Hüsrev Hatemi: Nemiz vardır bizim Şam-ü Halep’te?

Nemiz vardır bizim Şam-ü Halep’te?
Giriş Tarihi: 3.1.2017 10:20 Son Güncelleme: 7.2.2017 10:08
Hüsrev Hatemi SAYI:31Ocak 2017
1516'da Halep Osmanlı topraklarına katılır. Osmanlıların parlak bir ticaret şehridir artık. Kendi dokumaları, tekstil ürünleri yanında İran ve Hindistan'dan getirilen dokumaların da Avrupa ülkelerine satılmasında aracı olur. Fıstık ticaretinde de ünlüdür. Bir ara Antep fıstığı yerine Halep fıstığı denmiştir.

Yavuz Sultan Selim Mısır'ı Memluklerden aldıktan sonra, İstanbul'a dönmekte mûtad süreden fazla gecikince sultanı hiddetlendirmeden geri dönüşe ikna etmek için bir olay uydurulmuştur. Rivayete göre bir sabah ordugâhta bir yeniçeri: "Nemiz vardır bizim Şam ü Halep'te/Gel ahi gidelim Rum ellerine" mısralarını saz eşliğinde söylemeye başlamış, bunu dinleyen Sultan Selim hemen İstanbul'a dönüş kararı almıştır. Ben; "Nemiz vardır bizim Şam ü Halep'te" sorusunu başlığa aldım. Amacım ise bu soruya; 'O kadar çok anımız, ortak yönlerimiz, acı tatlı deneyimlerimiz var ki' cevabını vermek. Gerçekten Anadolu ve bütün Ortadoğu halklarının Halep ile ilgili çok anısı ve ortak değerleri vardır. Bir Almanya vatandaşı; "Alsace ve Lorraine bölgeleri artık Fransa'nın olduğuna göre ben oraları düşünmek bile istemem" diyemez. Sağduyulu ve tarihiyle barışık bir Alman, muhakkak ki Strasburg ve Metz gibi kentleri, emperyalist ve savaşçı hisleri olmadan da anıyordur. Şimdi düşünüyorum da, bizim toplum hafızamız, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında algı operasyonları ve aşırı tedbirlerle o kadar yara almış ki, zaman zaman tedavi edilmeye çalışılsa da, iflah olmamış. Bazen ümmetçilik gibi zıt yöne yönelmiş fakat bir türlü kendine gelememiş durumdadır. Bu aşırı önlemlerin bir kısmı 'Avrupalıları kuşkulandırmamak arzusundan' kaynaklanıyordu. Biz Lozan'dan sonra geçmişi unuttuk. 'Şimdiki sınırlarımız dışında hiçbir yerde gözümüz yok' demekte biraz ileri gidilmişti.

Bu önlemlerin uygulamadaki etkileri en çok üniversite öncesi eğitimde, bir de bir kısım basında kendini hissettirirdi. İlk, orta ve lise eğitimi almakta olan nesil (mesela 1940'lı yıllarda) Suriye, Irak, Libya adları geçince sanki kendi doğum tarihlerinden 20-30 yıl önce değil de, 200 yıl önce bizden ayrılmış ülkeler gibi algılıyorlardı. Geçmişimize o kadar yabancılaştırılmıştık. Bizim evde ve İslam inancıyla ilişkisini kesmemiş diğer aileler içinde doğmuş çocuklar ve gençler hiç değilse o ülkelerin halklarını pek düşünmek istemeseler bile din kardeşi sayıyorlardı. Fakat bazı ailelerde bu tip eğitimin etkileri fecaat düzeyine varmıştı. Ben bu durumun farkına 1956'da varacaktım. Çünkü o yıla kadar hayatım orta halli Türk, Ermeni, Rum ve Musevi aile çocuklarının devam ettiği devlet okullarında geçmişti.

