Sultan Işık: “Artık muhafazakâr denince hangi kesimin muhafazakârı diye soruyorum”

“Artık muhafazakâr denince hangi kesimin muhafazakârı diye soruyorum”
Giriş Tarihi: 25.4.2014 12:54 Son Güncelleme: 28.11.2014 10:36
Sultan Işık SAYI:01Mayıs 2014
Prof. Dr. Burhanettin Duran; muhafazakârlığın değişim sürecini; ‘yeni’, ‘normalleşme’ ve ‘demokratikleşme’ değerlerini sahiplenişini, ‘sol’un gelenek kelepçesinden neden kurtulamadığını, Kemalizm’in düştüğü taassup kuyusunu ve ‘devrimci’ kavramının yıllar içinde nasıl kabuk değiştirdiğini Lacivert'e anlattı... Genel olarak muhafazakâr kimdir, devrimci kimdir? Bu kavramlar zikredildiğinde -dünya literatüründe- aklınıza ne geliyor?

Muhafazakârlık ve devrim deyince akla ilk Fransız Devrimi gelir. Fransız Devrimi yeni değerleri; eşitlik, hürriyet, adalet, kardeşlik gibi yeni kavramları ortaya koyduğunda aslında mevcut statükonun değişmesini istiyordu. Yani mevcut siyasal, sosyoekonomik düzenin değişmesini öngörüyordu. Böylece muhafazakârlık ve devrim tartışması değişim olgusuyla birlikte tartışılmaya başladı. Fransız Devrimi'nde, Fransa'daki krallığı, aristokrasiyi, kilisenin önemli konumunu yerinden etmeye çalışan bir radikal değişim arayışı söz konusuydu. Burjuvazinin ayrıcalıklı tabakalara karşı halkı temsil iddiasıyla sınıfsal bir değişim isteği mevcuttu. Muhafazakârlık denince bu radikal değişim arayışına verilen tepki akla geliyor. Muhafazakâr toplumların zaman içerisinde gelenekleriyle önemli bir birikimi ortaya koydukları ve bunun da deneme yanılma ile üretilen bir fayda olduğunu vurguladılar. Teorik olarak bir şeyin adil, eşit olduğunu söyleyerek; sadece akli bir dizayna dayanan totalist sistem arayışının olumsuz sonuçlar üreteceğine/ürettiğine inanıyorlardı. Ve dolayısıyla yüzyıllar içinde oluşmuş tecrübe bir kenara atılmamalı diyen muhafazakârlık, devrimcilere karşı çıkmıştır.

Batı'nın ve Doğu'nun muhafazakârlığa bakışı nasıl? Öncelikle Doğu'nun tabii ki? Yani Doğu için muhafazakâr kim, Batı için kim?
Batı'da yaşanan değişimin adını modernite olarak verirsek; modernite bir yönüyle liberal değerleri de ortaya çıkardı ve buna tepki veren kesimler muhafazakâr olarak tanımlandılar. Bu aynı zamanda sanayileşmenin getirdiklerine olan bir tepkiydi. 'Doğu'da muhafazakârlık hangi kodlar üzerinden yürüyor' diyorsak; öncelikle Batılılaşma sürecine ve sonuçlarına odaklanmak durumundayız. Doğu'da muhafazakârlık modernitenin sonuçlarını elde etmek isteyen ve kendi toplumunu buna göre değiştirmeye çalışan elitlerin uygulamaya çalıştıkları modernleştirme politikalarına bir tepki olarak doğdu diyebiliriz. Türkiye için de Osmanlı-Türk modernleştirmesine duyulan tepki muhafazakârlığı üretmiştir diyebiliriz.

