Lacivert Yazı İşleri: Yine mi 28 Şubat?

Yine mi 28 Şubat?
Giriş Tarihi: 19.2.2015 11:15 Son Güncelleme: 20.2.2015 11:45
Lacivert Yazı İşleri SAYI:10Şubat 2015
28 Şubat dönemi gazetelerini tararken fark ettik ki 18 yıl evvel medyada bulunan isimlerin neredeyse tamamı bugün medyadaki ‘tecrübeli gazeteciler’. Üstelik esaslı bir özeleştiri, ‘hakkını teslim etme’ de yapılmamış, yapılanlar gözden geçirilmemiş, bugüne kadar özür dilenmemiş… 1997 yılında Refah Partisi'nden bakan ve milletvekilleri o sene Nisan ayına rastlayan Hac mevsiminde Hacca gitmişti. Bu ekip, Arafat'ta çadırlarında beklerken zikir yapmışlardı. Yaptıkları zikir ise 18 Nisan 1997 tarihli Hürriyet gazetesi tarafından görüntülenmiş ve ana sayfada hacıların ihramlı görüntüleri ile beraber şöyle bir habere yer verilmişti: "RP'lilerin, hac ibadetinin en önemli mekânlarından olan Arafat'taki bu zikir törenleri aynı yerde normal ibadetlerini yapan Türk hacıları tarafından çadırın kapısından şaşkınlıkla izlendi. Bazı din adamları da 'ibadet gizli yapılır' eleştirisinde bulundu. Türkiye'de bazı tarikatların gerçekleştirdiği zikir, Refah Partili bakan ve milletvekilleri tarafından hacca da taşındı. Önceki gün, hacı olmak için Arafat'a çıkan RP'liler, buradaki iki milyon hacı adayı gibi çadırlarında namaz kılıp dua etmek yerine toplu halde zikir yapmayı tercih ettiler. …RP'liler oturdukları yerde öne arkaya, sağa ve sola sallandılar."

Çok ilginçtir ki, 1997 yılında kendisini seküler ana akımda konumlandıran bir gazete 'normal ibadet' ve 'normal olmayan ibadet' tanımı yapıyordu. İnsanların Arafat'ta çadırda beklerken bir araya gelip zikir yapmasını bir karalama vesilesi olarak ortaya koyuyor ve diğer hacıların şaşkınlığından bahsederek aslında çadırda beklerken yapılması gerekenlerin kriterini de belirliyor ve bazı din adamlarının ağzından ibadet gizli yapılır uyarısı ile fıkhi de bir açılım getirmiş oluyordu. RP'liler ise herkes gibi namaz kılıp dua etmek yerine bazı tarikatlar tarafından yapılan zikri hacca taşıyordu. 18 yıl sonra dönüp baktığımızda şu soruyu sormamak mümkün değil: Hürriyet gazetesi ve Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, 28 Şubat darbesinde ordunun keşif kolu olmayı üstlenirken bu derece cehaletin içine düşmeyi nasıl başarabilmişlerdi?

Mesele şu ki, başta Hürriyet gazetesi ana akım medya yayın organlarının din ve dindarlar konusunda bu derece cehalet içinde düşmeleri için 28 Şubat'ın yaşanmasına veya ordunun keşif kolluğunu üstlenmelerine gerek yoktu. Din konusundaki cehaletin 'övünülecek bir şey olduğu' kanısında olan Türkiye elitleri zaten Cumhuriyet'in en başından beri bilinçaltında dine ve dindara karşı korku nesneleri aşılanarak yetişmişlerdi. Bu algılar çok evvel, Cumhuriyet sonrası edebiyatla, daha sonra Yeşilçam'la ve çeşitli uygulamalarla oluşturulmuştu. Yani Türkiye'nin halkını bilmez, halktan hazzetmez gazetecileri zaten 28 Şubat döneminde uydurma bir şekilde ortaya çıkarılacak, ucuz aşk-para-çıkar ilişkileri ile ortaya serilecek senaryolara inanmaya, bir korku imparatorluğu oluşturup arkasından gitmeye o kadar teşne idiler ki, kimsenin onlara ne yapmaları gerektiğini söylemesine gerek bile kalmamıştı. Yoksa 1000 yıldan fazladır İslam coğrafyasında var olan tarikat ve zikir kavramlarını Türkiye'de RP'lilere özgü bir şey sanarak 'normal ibadet dışı' ilan etmek başka bir şeyle açıklanamaz.

Tarikatların 28 Şubat döneminde ne yaşadığı nasıl mücadele verdi başka bir dosya konusu olabilir, biz bu ay Lacivert'te genel olarak 28 Şubat'ı ele aldık. Zira bu 'sahte şeyhler, tarikata gidip kandırılanlar' arkasından başka başka senaryolar sahneye kondu ve toplumun çok büyük bir kesimi mağdur edildi. Meselenin ekonomik boyutu, hortumlanan bankalar, üzerine gidilen sermaye grupları ve engellenen siyasi kişilikler, kaybedilen haklar perdelenmek istendi. Namaz kılanın ordudan atıldığı, başörtüsü takanın üniversiteye gidemediği ve bu uygulamaların gerekçelerinin şimdi bugün 'demokrasiden' bahseden pek çok köşe yazarı tarafından o günlerde açıkça savunulduğu ve aslında bir toplumun elitlerinin TÜSİAD'ı, medyası, yargısı, akademisi ile halkın çok büyük kitlelerine adeta savaş açtığı bir dönemdi.

