Güven Adıgüzel: Ey insanlık! istirahat et!

Ey insanlık! istirahat et!
Giriş Tarihi: 9.6.2016 15:23 Son Güncelleme: 9.6.2016 15:23
Güven Adıgüzel SAYI:25Haziran 2016
Bizler kravat takınca mesela, akşam evdeki yatağımızda -günlük stres ve yorgunluk izin verirse- uyuma şerefine nail olunca o büyük zincirsizliğimizi kutluyoruz. Bankalar ve çalıştığımız kurumlar da doğum günlerimizi -tercihen SMS ile- kutluyorlar, gül gibi yaşayıp gidiyoruz.

Adorno eliyle şiir yazmaya ipotek koyan Auschwitz'in de dâhil olduğu 1930'ların meşhur Nazi toplama kamplarının giriş kapılarına büyük puntolarla yazılı lüzumu kadar ironik o slogan; "Arbeit macht frei." Yani "çalışmak insanı özgürleştirir." Nazi Almanya'sının daimi propaganda tekniği olan; "etkili bir yalan söyle ve bunu hiç durmadan tekrar et" sözünün travmatik bir örneği olarak kabul edebiliriz bu sloganı. Çalışarak özgürleşmenin nasyonal sosyalizmin el kitabındaki karşılığı malumunuz. Özgürlük vaadinin 'çalışmak' üzerinden temellendirilmesi meselesinin yalnızca 1930'lar Almanya'sını kapsamadığı da aşikâr elbette. Genel çerçevede toplama kamplarındaki çalışmanın ne'liği üzerine değil ama hayatın bütün anlamını içerdiği düşünülen 'çalışmak' kavramının sıhhati hakkında konuşabiliriz. Buna ihtiyacımız var.

İnsanoğlunun yeryüzündeki macerası ilk çağlardan modern dönemlere kadar, çalışmak, emek vermek ve inşa etmek üzerine kurulu bir yolculuğu kapsamıştır. Bütün semavi dinlerde çalışmak yüceltilir. Üretim ve inşa ile eş bir birim olan emek, her zaman en yüce değerdir. Medeniyetler çalışmakla kurulur ve daha çok çalışmakla ayakta tutulur. Kanun-ı kadim, emeğin insaniliğini öğütler. Modern dönem ideolojileri de bu bağlamda yaklaşım olarak aynı düzlemde yer alırlar. Özellikle sosyalist teorisyenlerin neredeyse tamamı 'zorunlu çalışmanın' öneminden bahsetmişlerdir. Yerli bir referans olarak, sempatik kapitalist Sakıp Sabancı'nın Kayseri şivesine iki elini yumruk yaparak eklediği jestiyle, başarının üç altın kuralı nedir sorusuna cevap olarak söylediği; 'çalışmak, çalışmak, çalışmak' sözünü de aynı minvalde değerlendirebiliriz. Çalışmak, kapitalizm öncesi dönemde de hayatın anlamını kuşatan bir içeriğe sahipti ama insanlara yeryüzünde cehennemi teklif etmiyordu. Hayatın olağan akışı içerisinde, vakitle uyumlu, elzem ama insanlıktan çıkarmayan bir havaya/yapıya sahipti. Alın terinin damladığı yoksul sofralarında yenen bir lokma ekmeğin lezzetinin ruhun derinliklerine kadar nüfuz ettiği bir resmin varlığı söz konusuydu. İnsani bir resim. İnsanlar hayvanlar gibi demir kafeslere kapatılmadan önce bu böyleydi. Çalışmak kutsaldır sözünün, kapitalizmin sloganına dönüşmesi pek de zor olmamıştır.

