Fulya İbanoğlu: Hayatı ‘ayarlamak’ mümkün müdür?

Hayatı ‘ayarlamak’ mümkün müdür?
Giriş Tarihi: 25.4.2014 12:50 Son Güncelleme: 28.11.2014 10:36
Fulya İbanoğlu SAYI:01Mayıs 2014
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de tam olarak, zaman ve hayatla ilgili algının değiştirilmesi durumunda cemiyetin ivme kazanacağına dair duyulan inancın mizahi bir eleştirisini buluruz. Güya bozuk saatleri ayarlamak için son derece karmaşık ve çok çalışanlı bir enstitü kurma fikri tam da bu, ‘eski hayat’ın zamanla ilgili lakaydîsine karşı alınmış bir tavrın neticesidir…

"Hem ne oluyor kuzum, kendi hayatımızı mı yaşayacağız, yoksa ölüleri mi bekleyeceğiz?"

Düşünce tarihi çalışmalarının edebiyattan bağımsız ele alınamayacağı aşikâr. Zira edebiyat doğduğu muhitin mazisine ve hâline ait pek çok unsuru estetik bir biçimde bünyesinde barındırır. Bu noktadan bakıldığında 1954'te gazetede tefrika edilip, 1961'de kitaplaştırılan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü isimli romanı, olay örgüsü, kahramanları, içinde geçtiği zaman ve mekân bakımından Çağdaş Türk Düşüncesi Tarihi'nin pek çok meselesinin temelinde yatan zihniyeti ironik bir dille anlatmaktadır, diyebiliriz.

Öyle ki, romanın sayfalarında dolaşırken yeni dünyayla uyuşmayan, kimi zaman çarpışan insanlık hâllerini, hayata karşı tavır alışları, insan-mekân, insan-zaman ve insan-insan ilişkilerini resmeden çok renkli bir tabloya şahit oluruz. Okuyucu -modern zamanları yaşayan biri olarak her ne kadar sözü geçen şeylerin pek çoğu artık ona uzaksa da- Müslüman-Türk dünyasına mahsus irili ufaklı pek çok ananeyi, hissiyâtı ve fikriyâtı önünde büyük bir hazine olarak bulur: Dervişçe tavırlar; mahlas kullanmak itiyadı; kabir ziyareti adapları; cinlerle, ruhlarla haşir neşir bir hayat; bir eve hanedan çeşnisi vermek; hayatın yazılmak için değil yaşanmak için verildiği inanışı sebebiyle hatırat yazmaktan kaçınmak; yeni doğan çocuğun doğum tarihinin evdeki bir kitaba kaydedilmesi; eşyanın da canlı olduğu, hatta bir ruha sahip olduğu itikadı… Daha neler, neler!
II. Meşrutiyet'in ilanından az önce bir saatçinin yanına çırak olarak giren Hayri İrdal, burada saatler ve onların işleyişini öğrenmeye başlar. Bu esnada ustasından Müslüman-Osmanlı dünyasının kendine has zaman tasavvuruna dair bazı ipuçlarını duyma imkânı da bulur. O henüz çok gençken I. Dünya Savaşı başlar ve dört yıl askerlik yaptıktan sonra İstanbul'daki hayatına geri döner. Fakat artık saatçilik yapmaz. Güç bela kendine bir iş bulur. Eski dostlarından tam bir Osmanlı bakiyesi olan Abdüsselam Bey'in, yetiştirmesi Zehra Hanım'la mutlu bir evlilik yapar. Ancak Abdüsselam Bey'in vefatıyla işler ters gitmeye başlar. Hayri İrdal akıl hastanesine yatmak zorunda kalır. Nihayet oradan çıkar ama bu kez de eşi vefat eder ve iki çocuğuyla bir başına kalır. Karısının ölümüyle düştüğü yalnızlığı İspritizma Cemiyeti'ne katılarak telafi etmeye çalışır. Burada tanıştığı Pakize Hanım'la ikinci evliliğini yapar. Ancak bu evlilik umduğu gibi gitmez, zira yeni eşi ve baldızları son derece talepkârdırlar. Buna mukabil Hayri İrdal'in doğru dürüst bir işi yoktur. Bir gün, hastanedeyken tanıştığı Doktor Ramiz'den borç almaya gider. Orada doktorun arkadaşı Halit Ayarcı ile tanışır. Doktor Ramiz'in teklifiyle Hayri İrdal, Halit Ayarcı'nın çok kıymetli saatinin tamir edilmesini sağlar. Laf arasında hocasından öğrendiği sözleri de zikretmeyi ihmal etmez. Bu duydukları Halit Ayarcı'nın zihninde bir "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" kurma fikrini canlandırır. Hikâyenin bundan sonrası enstitünün kuruluş aşaması ve işleyişi sırasında yaşananların mizahî-tenkidî bir dille anlatılmasıdır. Romanın sonlarına doğru Enstitü yetkililerce işlevsiz bulunur ve tez elden tasfiyesi emredilir. Bu kez çok daha tuhaf bir durum ortaya çıkar: Enstitünün tasfiyesini sağlayacak başka bir enstitünün kurulması. Halit Ayarcı ise gizemli bir şekilde geçirdiği trafik kazasında ölür.