Türkiye'de 'muhafazakâr' ve 'devrimci' kavramları nereye o
turuyor?
Osmanlı-Türk toplumunun muhafazakârlığı konusu, İslami ve geleneksel değerlere bağlı olma ya da onlardan uzaklaşma tartışmasını beraberinde getiriyordu. Modernleşme, Osmanlı toplumunun yerleşik değerlerini değiştiriyordu, yeni kurumlar getiriyordu. Klasik olarak, geleneksel olanın İslam üzerine kurulduğu yapının değiştirilmesine karşı çıkmak muhafazakâr bir tepki olarak algılandı. Fakat bir süre sonra bu radikal reformlar kendisini korumak için muhafazakâr bir mahiyet aldı. CHP'nin tek parti rejiminin tepeden inme, aydınlanmacı olarak konumlandırdığı reformların bir kısmı bir süre süre sonra halk tarafından benimsenmeyince, Cumhuriyet bunları korumak amacıyla statükoyu korumaya çalışan kendi muhafazakârlığını üretti. Böyle baktığımızda Türkiye'de muhafazakârlığın iki tane damarı var. Bir tanesi toplumun geleneksel ve İslami değerlerinin değiştirilmesini istemeyenlerin başını çektiği tepki, Osmanlı'nın İslami değerlerinin korunması gerektiğini söyleyenler ve bunu Türk tarihi ile beraber okuyanların verdiği bir refleks. İkincisi de Cumhuriyet'in getirdiği Kemalist reformları koruma güdüsü ile tek parti döneminin sonlarından itibaren başlayıp daha sonrasında Demokrat Parti döneminde şekillenen damardır. Demokratikleşme ile gelen yeni siyasetlerin Kemalist reformların bir kısmını gevşetmesine ve farklı yorumlama eğilimlerine tepki olarak ortaya çıkan damardır. Bu iki damar aslında bakarsanız günümüz Türkiye'sinde hâlâ devam ediyor. Zaman zaman birbirinin içine geçip ortaklaştığı noktalar var. Mesela klasik olarak çekirdek aile yapısının korunması noktası her iki muhafazakârlığın birleştiği bir yerdir.

Devrimci kavramını daha çok benimseyen kesim hangisi? Daha çok 'sol'a ait bir kavram gibi görülüyor.
Evet, dünyada devrim meselesi ve sol-sağ kavramının ortaya çıkışı Fransız devrimine bağlanırken 'sol'da oturanlar devrimi isteyenler, sağda oturanlar statükoyu savunanlar olarak ortaya çıktı. Türkiye'de devrim fikri sol düşünce ve Kemalizm ile seslendirildi. Aynı şekilde Kemalist rejimden kurtulmak isteyen İslamcı aydınlar tarafından da devrim söz konusu edildi. Ana akım İslami hareketler değil ama biraz daha kenarda olan unsurların devrim kavramını kullandığını biliyoruz. Özellikle İran Devrimi'nden sonra…

Muhafazakârlık ve devrimcilik kavramlarına bugünün perspektifinden baktığımız zaman ne görüyoruz?
Önemli bir soru bu. Şöyle önemli, iki tane muhafazakârlık kanalının Türkiye'nin geleceğine dair yürüttükleri tartışmada birbirlerini muhafazakâr olarak niteledikleri ama hangi seviye ve hangi konuya göre muhafazakâr olduğunun tartışılması lazım. Şöyle diyebiliriz, İslami ideolojiye sahip olanlar muhafazakâr olarak nitelendirilirken aslında onların diyelim ki; kadına eğitim verilmesi ve kadının toplumsal hayata katılması noktasında -tırnak içinde- ilerici bir yerde oldukları gözden kaçıyor. Ve kadının bu anlamda toplumsal hayata başörtüsüyle katılımının getirdiği dönüşüm, değişim aslında belki devrimcilerin yapmak isteyeceği şeydir.

İslamiyet aslında devrimci bir hareketken; Türk tarihine bakıldığında dindar kesimin ilerlemeci yanı olmadığını iddiayla savunmak adına 'muhafazakâr' olarak kodlanmış olduğu sonucuna varabilir miyiz?
Dinler ilk geldiğinde -İslamiyet de böyle- topluma yeni bir perspektifle geliyorlar. Gerçi vahiy kendini sürekli olarak, aynı çizginin devamı olarak tanımlıyor. Dinler de böyle görüyor ve tabii İslamiyet de böyle görüyor. Din geldiği Cahiliye toplumunda yeni bir devrim oluşturuyor. Kadına bakış açısıyla, yeni Tanrı anlayışıyla, toplumsal örgütlenme açısından önemli ölçüde değişiklik getiriyor. Toplumun zayıf kesimlerini bir anda yukarıya çıkartıp eşit görüyor vs… Böyle baktığımızda aslında bu bir devrim. Ama bir süre sonra din yayılıp insanlar İslamiyet'i benimsediğinde, ona göre birtakım toplumsal değerler oluştuğunda, bu defa bu değerlerin sürdürülmesi ve korunması meselesi muhafazakârlıkla gündeme gelmiş oluyor. Böyle baktığımızda zaten muhafazakârların 'tedrici değişim' dediği şey bu. Toptan bir değişim değil, parça parça sürekliliğe giderek bir değişim sağlayabilme. Dini değerlerin korunması ve ailenin de bu şekilde örgütlenmesi anlamında Türkiye'de İslami kesimden gelenlere muhafazakâr denmesi anlaşılabilir bir şeydir. Ama siyasal sistemin ve toplumun İslamileştirilmesi açısından bakıldığında muhafazakâr kesimler devrimci özellikler arz etmektedir.