Dünyanın son 250 yıl boyunca yaşadığı baş döndürücü değişim, emek kavramı hakkında konuşmak için lafı fazla uzatmadan hızla 18'inci yüzyıla doğru gelmemizi şart koşuyor. Tarihselliğe bağlı bütün siyasi koşullar, devasa bir sömürge imparatorluğu kurmuş, esmesi muhtemel kapitalist rüzgârlara uyumlu iktisadi alt-yapıya sahip, güçlü bir donanması olan, korunaklı bir ada devletinde yani İngiltere'de (Birleşik Krallık) endüstriyel bir devrimin yaşanmasını zorunlu kıldığı andan itibaren her şey, insanın, insan olmanın aleyhinde seyretmiştir. Zaman ve mekânın doğurduğu Endüstri Devrimi'nin (1765) geleneksel toplumların iç düzenlerinde meydana getirdiği temel değişiklik paradigmasının, iki uç ve iki cephe üzerinden görülmesi mümkündür; kapitalistler ve işçi sınıfı.

Endüstri Devrimi'nin yürütücüleri olan işçilerin, özellikle de çocuk işçilerin çalışma şartları sebebiyle yaşadıkları tarifi imkânsız acıların, çalışmanın kutsanması bahsinde işgal ettikleri herhangi bir yer yok maalesef. Dönemsel şartların çocuk işçilerin daha çok kurban isteyen sanayi tanrısına kurban olarak sunulmasını engelleyememesi, bir daha asla değişmeyecek insafsız bir döngüyü başlatacaktır. Zaten hâkim güçler/olaylar döngüseldir. En temel insani ihtiyaçlardan bile yoksun bıraktırılarak çalıştırılan işçilerin, özgürleştirilen ruhları da devrime dâhildir elbette.

Vadedilmiş özgürlük ve kölelik hakkı

Fabrikaların ebedî istirahatgâhlara dönüştüğü bu acı dolu yılların (1765-1900) evveliyatında büyük isyanlara sebep olmuş, bütün dünyada lanetlenmiş bir kölelik sistemi mevcuttu ve efendiler kölelerine zulmetme hakkına sahip değillerdi. Bir köle hukukuna tabiydiler. Bu hukuka göre istirahat saatinden çalmak, kasten aç bırakmak ve şiddet uygulamak yasaktı. Kölelik kaldırıldı. Bir büyük lanetten kurtuldu insanlık. Ama modern kölelerin durumu bir efendi-köle hukukuna bile tabi değil artık. Modern efendilerin tabi oldukları bir hukuk falan da yok. Ama bizler kravat takınca mesela, akşam evdeki yatağımızda -günlük stres ve yorgunluk izin verirse- uyuma şerefine nail olunca o büyük zincirsizliğimizi kutluyoruz. Bankalar ve çalıştığımız kurumlar da doğum günlerimizi -tercihen SMS ile- kutluyorlar, gül gibi yaşayıp gidiyoruz. Güle dair bir neden de yok zaten.

Marx'ın damadı namıyla maruf Fransız düşünür Paul Lafargue'nin Tembellik Hakkı isimli kitabını oluşturan yazılar da ilk olarak işte böyle insafsız bir dönemin, kölelik sonrası dönemin (1880) gayr-i insani şartlarında günde 14 saat çalıştırılan geniş işçi kitlelerin çığlığı olarak yazılarak, Egalité gazetesinde tefrika edilmeye başlanmıştı. Birleşik Krallık'ta doğan Endüstri Devrimi'nin Fransa'ya da sıçrayarak günlük çalışma sürelerinin 12-17 saat aralığına kadar yükseltilmesine sebep olmasıyla, Lafargue'nin tembellik hakkı talep eden yazılarının birlikte okunması elzemdir. Çünkü buradaki tembellik hakkı, yan gelip yatma ve aylaklık hakkından ziyade; yaşama hakkı, boş zaman hakkı, kendine vakit ayırma hakkı, insan olduğunu fark etme hakkı, aileyle zaman geçirme hakkı, tefekkür etme hakkı, kısacası insan olma hakkıdır. Meşru ve haklı bir taleptir elbette. Meşru ve haklıdır çünkü bir kapitalist patronun 5 yaş üstü çocukları fabrikaya doldurarak oluşturduğu sömürü düzenini meşru bir zemine çekmek için söylediği şu sözlerindeki kan dondurucu ürpertidir işçileri 'haklı' yapan şey: "Çocuklar için birtakım eğlence olanakları sağladık. Çalışırken şarkı söylemesini, yine çalışırken sayı saymasını öğretiyoruz onlara. Eğlendiriyor bu onları ve geçimlerini sağlamak için gerekli 12 saatlik çalışmayı cesaretle kabul ediyorlar."

