek o kadar güzel olur diye düşünerek çıktık yola.

İşe realist yaklaşalım dedik ve aşkın beyinde oluşturduğu hasarları(!) anlatan güzel bir röportaj yaptık. Aşkın erkeklerde ilk aşamada daha tutkulu olmasına rağmen bunun kısa süreli olduğunu, öte yandan kadınlarda tutku kısmı daha kontrollü iken bağlanmanın daha belirgin olduğunu öğrendik. Sonra düşündük ve ilişkilerin başındaki o tutkulu ve azimli adamların neden bir zaman sonra kapıya bakan adamlara dönüştüğünü bilimsel olarak anlamlandırdık.

Bilime fazla dalmadan, "Aşk imiş her ne var âlemde" diyen Fuzuli ile aşka başka bir pencereden yeniden bakmak gerek dedik. İbrahim Hakkı Hazretleri "Dokunuşuyla küflü demir, paslı bakır, altın ve gümüşe döner" demiş bir iksire benzettiği aşk için. Her şey âşıkta başlar ve âşıkta biter mi demek bu diye sormadan edemedik kendimize. Sonra birden "Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa" diyen Âşık Veysel türküsü çalmaya başladı kulaklarımızda. Sunay Akın'ın hikâyeleştirdiği, kendisini başka bir adam için terk eden karısının ayakkabısının içine elindeki tüm parayı koyan Âşık Veysel'dir bu hikâyedeki. Erkeklerin vefasızlığından dem vuranlara karşılık erkeklerin onurunu kurtaran bir hikâyeydi belki de sadece.

Sonra bir dönem savaş travması ile baş etmeye çalışan kadınlar için ortaya çıkarılan aşk romanlarını inceledik mesela. Bu romanların çoğu kez kendini tekrar etmesine ve sonunun önceden belli olmasına rağmen o zamanki beklentiye karşılık verdiğini öğrendik. Uzaktaki adamlara özlemleri dindirmenin bir yöntemi olarak var edilen bu romanlar belki de uzun vadede kadınların aşktan ve erkeklerden beklentilerini de şekillendirmiştir farkında olmadan. Savaş sonrası yeniden kurulan hayatlardaki etkisi de ayrı bir merak konusu olarak kaldı zihinlerimizde.

Ve tabi ki hayatlarımızın her alanına sirayet etmiş modern zaman kültü acaba aşka nasıl yansımıştı? Koştur koştur yaşadığımız, büyük hedeflerimiz, ideal hayat kaygılarımız içinde acaba aşkı ne kadar anlayıp yaşayabiliyorduk? Yoksa bu hızlı yaşam biçimi içerisinde o da sadece hızla yaşanıp tüketilen bir hazdan mı ibaretti? Yaz aylarında hızla çoğalan ve mevsimlik aşklar sunan diziler belki de bunun en güzel örneklerindendi. Her yaz tatil beldesine gidilir, orada âşık olunur ve herkes evine döndüğünde hayatına kaldığı yerden devam ederdi. Evet, sanırım modern zamanlarda aşk hazdan ve eğlenceden öte bir şey değildi. Yeri doldurulamayan değil sadece boşluk dolduran bir duyguydu.

Sonra nasıl âşık olup da elektrik alıyoruz acaba diye düşünürken bir teori çıkıyor karşımıza ve diyor ki aslında iyisi ile kötüsü ile hayatımızdaki ilk örneklerimizi arıyoruz ileriki yaşantılarımızda, ya da belki onlardan kaçıyoruz. Burada gözden kaçmaması gereken bir nokta da hayata gözlerimizi açtığımız ilk andan itibaren birçok davranış ve duyguyu ilk olarak kimlerden nasıl öğreniyorsak o şekilde kodluyorduk zihnimize. Tabi ki tercih etme sebeplerimiz içerisinde aslında başka türlü bir sevgiyi bilmememiz de gösterilebilir. Aşkı ilk öğrendiklerimizden nasıl gördüysek genelde bizim için de o anlama sahip olur. Bu anlamın uzun vadede değişmesi de zordur aslında. Sonrasında bazı şeylerin yanlış olduğunu fark etsek dahi zihinleri düzeltebilmek her daim çok da kolay olmuyor gibi. Ama elbette ki değişmek isteyenin kendisine rağmen bile olsa bunu başarması bir mucize değildir.