Romana konu olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, özelde Müslüman-Osmanlı'nın, genelde tüm İslam coğrafyasının son üç yüzyıldır içeriden ve dışarıdan eleştirilere hedef olduğu zaman algısının, değiştirilmesi yolunda gösterilen gayretin trajik-komik adıdır aslında. İslam dünyasının belki de tüm modernleşme tarihi, zaman ve zamanı yönet(ebil)me fikri üzerinden yürümüş; zamana sahip çıkma, zamana uyma, zamanın dışında kalmama gibi hususlar içtimaî, fikrî, ahlâkî ve tabii dinî pek çok konunun arka planında en çok tartışılan meseleler olarak yerlerini almıştır. Zaman zaman 'mazisi olmayan milletlere' imrenilmiş; devam edebilmek, hayatta kalabilmek adına 'eski hayat'ın yüklerinden, mağlubiyetlerinden kurtulmak gerekliliği pek çok Osmanlı aydını tarafından savunulmuştur. Atalet ve meskenet sebebiyle geri kaldığına inanılan Müslümanların sa'ye sarılması teşvik edilmiş, yeni tabirle 'işe/vazife'ye sahip çıkmak gerekliliği sıkça zikredilmiştir.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde de tam olarak, zaman ve hayatla ilgili algının değiştirilmesi durumunda cemiyetin ivme kazanacağına dair duyulan inancın mizahî bir eleştirisini buluruz. Güya bozuk saatleri ayarlamak için son derece karmaşık ve çok çalışanlı bir enstitü kurma fikri tam da bu, 'eski hayat'ın zamanla ilgili lakaydîsine karşı alınmış bir tavrın neticesidir. Romanda enstitünün kurulma fikri ortaya çıkıncaya kadar Hayri İrdal ve çevresi üzerinden 'eski hayat'ın o serazat havası teneffüs ettirilmeye çalışılmış, hayata mağlup olmuş, daha doğrusu bir türlü dikiş tutturamamış insanların kahve köşelerinde, mezarlıklarda, virane mahallelerde ya da ruh çağırma toplantılarında vakitlerini nasıl geçirdikleri, kendilerini zamanın akışına nasıl bıraktıkları tasvir edilmiştir. Bu insanların pek çoğu 'yeni hayat' açısından bakıldığında, idealsiz, hayatı olduğu gibi kabul edip karşı duramayan, ihtirassız kimselerdir. Olaylar anlatıldıkça nerdeyse bu insanların iradesiz olduğu bile düşünülebilir.