Tembellik Hakkı, ilgi çekici bir isim olarak yazarına kocaman bir anlam yanılgısı hediye etmekle birlikte yayıncılar açısından baktığımızda kitabın ticari şansını oldukça artırıyor. Bu sebeple alt başlık, yani kitabın yazılmasına sebep olan şartları imleyen ikinci başlık; '1848 Çalışma Hakkı'nın Çürütülmesi' çoğu kez kapağa yazılmıyor bile. Hacimsiz hacimli kitaplar serisinin en nadide parçalarından biri olan Tembellik Hakkı, dört ana bölüm etrafında anlatıyor meselesini; Yıkıcı Bir Kör İnanç, İşin Kutsanması, Aşırı Üretimin Ardından Gelen, Yeni Havaya Yeni Güfte. Bir kapitalist düzen eleştirisi olarak dünya üzerinde Avrupa dillerine Komünist Manifesto'dan sonra en çok çevrilmiş kitaptır Tembellik Hakkı. Özellikle Yeni Havaya Yeni Güfte bölümünün diğer üç bölüme nazaran -dili itibariyle- daha güçlü bir okuma zevki vadettiğini söyleyebiliriz.

Tembellik hakkımız, söke söke alırız!

İnsan sevdiği işte çalışırsa bir ömür mutlu olur, derler. Bir ömür mutluluk hududumuza uzaktır ve haddimize değildir elbette. Ama zaten ilk önermenin geçersizliğini anladığımızda yaptığımız işi sevmeye çabalayarak hayata devam etmeye çalışmak da pratik bir yol arayışıdır. Kas gücüne dayalı, bedenî kuvvet gerektiren zorlu işleri icra edenlere de sormak lazım belki bu teorileri, mutlaka onların da anlatacakları vardır. Beyaz yakalıların çilesini mavi yakalılardan ayrı tutmadan söylüyorum bunları. Tembelliğin bir hak olarak hayatımıza girmesi, yani Lafargue'nin ideale ulaşmak için aşılması gereken bir hedef olarak önümüze koyduğu günlük üç saatlik çalışma süresi, Endüstri Devrimi'nin (1765) yerini Dijital Devrim'e (2000) bırakmasıyla en azından teknik anlamda imkânsız değil artık. Bu anlamda memuriyetin ruhu da değişmeye mecbur. On-line işlemler menüsü önümüzde duruyorken yani. Tabii Lafargue'nin tezlerinin Japon toplumunda karşılık bulmasının henüz bir mümkünü yok. (Gece 12 metrosunda eve gitmeye hazırlanan koyu takım elbiseli adamlar ülkesinde, ikinci paylaşım savaşı travması kolay atlatılabilir bir şey değildir çünkü. Lafargue'nin tezleri Japonya'da stand-up seviyesinde kabul görür herhalde. Beyefendi az önce üç saat mi dediniz siz? Üç saat yani?)

İş hayatı dediğimiz, kısır çekişmelerle dolu, aşırı derecede yıpratıcı, insanlıktan çıkarmaya meyyal, sıkıcılığıyla meşhur bir gayya kuyusu, doğası gereği böyle olmak zorunda olan bir ortamda ne kadar az nefes alırsak, hayat da o kadar parlak görünür gözümüze bence. Eliot'un kültürün temeli bahsinde çatıya çıkararak 'ilk gereklilik' olarak öngördüğü 'boş zaman' meselesini de yabana atmamak lazım. Yaşamaya vaktimiz yok çünkü. Medarı maişet sebebiyle kapalıyız hayata. Tabiatla baş başa kalamayan insan 'yabani' dürtülerini törpüleyemez. Kapitalizm bu insan türüne hayrandır. Lafargue'nin "Çağımız, çalışma yüzyılıdır, diyorlar; aslında acının, yoksulluğun, kokuşmuşluğun yüzyılıdır" derken bahsettiği çağ hâlâ çok sıcak, fazla uzaklaşmış olamaz, gardımızı düşürmeyelim diye söylüyorum.