Bir de aşkı bulup evlenmek ümidi ile kimi zaman ailelerin kimi zamansa arkadaşların uygun gördüğü kişiler ile yapılan görüşmeler ve hüsranlar... Ama elbette tek taraflı bir yerden bakmadık ve hem kadınlar hem erkekler için beklentiler ve hayal kırıklıklarını duymaya ve duyurmaya çalıştık. Aşkı ilk etapta evlilik kadar somut ve aslında yürütülmesi gereken bir müessesenin merkezine oturttuğunuzda sonuçların hüsran olması çok da şaşırtıcı değil. Hele ki günübirlik sorumsuzca tüketilen bir aşk algısı ile sorumluluk ve fedakârlık gerektiren aşkı aynı anda bulma çabası hayal kırıklığından öte yıkılışlara sebebiyet veriyor. Feda etmenin unutulduğu zamanlardı ve herkes kendine ne kaparsa kâr sayıyordu...

Sonra bu dünyada duyulabilecek ya da duyulması gereken aşkların en büyüğü olan Hz. Peygamber aşkını anlattık. Atladığımız, çoğu kez unuttuğumuz ve bundan ötürüdür ki bu zamanlarda unutulduğumuz...

Bir de edebiyatın önde gelen âşık ve maşuk karakterlerini inceledik. Aşk neydi, âşık nasıl biriydi? Maşukun derdine mi âşık olmuştu yoksa kendi istidadı mıydı bu? Malumunuz, Mecnun'a Leyla için: "Bu mu uğruna deli olup çöllere düştüğün kadın…" demişler. "Ses etmeyin !" demiş Mecnun, "O Leyla evet ama siz Mecnun değilsiniz…"

Bir Mecnun olmasa da, biz de Darcy'den bahsettik mesela; Lizz mi ona âşıktı yoksa tüm sosyal baskılara rağmen onun yanında olan Darcy mi? Sonra bir baktık hayran olduğumuz romanlardaki erkek karakterler hep baştan bir sorunlu, sıkıntılı, gururlu ve soğuk erkeklermiş; bkz. Mister Darcy, John Thornton, Edward Rochester. Ama içlerinde hep gizlenmiş bir merhamet ya da katılıklarının geçerli bir sebebi olduğuna inandırıldık. Hepsi aşkla çözülüyor, birden meşrep değiştiriveriyorlardı. Kimi zaman kabalığa ve küstahlığa varan davranışları hep derin anlamlar içeriyordu nedense. Acaba bu yüzden mi kendisine kötü davranan erkeklerin içinde bile hep iyi yanlar arayan kızlar yetişti yıllar boyunca bu romanları okuyarak... Ya da romanlarda güçlü karaktere sahip ve hayatlarına girdiklerinde hayatlarını değiştirecek kadını beklerken, o güçle nasıl baş edeceklerini bilemeyen erkekler de bu romanlardan sonra mı çıktı? Sahi erkekler bu romanları okumuş muydu? Bizce okumadılar ve okusalar da muhtemelen tercih edecekleri kadın tipi Jane Eyre olurdu; her şeye rağmen kendini adayan kadın!

Bir de unutulmaması gereken Quasimodo var mesela. Çirkin, kusurlu, yalnız... Ve kendini feda ederek seven tek erkek! Çünkü fedakârlık etmek eksik olana düşer, tam olanın lütfuna mazhar olabilmek adına.

Evet sevgili okuyucu bu ayki sayımızdan birkaç başlıkla girizgâh yapalım istedik. Nelerle karşılaşacağınızı bilin, ama hepsi bu değil bunu da söyleyelim. Meşhur diktatör aşklarından tutun da aşk mektuplarına kadar ve de pek değerli büyük yazarlarımızdan tavsiye niteliğinde sorular cevaplar ve daha niceleri.

Aşk, herkesin istidadına göre farklı bir şekil alan, kendine yol çizen, maşukunu yeniden yaratan aşk... Her sözün sonunda ilahî olması gereken aşktan bahsederken ilahî olana ulaşmak için dünyevi olandan tatmak gerekliliğini unutan insanlar… Gerek ki âşık olunca gözü kara olmak nasıl oluyor, nelerden nasıl vazgeçilip kendi benliğinden sıyrılıyor insan görmeli. Bu aşkın getirdiği aşkınlık hali zaten bir insan için çok fazlaydı, oradan anlamalıydık ki asıl hedefe giden yolda birer vesileydi her biri her bir adımda. Gerçek aşka giden yolda da aslolan aşka talip olmaktı, hatta belki de İsmet Özel'in dediği gibi adımızı aşkın üzerine yazmaktı…

Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek
belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek
hepimiz, herbirimiz gizli bir isimle adaşız
yoksa şimdiye kadar hesapların tutması lâzımdı
hayatımıza kendi adımızla başlardık
bilmediğimiz bu isim, hesaptaki bu açık
belki dilimi çözer, aşkımı başlatırım
aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
adımı aşkın üstüne kendim yazarım.


İsmet Özel/Sebeb-i Telif
BİZE ULAŞIN