Tam bu noktada az önce geldiğiniz duruma tekrar geri dönmek istiyorum. Türkiye'nin son 15-20 yılına bakarsak bu topraklardaki muhafazakârlar değişti mi?
Muhafazakâr ve devrimci ayrımı ile Türkiye'deki son 20 yılı anlamaya çalışırsak kafamız oldukça karışır ama biraz da aydınlanır. Şöyle ki; Türkiye'de devrimci olduğu söylenen sol ve Kemalist kesim aslında daha muhafazakâr ve tepkisel bir konumda ulusalcılığa sığınabilirken; CHP etrafında sistemin mevcut kurumlarını ve ideolojisini korumaya yönelirken, öteki taraftan muhafazakâr olduğu söylenenler kendi aile ve İslami değerlerini korumaya çalışarak sistemi dönüştürdüler. Yani muhafazakârlıkla birlikte okunan aktörlerin -AK Parti de bunlardan birisi- bu dönüşümü gerçekleştirmesi ve buna 'sessiz devrim' demesi aslında bizim muhafazakârlık ve devrim kavramlarının nasıl iç içe geçtiğini ve karmaşık hale geldiğini gösterir. Bu Türkiye'deki tanımlama ile de alakalı. Çünkü Türkiye'nin bu entelektüel ve toplumsal birikimi, normalleşmeler sağlanıp da tam bir şekilde ortaya konulamıyor. O yüzden biraz da kamplaşmalar ve cepheleşmeler üzerinden yürüyerek oluyor bu. Bu sefer de sahip olduğumuz dinamizm görülemiyor. Muhafazakâr olduğu söylenen insanlar niçin bu kadar dönüşümcü, değişimci oldular; anlaşılamıyor. Bence bu melezliği görmek lazım ve klişe olarak bakmamak lazım. Bunların nasıl iç içe geçtiğini görerek anlamak lazım.

'Kim muhafazakâr, kim devrimci?' dediğimiz zaman, sizce buna verilebilecek çok net bir yanıt var mı?
Şöyle ki, bence konusuna ve dönemine göre cevap vermek gerekir. Yani belli konularda Kemalistlerin daha başlarda devrimciliklerini kaybettikleri ortada. Farklı toplumsal kesimleri süreçlere sokmak, yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkması gibi konularda daha ilk başlardan itibaren çok hızlı bir şekilde devrimciliklerini kaybettiler. İktidarlarını garantiye aldıktan sonra statükoyu korumak için hızlıca muhafazakârlaştılar diye düşünüyorum. Ve hâlâ birtakım özgürlük alanlarında kendilerini rahat hissetmemeleri de önemli. Son dönemde CHP'nin başörtüsü ile ilgili gösterdiği zoraki bir kabul var ama bu tabanda benimseniyor mu, benim şüphelerim var. Yine Alevilik meselesinde CHP'nin radikal bir dönüşümü talep etmemesi hatırlanmalı. Bir taraftan İslami eğilimli bir yönetimi istemezken öbür taraftan Alevilerin de önünü açamaması onun girmiş olduğu bu sendromu gösteriyor bence.