Çalışma tutkusunun zehirli anlamı

Tembellik Hakkı, 130 yıl sonra bile, üretim etkinliğimizin amacı ve çalışma tutkusu'nun zehirli anlamı üzerine, insan hakları ve ücretli kölelik üzerine, dumanı üstünde olmasa da, yeterli tazelikte öneriler sunuyor insanlığa. Daha çok çalışarak, daha çok tüketerek varacağımız yer hakkında önemli öngörülere de sahip üstelik. Yatılı okulda okuduğum yıllarda, şahsen en sevdiğim komut, 'istirahat et' idi. Bu komutu duyunca 'sağol' karşılığını daha bir gür sesle verirdik. Lafargue'yi de bu kitapla hepimize aynı komutu veriyor sayıyorum, ey insanlık, istirahat et! Bir yolunu bul ve istirahat et. Zira insan kalmaya mecbursun.

Son olarak tembellik hakkına talip olan yaşamış en büyük-küçük kahramanın hikâyesiyle bitirmek isterim sözlerimi; benimle aynı yıl doğan (1983) İkbal Masih'in hikâyesiyle. İkbal İzmir-Gümüşpala'da değil de, Pakistan-Mudrike'de dünyaya gelmenin bedelini henüz 4 yaşına geldiğinde ödemeye başlamıştı bile. Hayat eşit şartlarda başlayan bir oyun değildir. Herkes kendi şartlarının kahramanıdır bu yüzden. İkbal 16 dolara bir halı dokuma fabrikasına işçi olarak satıldığında Sanayi Devrimi çoktan bitmişti ama izinsiz olarak, insafsızca, günde 14 saat zorla çalıştırılıyordu. Çocuk işçiliğin yasak olduğunu öğrendiğinde hemen fabrikadan kaçtı, olmadı tekrar kaçtı, bir daha kaçtı, her kaçışında daha da büyüdü. Son kaçışında 3 bin arkadaşı da eşlik etti ona. Çocuk ordusunun başkumandanıydı.

Çocuk işçiliğine, modern sömürüye ve kölelik düzenine karşı verdiği mücadele bütün dünyada karşılık buldu ve büyük ses getirdi. Çığlığı bir özgürlük şarkısı oldu, dilden dile söylendi. Çocuk aklıyla çocukça davrandı, ben oynamıyorum dedi ve incecik bedeniyle herkese meydan okudu İkbal. 12 yıllık kısacık ama çok çileli ömrü 1995 yılında bir suikastla nihayete erdi. Korkmuşlardı ondan. Bir çocuk korkutmuştu işte herkesi. Hizaya çekmişti ulu efendileri köle çocuk İkbal! Ölümünden sonra adına vakıflar kuruldu, derdine ortaklar bulundu, çilesi arşa değdi. Benimle aynı yıl doğdu İkbal. Ben henüz bir hayat yaşamadım, bir taşı yerinden oynatmış da değilim ama İkbal 12 yılda dünyayı yerinden oynattı! Ruhu huzur bulsun, cennettin en güzel yerinde fabrika gürültüsünden uzak bir şekilde uyusun dursun. Ve buraya "Bir filmde görmüştüm/çocuktur en yakını Allah'ın" dizesi gelsin. Ninnisi bu dünyada kaldı İkbal'in, derdi ve mücadelesi de. İsmini taşıdığı büyük şairden, çocuk İkbal'e gelsin; "İnsana sığabilene kâinat, kâinata sığamayana insan derim."

BİZE ULAŞIN