Bu ay Lacivert'te röportaj yaptığımız Gülay Göktürk'ün de altını çizdiği gibi aslında bu savaş o kadar büyük bir kitleyi kapsıyordu ki, başarılı olması imkânsızdı ve bu topyekûn yüklenme hali daha sonra büyük bir toplumsal dönüşümün de başlamasına sebep oldu.

Tabii bu arada bedeller ödendi. Eğitimini, memuriyetini bırakanlar, emekliliğe iki ay kala öğretmenlikten, ordudan atılanlar, psikolojik bunalıma girenler, okuyabilmek için küçük yaşta yollara dökülüp uzak memleketlere gidenler, sermayesine tedbir konulanlar, ticaret yapamaz duruma getirilenler… Maalesef toplumun bir kesimi bunları yaşarken bir kesimi de bunlardan hiç haberdar değildi. Bazı imam hatip okulları önüne terörle mücadele ekipleri yerleşip, başörtüsü ile okula girmek isteyen 15-16 yaşındaki kız çocuklarını zorla polis otolarına bindirerek şehrin uzak yerlerine bıraktıkları medyada yer almıyordu. Bir ilahiyat fakültesinin önünde günlerce toplanarak eylem yapan yaklaşık 2000 kişi, bir ekip oluşturarak çeşitli medya kuruluşlarını gezmiş ve "Biz sadece barışçıl eylemler yapıyoruz, sesimizi duyurun", demişti. Bunun karşılığında, "Haber yapılacak bir şey olsa haber yapılırdı" cevabını almışlardı. 1999 yılında Meclis'e başörtüsü ile giren Merve Kavakçı, dönemin başbakanı Ecevit tarafından 'hadsiz kadın' olarak nitelendirilmiş, cumhurbaşkanı Demirel ise açıkça 'ajan provokatör' demişti. Her hali ile medya tarafından didik didik edilen, dahası küçücük çocukları, gittikleri ilkokulda diğer öğrenciler tarafından laiklik protestosuna maruz kalan Merve Kavakçı'nın da bu ay sayımızda bir 28 Şubat değerlendirmesini bulacaksınız.

Askerin darbe yapması dünyanın her yerinde bilinen bir durum, en azından literatürde yeri var. Lakin medya eli ile yapılmış olması, erlerinin medyadaki kalemlerden seçilmiş olması basın tarihimiz açısından çok içler acısı bir durum. Hemen ekleyelim, bu medya erlerinin yazdıkları haberleri ve savundukları düşünceleri bütünüyle ordunun siparişi ile yaptıkları görüşünde değiliz. Yukarıda da değindiğimiz gibi Cumhuriyet'in başından beri 'öcü' gibi gösterilen bazı değerleri öyle içselleştirmişlerdi ki, 28 Şubat sonrasında da yıllarca aynı cehalet ve şevk ile din ve dindarlar hakkında yazıp çizmeye, karalamaya devam ettiler.

Belki de bu sebeple 28 Şubat'ı hatırlamak ve tekrar anlatmak gerekiyor. Bu yüzden bugün 28 Şubat denince birileri "yine mi 28 Şubat, tamam artık başörtüsü yasakları bitti, iktidara geldiler, daha ne isteniyor" demeye başlıyor. Lacivert ekibinin bir kısmının ortaokulda, bir kısmının ise ancak ilkokulda olduğu 28 Şubat dönemi gazetelerini tararken fark ettik ki 18 yıl evvel medyada bulunan isimlerin neredeyse tamamı bugün medyadaki 'tecrübeli gazeteciler'. Üstelik esaslı bir özeleştiri, 'hakkını teslim etme' de yapılmamış, yapılanlar gözden geçirilmemiş, bugüne kadar özür dilenmemiş…

Birbirimizden, acılarımızdan haberdar olmamak, kulak tıkamak, göz ardı etmek, küçümsemek, hafife almak, bütün bunlar yakın tarihimizde Kürtlerin, Alevilerin, solcuların ve dindarların başına yoğun şekilde geldi. Her birinde ana akım medyanın dili hep problemli, tutunduğu tavır bozguncu ve ayrılıkçıydı. Acılar belki telafi edildi, belki edilemedi, zira 15 sene evvel okulunu bırakan bir kadının, 15 yıl sonra kendinden 15 yaş küçük gençlerle oturduğu sıralarda okulunu bitirmeye çalışırken neleri kaçırdığını, kaybettiğini elbette ona sormak lazım… Toplum önünde itibarsızlaştırılan siyasetçilerin, gazetecilerin neler yaşadığını aslında çocuklarına sormak gerekir. Ama en azından bizlerin, toplumsal nefret dilimizi gözden geçirmek açısından cehaletin esiri olmadan meseleleri anlayabilme noktasında çaba göstermeye çok ihtiyacımız var.
BİZE ULAŞIN