Hâlbuki yeni hayat, heyecan, ideal, hareket, irade istemektedir. Bu fikri, romanda Halit Ayarcı'nın şahsiyetinde sıkça buluruz, onun sesinden duyarız. Yeni hayatta talihsizlikler karşısında kendinden geçip meczup olmanın ya da elini eteğini dünyadan çekmenin manası yoktur. Hayri İrdal ve onun temsil ettiği dünya için ise, her yenilişten bir hayat çıkarma, zararı yarara çevirebilme, hatta her şeyden azami faydalanma kudretini insanın içinde bulması fikri sanki enstitüyle birlikte filizlenmiştir. Dolayısıyla romanın bu iki mühim şahsiyeti zamanla ilgili iki ayrı tasavvurun temsilcileridir: Mazinin zaman tasavvuruyla beslenmiş ve onun izlerini her hücresinde taşıyan Hayri İrdal ile yeni hayatı şekillendiren zaman fikrine sahip, hatta onu hayatın mihveri kabul eden Halit Ayarcı. İkisinin de hayatında 'zaman' önemlidir elbette. Mesela Hayri İrdal, babasının o dünyaya geldiği zaman eski bir kitap arkasına yazdığı tarihin değil, kendisine hediye edilen bir saate sahip olduğu günün doğum günü olduğunu düşünür. Zaten tüm çocukluğu ve gençliği çeşitli saatlerle bir biçimde arasında cereyan eden olaylarla süslüdür. Onda zamanla kurulan ilişki manevi hatta belki insani diyebileceğimiz evsaftadır. Yani saat onun hayatında tüm Müslüman coğrafyasında olduğu gibi zaten yer almaktadır. Ve fakat o, yeni zaman tasavvurundan oldukça uzaktır. Bu noktada Hayri İrdal, yukarıda özetlemeye çalıştığımız zaman tasavvurunun son; "değişerek devam, devam ederek değişme" fikrinin cılız bir temsilcisidir diyebiliriz. Mezarlıkların şehrin dışına taşınmasına gönlü razı olmamakla beraber, babasından bir camiye vakfetmek üzere kendisine miras kalan, ancak çeşitli sebeplerden vakfetme imkânı bulamayıp evine getirdiği bir demir parmaklıkla ilgili söyledikleri bu açıdan çok çarpıcıdır:

"Kahvecibaşı Camii'nin mezarlığının parmaklığını evime getirdiğim, hususi hayatıma mal ettiğim için beni belki ayıplayacak olanlar bulunur (…) Evvelâ ne medrese, ne cami artık ortada yoktur. Binaenaleyh parmaklığı mutlak surette iadeye mecbur olduğum bir sahibi mevcut değildir (…) Onu antikacı dükkânında ben yakaladım. Herhangi bir anlayışsız ele düşmesini ben önledim. Hulâsa onu ben kurtardım. Kurtardığım şeyi kendi evimde emniyet altına almam, bir daha olur olmaz maceralara düşmemesini temin etmem kadar doğru bir şey olur mu?"

Halit Ayarcı ise zamana hükmedebilme, daha doğrusu zamanın önünden gidip onun her anından istifade edebilme iddiasına sahip bir moderndir. Onun nazarında saatlerin tıkır tıkır işlemesi, zamanın herkese ve her işe uygun bir biçimde takvimlenmesi, hayatı yakalamanın bir imkânı olarak görünmektedir. O tam anlamıyla toplumu ve hayatı 'ayarlama mühendisi'dir. Tek bir aksamaya dahi tahammülü yoktur. Hayatın kendi planları dışında cereyan etmesi onun için nerdeyse imkânsızdır. Zira her şeyi öngördüğünü/öngörebildiğini düşünmektedir. Enstitüyle ilgili işler ters gittiğinde de zaten buna inanamamıştır: "Nasıl olur?"

Saatleri Ayarlama Enstitüsü öncelikle Tanzimat'la başlayıp Cumhuriyet'le nihaî halini alan Türkiye'nin modernleşme serüveninin hicvi olarak okunur. Aslında mesele tam bu değildir ya da sadece bu değildir. İlk okuyuşta insana tuhaf ve hatta saçma gelen bu mübalağalı hikâye, buharın ve elektriğin keşfiyle insan hayatına giren makineleşmenin, saatin, saliselerin peşinden koşmanın, hayatın kontrol edilebilir ve 'ayarlanabilir' bir süreç olduğu inancının ironik bir dille tenkididir. O halde abes bir şey varsa, önce Batı'nın sonra tüm dünyanın yakalandığı bu makineleşme sevdasıdır. Belki çok daha fazla abes olan güzel ve düzenli yaşayabilmek adına hayatın anlamını bürokrasiye kurban etmek; zamana hükmedip hayatın ayarlanabileceğine inanmaktır.
BİZE ULAŞIN