Tarihte devrimcilerin sahiplendiği 'büyük değişim' kavramını bugün muhafazakâr olarak kendini tanımlayan bir partinin yapması bir çelişki yaratıyor mu? Hazır değil miydik böyle bir değişimin, böyle bir parti eli ile yapılmasına?
Bence bu, çelişki ve gerilim yaratıyor. Hem dönüştürenler açısından hem de onları bununla eleştirenler açısından iki türlü çelişki var. İlki açısından baktığımızda hem değişimi getirip dünyayla entegrasyonu, çok kültürlülüğü, kozmopolitliği, sekülerliği, insanların gündelik yaşamlarına getirecekleri sosyoekonomik dinamikleri harekete geçirip bu değişiklikleri yapıyorsunuz ama öbür taraftan da bunun derinleşmesi durumunda sizin kendi aile ve birey üzerinden korumaya çalıştığınız İslami değerlerin kaybolması korkusunu yaşıyorsunuz. Ya da onları yeniden üretememe kaygını taşıyorsunuz. İkinci açıdan, yani biraz daha seyirci konumda kalanlar için baktığımızda; bir yandan hep savunduklarını söyledikleri özgürlük, değişim, kadın hakları ve kimlik meselelerinde yaşanan gelişmelere karşı çıkamıyorlar, arzu ettikleri değişim gerçekleştiği için. Ama bu değişim onların eli ile değil gerici gördükleri kesimler eli ile geliyor. Yine bin yıl devam etmesini istedikleri Kemalist rejimin dönüştürülüyor olmasından dolayı tepkililer. İslami muhafazakârlar da daha aktif bir aktörlük sergilemelerine rağmen -en azından son 10 yıldır- değişimin gerilimlerini taşıyor. Gündelik hayatın sekülerleşmesi dini anlam ve bilincin kaybedilmesi korkusunu besliyor. Bütün bunların yanı sıra, tüm orta sınıfları kesen başka bir muhafazakâr kaygı daha var: Kent hayatının hızlı dönüşümü ve ticarileşmesi, ya da kent rantlarının dağılımı konusu. Dolayısıyla Gezi olaylarının da, 'muhafazakâr bir Türkiye hayal ediliyor' tartışmasının da, 'mahalle baskısı' kaygısının da, İslamcıların kapitalistleştiği eleştirisinin de aslında bu iç içe geçmiş, kompleks ve melez fay hattından beslendiğini düşünüyorum.

Türkiye tarihine baktığımızda hep bir askeri vesayet oldu. Hükmeden ve 'sistem'in bir şekilde içinde olan bir yapı vardı. Son dönemlerde askeri vesayetin gücünü yitirdiğinin ya da en azından durması gereken yerde durmaya başladığının farkındayız…
Vesayet dediğimiz olgunun iki tane boyutu vardır. Birincisi; belli bir dünya görüşüne sahip elitin merkezde durarak Türkiye'nin dünyadaki değişim ve dönüşümü kontrol etme çabası, ikincisi ise bu merkezdeki elitin değerleri ve yaşam tarzıydı. Yeni gelen elit Türkiye'yi daha iddialı bir yere çekmek istediğini söylüyor. Bu anlamda da aslında biraz devrimci davranıyor. Çünkü Kemalizm'in bir ulus devlet olarak kurulduğunda getirdiği perspektif Türkiye'nin çok sıkıntılı süreçlere girmemesi, çok da iddialı olmaması üzerineydi.
Türkiye'nin Orta Doğululaştığı, İslamileştiği ve Türkiye'de devlet eliyle hayat tarzına müdahale edildiği eleştirisi söz konusu muhafazakâr kaygı ile ilgili. Buradaki kritik nokta da şu, eğer siz Türkiye'nin konumunu yeniden okursanız, Türkiye'nin etrafındaki bölge ile entegrasyonunu öne çıkartırsanız, o zaman Türkiye'nin kamusal hayatındaki o 'steril-Kemalist-laik' kültürün çok daha çoğulcu hale gelmesi gerekiyor, kimi zaman İslami renkler kimi zaman kozmopolit renkler ile renklenmesi gerekiyor. Bu da başka bir gerilim konusu… Yani 'Biz nereye gidiyoruz?' gibi bir kaygının konusu. Bunun ucu aşırı ulusalcılık dediğimiz yere varıyor. Dolayısıyla iki tür var. Birincisi mevcut elitin değişmesi ve ona bağlı yapının değişme ihtimali. İkincisi de bunların taşıdıkları değerlerin yeniden formüle ediliyor olması ve başka değerlerin buna katılıyor olması. Bunun getirdiği bir gerilim var.

Sizce askeri vesayetin kalkması Türkiye'ye hangi farklı kapıları açtı ve Türkiye'yi nereye götürecek?
Bir kere sanıyorum ki; Türkiye'de ilk defa yeni bir devlet, yeni bir demokrasi anlayışı, yeni bir toplumsal sözleşmenin yaratılması gibi konuların daha rahat tartışıldığı; ister Kürt meselesi ile ister Alevilik meselesi ile ister İslami taleplerin karşılanması ile ilgili olarak daha serbest bir ortamın üretildiğini düşünüyorum. Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı kutuplaşma ve gerilime baktığımızda bu dönüşümün o kadar da kolay olmadığı ve siyasetçiler eli ile yapılan değişikliklerin niyetinin çok sorgulandığını ve farklı yorumlara sebebiyet verdiğini ve bunun getirdiği bir gerilim olduğunu görüyorum. Yeni Türkiye'yi inşa etmek eski Türkiye'yi tasfiye etmekten daha zor bir şey. Eski yapıyı özgürlükler, Avrupa Birliği gerekleri vs. çerçevesinde tasfiye edebilirsiniz.