İstanbul Tıp Fakültesi'nde dersler başlayınca, önceki okullardan edindiğim izlenimler ve algılar allak bullak oldu. Devir Demokrat Parti devriydi. Arap ülkelerinin birçoğuyla Türkiye iyi ilişkiler kurmaya çalışıyordu. Irak ve Ürdün ile aramız iyiydi. Suudi Arabistan ile de fena sayılmazdı. Sadece Mısır ve Suriye ile ilişkilerimiz soğuktu. Çünkü onlar NATO'ya ve ABD'ye soğuk bakıyorlardı. O yıllarda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne çok sayıda İranlı, Suriyeli, Ürdünlü, Iraklı öğrenci kabul edilirdi. İlk iki ayda ciddi bir uyum sorunu yaşamıştım. Çünkü daha ilk sömestrda Türkiyeli Süryaniler, İranlı Azeriler, Farslar, İranlı Ermeniler, İranlı Bahailer, Şii Iraklılar, Sünni Iraklılar, hemen hepsi Sünni olan Suriye, Ürdün ve Libyalılar ile karşılaşmıştım. Mezhep, din ve ülke farkları sebebiyle onlarla arama mesafe koymayı düşünmeden hepsiyle konuşuyor ve selamlaşıyordum. İki ay ancak geçmişti ki, Türk arkadaşların (çok şükür yüzde 15-20'sinin) bana yamuk baktıklarını fark ettim. Yamuk bakanlardan ikisi farklı günlerde bana kızma sebeplerini beyan ettiler: "Hatemi yaa, bizi I. Dünya Savaşı'nda arkamızdan vuranlarla neden bu kadar arkadaşlık ediyorsun?" Oranları yüzde 20'yi geçmeyen bu arkadaşların yarısı şimdi hayatta fakat Allah onlara gelişme nasip etmemiş ki şimdi de, Müslüman ülkelere karşı soğuk durma özelliklerine başka 'laylaylomluklar' ilave ettiler. Bunları söylemekteki amacım, gözlerini ırkçılık, selefilik veya tam karşıtı İslam düşmanlığı, mezhepçilik, körü körüne Batı hayranlığı bürümemiş olan Türkler nazarında, Halep'in neler ifade ettiğini belirtmek…

Çok ekmeğin aşın yedim, şen olasın Halep Şehri

Halep (Aleppo) bazı kaynaklara göre Arapça 'süt veren' anlamındadır. Halep adı Asur veya Keldani dillerinden geliyorsa bu belki doğru olabilir. Çünkü bu diller de Arap dili gibi Sami (semitik) dil ailesindendir. Fakat Bilge Umar, Halep adının Hititçe de var olduğunu bildiriyor. Eğer durum böyleyse Hitit dili semitik dil olmadığından kentin adının kökeni açıklanamamaktadır.1873'de basılan ve bizde Pera Yayıncılık tarafından 1995'te tıpkı basımı yapılan Dictionnaire Géographique de L'Empire Ottoman adlı eserde C.Mostras şu bilgileri veriyor: "Halep (Beroea, Alepum, Berea, Alep) aynı adı taşıyan eyaletin merkezidir. Asi Nehri'nden Fırat'a kadar uzanan ovada yer alır. Halep Metropoliti İstanbul Ortodoks patriğine bağlıdır. Julien Apostat İranlılara karşı bir sefer düzenlediğinde bu şehrin adı ilk defa kayda geçti. 7. yüzyılda Müslümanların eline geçti. 10'uncu yüzyılda Jean Zimisces tekrar Doğu Roma adına kenti geri aldı. Haçlılar başarısız olarak 1124'de şehri kuşattılar.1170'de depremle harap olan Halep yeniden inşa edildi." Bundan sonrasını bizim kaynaklar da yazar. 1258'de Memlukler Bağdat halifesinden alırlar şehri. Hicri 5. yüzyılda Halep'te Selahaddin Eyyubî'nin hükmü geçerken Türk sûfilerinden Nesîmî bu şehirde derisi yüzülerek idam edilir.1516'da Halep Osmanlı topraklarına katılır. Osmanlıların parlak bir ticaret şehridir artık. Kendi dokumaları, tekstil ürünleri yanında İran ve Hindistan'dan getirilen dokumaların da Avrupa ülkelerine satılmasında aracı olur. Fıstık ticaretinde de ünlüdür. Bir ara Antep fıstığı yerine Halep fıstığı denmiştir. Müslümanların da Ortodoks veya diğer Hıristiyan mezhebinden olanların da 'sevgili Halep'idir' zira önemli bir kültür ve medeniyet merkezidir Halep tüm bu unsurlar için. Âşık Garip; "İşte geldim gidiyorum, şen olasın Halep Şehri/Çok ekmeğin aşın yedim, şen olasın Halep Şehri" diyerek ayrılmıştır.

Daha 5-10 yıl önce Antep'e giden vatandaşlarımız eğer Halep'i de görmek isterlerse aynı gün dönmek şartıyla Halep'i de görür ve dönerlerdi. Yazık ki bana kısmet olmadı. Şimdi mezhep veya din farkı gözetmeden Halep'te olanlara ve yaş farkı gözetmeden Halep'te ölenlere yüreğimiz kan ağlıyor. Ben politikadan anlamam. Halep'in bu halden kurtularak huzurlu günlerin gelmesi için dua edebilirim sadece.

BİZE ULAŞIN