Aslında bir noktada bir şeyleri kaybetmek de göze alındı sanki…
Bir örnek verecek olursak, Türkiye'de muhafazakâr kaygıların depreştiği konuların başında Kürt sorunu gelmektedir. Ak Parti'nin Kürt meselesinin çözüm sürecini yönetmesine baktığımızda zaman zaman ileri-geriler oldu. Türkiye toplumundaki milliyetçi refleksleri biraz da tatmin eden, onu da biraz gözeten bir şekilde yapıldı. Fakat zaman içerisinde bu meselenin artık başka türlü çözülemeyeceğinin görülmesi ve insanların bir siyasi liderin söylediklerine duydukları güvenle muhafazakâr kaygıların dozu belli oranda düştü. Önce bu dalgayı küçük setlerle kırdılar ve halka bunu süreç içerisinde anlatabildiler. Terör de durduğundan dolayı insanlar çözümün bu sefer olabilecek bir şey olduğu kanaatini sahiplendiler.

Türkiye'de artık muhafazakâr diye kodlanan birinden çok devrimci, devrimci olan birinden çok muhafazakâr davranışlar ve öneriler duymaya ve görmeye başladık sanki…
Ben Türkiye'de son dönemde yaşanan tüm siyasi gerilimlere rağmen toplumun gitgide daha çok melezlendiğini ve farklı kesimlerden insanların farklı konularda muhafazakâr ya da devrimci şeklinde nitelendirilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla muhafazakâr-devrimci, sol-sağ, milliyetçi-ümmetçi gibi birtakım ayrımların artık flulaştığını ve bize çok bir şey söylemediğini düşünüyorum. Bu ayrımların daha çok içine girmek lazım. Şimdi muhafazakâr olarak nitelendirilen kesimlerin içinde birbirinden çok farklı gruplar var.
Gerçekten sivil toplumu ve bireyi önemseyen, toleransı öne çıkaran, kozmopolit olan insanlar da olabiliyor, daha Ortodoks Sünni bir anlayışla daha devletçi ve muhafazakâr, daha dar bir yorumu da ortaya koyabilen insanlar olabiliyor. İslami muhafazakâr kesimler bu çeşitlilik ile birlikte sanki kendileri daha fazla dönüştüler ve toplumu dönüştürdüler. Seküler ve Kemalist kesimler bu anlamda daha muhafazakâr, daha korumacı bir yerde olduklarından ve elit değişimin sancılarını yaşadıklarından dolayı sanki daha reaksiyoner davranıyorlar. Ancak bu sürdürülebilir bir şey değil. Çünkü gerek Türkiye'nin uluslararası konumu gerek Türkiye'nin sosyoekonomik dinamikleri ve insan kapasitesi farklı kesimler arasında kaçınılmaz bir etkileşmeyi getirecek. Bugün CHP'nin sağ kesimlerden adaylar göstermesi belki seçim kazanma isteğinin pragmatizmi olarak görülecek ama bunu yine de esneklik ve dönüşüm çabası olarak da görmek lazım. Kaybedilen seçkin konumu derine işleyen bir küskünlük, kızgınlık ve hatta özgüven kaybı üretmektedir. Bunun bir adım ötesi gerçek bir uzlaşmayı ve etkileşimi getirebilir.

Bu tepkileri var olanın yitirilmesi olarak açıklayabilir miyiz?
Bir boyutu kaybedilen seçkin konumu ve Türkiye'yi yönetme ayrıcalığı. Diğer boyutu da, İslami-muhafazakâr olduğunu söylenen insanların kendi modernliklerini üretiyor olmaları.
Yani kendi renklerini kamusal hayata vurmaya başlamış olmaları. Başörtülülerin çok farklı formatlarda kendilerini aktör olarak öne çıkarmaları ve zenginleşip, iktidar konumunda olmaları. Aynı şekilde İslami-muhafazakâr grupların yükselişinin bir hegemonya ile sonuçlanması ihtimali belli kesimlerde rahatsızlık yaratıyor.
Yıllardır sahip olunan kamusal alana, istenmeyen ve onlar gibi olmayan birilerinin girmesinin verdiği rahatsızlıktan bahsedebilir miyiz?
Bu kamusal alanda kimlerin ve ne kadar var olacağı tartışması aslında bütün demokrasilerin tartışması. Burada Kemalist bir zihnin zorlanacağı şey şudur; bu kamusal alanı kendisinin belirlediği veya en azından kendisinin inandığı zihniyetin belirlediği düşüncesinden vazgeçmesi lazım. Bunun çoğulcu bir yapı olacağı ve bunlar arasında alt-üst ilişkisi muteber-itibarsız ilişkisinin kurulmaması gerektiğinin kabul edilmesi lazım. Kabul edilmesi biraz zor gerçekleşiyor, zaman alıyor.

Asıl sıkıntı bence burada. Peki, acaba Türkiye bu anlamda tek-tip bir yapıya gider mi? Diyelim ki İslami-muhafazakârların hegemonyasını kurarak kendilerinin yaşam tarzlarını empoze ettikleri bir yere gider mi? Bence gitmez. Ben bu dinamizmi ve Türkiye'de seküler kesimin ürettiği kültürün derinliğini de göz önünde bulundurarak bu tür bir hegemonyanın o kadar kolay kurulabileceği kanaatinde değilim.

Siz toplum-bilimci olarak baktığınızda; muhafazakâr, ulusalcı ya da Kemalist sıfatlarını hangi tanımlamalar daha iyi, daha net anlatır?
Ben muhafazakâr kelimesinin tek başına kullanılmasının zor olduğunu düşünüyorum artık. Bu anlamda 'muhafazakâr demokrat' gibi ikilemelerin üretilmesi gerektiğini düşünüyorum.

'Muhafazakâr Kemalist' diyebilirsiniz, 'İslami muhafazakâr', 'muhafazakâr sol' veya 'muhafazakâr milliyetçi' diyebilirsiniz. Bu tür kelimeleri üretmek gerektiği kanaatindeyim. Yani 'yurtta sulh cihanda sulh' ilkesi Türkiye'nin daha mütevazı bir ulus devlet olması yönünde okunuyordu. Hâlbuki bu yeni elit, "Türkiye çok daha iddialı bir yerde olmalı, aksi takdirde Türkiye mevcut konumunu dahi koruyamaz" diyerek aslında devrimci bir şey yapıyor. Türkiye'nin ulus devlet içindeki kodlarını değiştirmeye çalışıyor. Ve buna tepki olarak da ortaya diğer kesimin değerler ile ilgili boyutu çıkıyor. Muhafazakâr denince artık, 'hangi kesimin muhafazakârı?' diye soruyorum.
Benim aklıma gelen bunların örtüştüğü alanlar da var tabii. Bunlar birbirinden tamamen ayrı değil. Dolayısıyla bunu anlamak isterim. Ama Türkiye'deki siyaset açısından baktığımda nasıl bir ayrım yaparsınız derseniz… Ben Türkiye'nin yeniden yapılanması için daha çoğulcu demokratik bir yapıyı isteyenlerle bunların tehlikelerinden korkanlar arasından bir ayrım yaparım. Böyle bir muhafazakâr-devrimci ayrımı yaparım. Yani Türkiye'nin, dünyadaki konumunu daha iddialı bir yere çekmek isteyen bunu daha demokratik bir şekilde yapmak isteyenlere devrimci, hayır bu sıkıntılıdır, Türkiye'nin menfaatlerini tehlikeye atacaksınız diyerek bu değişimlere tepki gösterip bunu hırslı ve iddialı bulan pozisyonu dolayısıyla daha muhafazakâr bulurum. Hangisi haklıdır bilmiyorum. Ama böyle bir ayrıştırma yapabilirim.

Aslında eski terimlerden bu noktada kurtulmamız gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Bu ikiliklerin artık çok da açıklayıcı olmadığını görüyorum. Bu ikilikler ideal tipleme olarak bu sohbeti yapmamıza yarayabilir. Ötesine gidebilmemiz lazım. Çünkü toplumsal olan o kadar dinamik ve melezleniyor ki ben böyle ikili ayrımlarla açıklanabileceği kanaatinde değilim. Ama bu alanı daha iyi açıklayabilecek kavramlar üretemediysek, o zaman mevcut olan kavramların tanımlamalarını yaparak ve yanlarına yeni şeyler de koyarak onları daha eklektik olarak kullanmak zorundayız. En azından bir süre daha.

BİZE ULAŞIN